I.

Marx insanlığı komünist cennete taşımak arzusunu harekete geçirmek için adalet duygusunun ve yüksek ideallere hizmetin cezbediciliğinin tarih şekillendirici gücünü harekete geçirmeye çalışan Robert Owen gibi sosyalistleri ütopik olmakla suçladı. Marx’a göre komünist cennet böylesi manevi duyguların harekete geçmesiyle değil, bireysel ya da sınıfsal çıkarını koruyan insanların yarattığı sistemin kendi iç çelişkileriyle ve kendi iç işleyiş mantığıyla ortaya çıkacaktı. Marx ütopik sosyalistlere karşı kendi konumunu bilimsel sosyalizm olarak adlandırdı.

Marx’a göre insanların kendi bireysel ya da sınıfsal çıkarını koruyor olması durumu mücadelelerimiz adına yaslanabileceğimiz biricik nesnellikti. Marx’a göre tarihi doğru anlamak ve onu yönlendirmek istiyorsak, tarihi çıkarların, güç arzusunun ve çıkar ve güç mücadelesi ekseninde düşüncelerin birer ideoloji olarak manipüle edilişinin tarihi olarak okumak zorundayız.

Fakat Marx bu bilimselliğe yaslanırken bir entelektüel olarak kendi konumunu açıklayamaz hale geldi. Marx proleteryanın sözcülüğüne soyunmuş ve bu sözcülük yolunda hayatın tüm keyiflerini reddederek madden sefil bir yaşamı göze almış bir düşünürdü. Eğer Marx’ı çıkarların ve güç arzusunun tecessümü olarak okumak isteyeceksek Marx’ın kendi ailesi itibariyle bir burjuva, eşi vasıtasıyla da bir aristokrat olduğunu merkeze koymak ve bir birey ve bir sınıf mensubu olarak Marx’ın çıkarının sefilce sömürülen işçi sınıfı adına mücadele etmektense, burjuva ya da aristokrat çıkarları için mücadele etmesi gerektiğini ve Marx’ın kendine seçtiği yaşama idealinin kendi çıkarlarıyla açıklanamaz olduğunu ve Marx’ın kendi bilimsel metoduna ayrıksı duran bu yaşam tercihinin kendi bilimsel konumu tarafından açıklanamaz olduğunu da kabul etmek zorunda kalacaktık. Yani Marx’ın kendisi, Marx’ın açıklamak istediği nesnel kapitalist sistem içinde ciddi bir çatlak oluşturur. Marx kendini adalet duygusuna ve yüksek ideallere hizmete adamıştı. Marx’ın kapitalist sistemin bir bileşenini oluşturan nesnel çıkarları ise kendi yaşam tercihi ile taban tabana zıt bir durum oluşturuyordu.

Bu durum nesnel sistemi, bireylerin ve sınıfların nesnel çıkarlarını, ve düşünceleri ideolojik manipülasyon olarak okuyan pek çok büyük Marxist düşünür için de geçerli bir durumdur. Bu düşünürlerin pek çoğu kendini sefilce sömürülen işçi sınıfının mücadelesine adamıştır. Bu yaşam tercihlerinde adalet duygusunun ve yüksek ideallere hizmet ülküsünün hatırı sayılır bir rolü vardır. Fakat bu büyük düşünürlerin aile bağlarına bakıldığında bu düşünürlerin pek çoğunun kendi bireysel ve sınıfsal çıkarlarına aykırı hareket ettiği görülür.

Okuduğum pek çok Marxist için nesnel çıkarlar tarihin motoru rolünü üstlenir. Ve tarihte rol aldığı söylenen yüksek ideallere hizmet ya da adalet namına mücadele etme iddiaları nesnel çıkarları perdeleyen ve örten birer maske olarak ele alınır. Örneğin tutarlı bir Marxist’e göre ABD’de köleliği ortadan kaldıran 1861-1865 İç Savaşı özünde özgür emeğe ve yüksek gümrük vergilerine ihtiyaç duyan sanayileşmiş Kuzey ile köleliğe ve düşük gümrük vergilerine ihtiyaç duyan tarımcı Güney arasında bir çıkar savaşı olarak anlamlandırılır. Savaş esnasında dile gelen ‘adalet cümleleri’ ise bu tarihçiler için salt ama salt çıkarları örtbas eden birer maskedirler.

ABD İç Savaş’ta genç nesillerinden yüzbinlerce insanı yitirdi. Ve ülke yok olma tehlikesi yaşadı. Bu savaşta Kuzey ile Güney’in çatışan çıkarlarının rol aldığı da doğruydu. Fakat en azından köleliği ortadan kaldırmaya çalışan Kuzeylilerin bu savaşta yitirdiklerini nasıl değerlendirdiğine bakıldığında bu savaşta nesnel çıkarlardan daha farklı etmenlerin de rol aldığını düşünmek zorundayız. Şöyle diyordu Kuzeyliler: “biz asırlarca Afrikalı zencileri sömürdük. Ve onların el emeğiyle yarattığı zenginliği gasp ederek kendi müreffeh yaşamımızı kurduk. Şimdi Tanrı bizlerden asırlara yayılmış bu günahımızın intikamını alıyor. Evet yüzbinlerce gencimizi yitirdik bu savaşta. Daha da yitireceğiz. Fakat eğer günahlarımızdan arınmak ve İsa’ya layık birer insan olmak istiyorsak bu savaşı devam ettirmek zorundayız.”

İnsanın çıkarı adına ölümü kabul etmesi kendi içinde çelişkili bir durumdur. Çıkarı kollamak kendi varlığını korumak ve güvenceye almak eylemidir. Göz göre göre ölümü kabul etmek ise tüm nesnel çıkarlarından feragat etmektir. İnsanlar nesnel çıkarları adına ölümü kabul edemezler. Ölümü kabul etmek için yaşamdan daha üstün değerlerin insanı şekillendiren ve onun hayatına yön veren bir belirleyiciliği olmalıdır ki bunlar da Marx’ın tarihte etkin bir rolü olmadığını iddia ettiği kültüre, dine, maneviyata yani üstyapıya ilişkin değerlerdir. Yani adalet duygusu, hakkı ikame etme duygusu, vatanını koruma duygusu, insanlığı esenliğe çıkarma duygusu gibi manevi değerler… Savaş stratejisyenlerini ciddiye alacaksak bir savaşın başarılı olması için en elzem unsurlardan biri olan maneviyat unsurudur bu. Kısa konuşursak en azından savaşlarda ölümü göze alma durumunun söz konusu olduğu durumlarda tarihe yön veren motor salt çıkarlar değil, idealist felsefenin bayraktarı olduğu yüksek ideallerdir.

İdealler yanlış tanımlanabilir. Çarpıtılabilir. Fakat bir kategori olarak ideal en az nesnel çıkarlar kadar tarihin yön verici kuvvetlerinden biridir.

II.

İdealler ve maneviyat sadece büyük savaşların kazanılmasında ciddi bir rol oynamazlar. İdealler aynı zamanda yine nesnel çıkarlarımıza zarar verebilecek bir şekilde bir toplumun kendini yeniden üretmesinde de hatırı sayılır bir rol oynarlar. Annelik ve babalık duygusundan, yani ebeveynlik duygusunun bizi bireysel çıkarlarımızı reddetmeye götürecek kadar bizi harekete geçirme yetisinden söz ediyorum.

Anne ya da baba olduğumuzda pek çoğumuz hayatını yeniden yapılandırır. Ve çocuğunun güzel bir geleceğe sahip olması adına büyük fedakarlıklara katlanır. Gerektiğinde çocuğunu korumak için kendi maddi çıkarını hiçe sayarak ölümü bile göze alır.

İnsanı maddi çıkarlarından böylesi bir feragate götüren ebeveynlik duygusunun açıklamasının ‘soyunu devam ettirme dürtüsü’ kavramı olmadığının izahı sanıyorum gereksizdir. Çünkü ebeveynlik duygusu birkez böyle açıklanınca o zaman soru şuna döner: “iyi de canlının her parçasını hükmü altına alan bu dürtü nereden çıktı?”

Aristo biyolojisinin egemen olduğu çağlarda buna yanıt vermek kolaydı. Çünkü Aristo metafiziğinde ve biyolojisinde ‘gerçek varolan’ birey değil, ezeli ve ebedi bir kavram ve form olarak kavranan ‘tür’dü. Birey salt türün bir tecessümü olarak kavranıyordu. Ve birey türün hizmetindeydi. Tür ezeli ve ebedi olduğu için, zamanda ve mekanda ortaya çıkmış birey doğası gereği türün devamına hizmet ediyordu. Yani Aristo için ebeveynlik duygusu tamamen doğaldı.

Fakat artık Aristo’nun ‘amaca yönelik eylemi doğal kabul eden teleolojik açıklaması’nı reddediyoruz. Artık amaçların değil, amaçsız mekanik nedenlerin bir açıklama olarak kabul edildiği bir çağda yaşıyoruz. Bu sebeple eğer materyalistsek ‘soyunu devam ettirme dürtüsü’ denen şeyin mekanik bir açıklamasını yapmak zorundayız. Yani insanı kendi çıkarını reddetmeye kadar götürebilen bu görev duygusu nasıl ortaya çıkmıştır, bir materyalist olarak bunun izahını yapmak göreviyle karşı karşıya kalıyoruz eğer Aristo’yu reddediyor ve bir materyalist olarak teorik sistemimizi çökertecek açıklanamaz bir muammayla karşı karşıya kalmak istemiyorsak…

Sanıyorum bir Darwinist’ten gelecek şu açıklamanın gerçek bir açıklama olmadığı baştan kabul etmek zorundadır: pek çok Darwinist kitapta okuyabileceğiniz gibi şöyle bir yanıt türü geçersizdir: “Soyunu devam ettirme dürtüsü olan bireyler hayatta kalır. Soyunu devam ettirme dürtüsü olmayan bireyler ise doğal seçilimle ayıklanır. İşte bu sebeple bugün gördüğümüz canlılarda soyunu devam ettirme yetisini taşıyan bireyler ve türler ayakta kalmıştır.”

Bu bir açıklama değildir. Neden? Şöyle bir senaryo düşünelim: Örneğin bugün yeryüzünde bazı insan gruplarının kanatlara sahip olduklarını ve bu kanatlar sayesinde uçabildiklerini ve uçabildikleri için de kanatlara sahip olmayan biz sıradan insanlara göre çok daha büyük imkanlara sahip olduklarını ve bu sebeple biz kanatsız insan türünün kaynaklarına el koyup bizi yok ettiklerini görseydik şu cümle kanatlı insanların ‘ortaya çıkış’ının bir açıklaması olur muydu? “Kanatlı insanlar kanatsız insanlara göre daha gelişkin oldukları için evrim kanatlı insanları seçer. Kanatsız insanlar da kanatlılara göre daha güçsüz oldukları için kanatsız insanlar doğal seçilim tarafından ayıklanır. İşte bu sebeple biz bugün yeryüzünde kanatsız insanları değil de, kanatlı insanları görüyoruz.”

Bu açıklama bir kez kanatlı insanlar ortaya çıktıktan sonra neden ve nasıl olup da kanatlı insanların türünü devam ettirip, kanatsız insanların kaybettiğinin açıklaması olabilir. Fakat bu açıklama bir insan organizmasında kanatlı insanların nasıl ortaya çıkabilmiş olduklarının açıklaması değildir. Yani türün ve bir niteliğin devam edişini ve süregelişini açıklayan cümle, bu türün ve bu niteliğin ‘ortaya çıkış’ının açıklaması olamaz.

Bu dürtünün ‘ortaya çıkış’ının açıklaması neo-Darwinizm’in iddia ettiği gibi bir genin mutasyon geçirerek minimal bir adımla yeni bir işlev kazanması da olamaz. Zira ‘soyunu devam ettirme dürtüsü’nün ortaya çıkışı, annenin ya da babanın bütün bedensel alt-sistemlerini beraberce dönüştüren bir dönüşümün ürünü olmadığı sürece işlevsizdir. Zira soyunu koruma dürtüsü, annenin ve babanın bedeninin bütün alt-sistemlerini beraberce etkiler. Bu alt-sistemlerden birinde bile gerekli dönüşüm sağlanmadığında, anne ya da baba, yavrusuna, yavrusunun yaşamı için gerekli olan ihtimamı gösteremez. Bu sebeple mekanik materyalizmle sınırlı kalacaksak ‘soyunu devam ettirme dürtüsü’nün ortaya çıkabilmesi için canlının genetik sisteminin ayrı ayrı her parçasında bir seferde mucizevi bir dönüşüm gerçekleşmiş olmak zorundadır. Neo-darwinizm’in evrim süreçlerini minimal adımlara bölerek adım adım açıklamaya çalışırken kaçındığı şey de böylesi ‘anlık bütünsel mucizevi dönüşüm’lerdir.

Canlıların evrimle dönüştüğünü reddetmiyorum. Fakat neo-Darwinist mekanik materyalizmle sınırlı kalacaksak canlının bütün alt-sistemlerini beraberce etkileyen niteliksel dönüşümleri açıklamaya çalışırken ‘büyük mucizeler’e başvurmak zorunda kalıyoruz ki bilimin açıklama yaparken kaçındığı şey böylesi büyük mucizelerdir.

Materyalist Darwinizm’in ebeveynin tüm duygularına ve düşüncelerine hükmeden bu ‘soyunu devam ettirme dürtüsü’nü açıklama mantığında bir muamma daha var. Maddi oluşumların zihinsel oluşumları nasıl ortaya çıkardığı ya da beyin hallerinin zihin hallerini nasıl etkileyebildiği konusunda hala zırcahiliz. Madde ve zihin, beyin ve bilinç arasında etkileşimler olduğunu biliyoruz. Fakat bu etkileşimin mekanizmasının materalist izahı her zaman bağrında bir boşluk ve sıçrama taşıyor. Yani nöronlardan duyguları türetmeye çalışırken açıklama zincirinde her zaman bir ‘sıçrama’ yapıyoruz. Ki bilimin açıklama mantığının bir temeli böylesi mantıksal boşlukları ve mantıksal sıçramaları kabul etmemesidir.

Biz ebeveynleri kendi maddi çıkarlarımıza ve kendi yaşamımıza zarar verebilecek bir şekilde çocuklarımıza adatan ‘soyunu devam ettirme dürtüsü’ materyalist bir perspektifte açıklaması olmayan bir dürtüdür. Kısa konuşursak soyunu devam ettirme dürtüsü ve ona hizmet eden idealler, örneğin annenin ‘merhamet’i, babanın ‘çocuğa adanmışlığı’ gibi duyguları, maddenin, genlerin ve beyin durumlarının ‘gerçek etki sahibi olmayan gölgeler’i olarak değil de, maddeye ve bedene en derininden biçim verme yetisine sahip idealler ve üstyapı kurumları olarak kavranmak zorundadır. Merhamet ve adanmışlık basitçe maddeden ayrı gayrı ve maddeyi etkileme yeteneği olmayan birer bilinç içeriği değildirler, onlar annenin süt veren memesine ve babanın çocuğu düşmanlardan koruyan omurgasına kazınmışlardır. Nasıl olduğunu bilmesek de bu duygular ve düşünceler maddenin şekillenişinde söz sahibidirler.

Bu tartışmayı kendi meselemizle sınırlayacak olursak, Marx’ın “tarihte motor işlevi gören şey özünde maddi çıkarlardır, üst yapı kurumları ise bir çeşit çıkarlar üzerine örtülmüş maskelerdir” cümlesine karşıt olarak bir toplumun kendini yeniden üretebilmesi sürecinde bile maneviyatın, yani merhamet ve kendini çocuğuna adamak gibi oldukça güçlü ebeveynlik duygularının hayat memat meselesi olduğunu söylemek zorunda kalıyoruz.

III.

Bir sistemi oluşturan sınıfların ve bireylerin nesnel ve maddi çıkarlarını altüst edecek şekilde hayata yön veren idealler ve maneviyat gibi üstyapı kurumları sadece büyük savaşların kazanılmasında ya da toplumun kendini yeniden üretmesinde söz sahibi olmazlar. Üstyapı kurumları iktisadi altyapının teşkilinde de hayat memat meselesi bir rol oynarlar. Teknolojinin ortaya çıkışı için elzem olan maneviyat unsurlarından bahsediyorum.

Teknoloji bilim sayesinde gelişir. Bilimin gelişmesi için bilim adamlarına ihtiyaç vardır. Bilim adamları ise doğada hazır olarak bulunmazlar. Yaratılmaları gerekir. Bu sebeple bir toplumda teknolojini gelişmesi için insanların bilim adamı olmaya özenmesi, bunu bir yaşam ideali olarak benimsemesi gerekir.

Kapitalizmin egemen olduğu bugün, bilim adamları etkin bir biçimde kullanılan sermaye güçleri tarafından yaratılabilmektedir. Fakat bilim ve bilim-teknoloji evliliği ezelden beri yoktu. Bugünkü şekliyle bilim ve bilim-teknoloji evliliğinin ‘ortaya çıkış’ı, sermaye güçlerinin ürünü değildir. Aksine bilim bir kez rüştünü ispatladıktan ve bilimi geliştirmenin sermayenin çıkarına olduğu anlaşıldıktan sonra, yani bilim ve sanayi devrimlerinden sonra sermaye bilimi kurumsal olarak desteklemeye gereksinim duymuştur.

Modern bilimin tarihine bakıldığında büyük bilimsel ve teknolojik keşifleri yapmış bilim adamlarına yön veren güdü çoğu zaman maddi ve nesnel çıkarlar değildi. Hakikati öğrenme, Tanrı’nın sanatını müşahede etme, merak, keşif heyecanı, entelektüel tatmin, insanlığa hizmet etme tutkusu gibi manevi duyguların hükmettiği bilim adamlarıydı bilimin gücünü devletlere ve sermayeye ispatlayan… Ancak ve ancak kendini maddi değil de, manevi ve üstyapısal duyguların harekete geçirdiği bireylerin çabaları sonucudur ki bilim rüştünü ispat etmiş ve sermayeyi bilime yatırım yapma noktasına getirmiştir.

Genellikle Marxist tarih yazımında modern Batı’nın yükselişi açıklanırken feodal sistemin çelişkileri, ticaretin yükselişi, sermaye birikimi gibi maddi unsurlara hayli yer ayrılır. Fakat kalıcı büyümenin esasını oluşturan bilimsel ve teknolojik gelişimde rol oynayan ‘bilim adamlarının yükselişi’ bahsi es geçilir. Örneğin bir Marxist olan Wallerstein’ın modern kapitalizmin yükselişini açıklayan dünya sistem teorisinde uluslararası ticaretin gelişimi etkin neden olarak rol oynar. Fakat Batı’nın gelişiminde rol oynayan Rönesans, Bilim Devrimi, Aydınlanma gibi üstyapısal ve manevi boyutlar hiç ama hiç etkin neden olarak ele alınmazlar. Wallerstein’a göre bilimsel gelişimler sermaye yatırımının doğal sonucudurlar.

Oysa modern kapitalizmin yükselişinin açıklamasının hakkı verilecekse en az maddi kurumlardaki dönüşümler kadar bilim devrimini ortaya çıkaran üstyapı unsuru, yani bilimi besleyen ve insanları bilim adamı olmaya iten manevi ve kültürel dönüşüm de hesaba katılmak zorundadır. Zira Batı’nın yükselişi temelde onun teknolojik üstünlüğüne, teknolojik üstünlük bilimin gelişkinliğine, bilimin gelişkinliği ise kendini bilimsel tutkulara ve ideallere adamış insanların varlığına dayanır.

Ki bilim devrimine ve bilim-teknoloji evliliğinin yaratılmasına ön ayak olan bilim adamlarının ortaya çıkışında, bilimi maddi çıkar için değil de, bilime hizmet için servet kazanmayı reddedecek, keyifli bir yaşam sürme seçeneğini reddedecek, bunun için ömür boyu zahmete katlanmayı isteyecek, hatta bilim için ölümü göze alabilecek kadar nesnel çıkarlarından vazgeçmiş insanların rolü hayli büyük olmuştur. Bilimin sermaye güdümünde kurumlaştığı bugün bile pek çok bilimadamının motivasyonu kendi maddi çıkarını yükseltme çabası değil, onların bilimsel yaşamı bir yüksek bir ‘yaşam ideali’ olarak kavraması durumudur. Yani bilim kurumunun ortaya çıkışında ve bugün bir kurum olarak devamının sağlanmasında maddi çıkarların ötesinde yatan maneviyat unsurunun ciddi bir payı vardır.

Kısa konuşursak, maneviyat ve üstyapı unsurları en derin altyapı unsuru olan teknolojik gelişimin göbeğine ve soykütüğüne işleyecek kadar tarihte motor rolü oynamıştır.

IV.

Maneviyat ve üstyapı unsurları tarihte büyük savaşların kazanılmasında, toplumun ebeveynlik vasıtasıyla kendini yeniden idame ettirmesinde, bilim ve teknolojinin devamında etkin olduğu kadar bir devletin devamında da hayat memat meselesi bir rol üstlenirler. Devlet adamlığı kurumundan bahsediyorum.

Tarihe geçmiş ve ülkesine hizmet ettiğine inanılmış devlet adamlarının pek çoğu kendi maddi çıkarlarını reddedecek kadar kendilerini ülkelerine adarlar. Böylesi adamları motive eden güç basitçe bireysel refah arzusu, sınıfsal çıkarlarını artırma duygusu, halkları kandırarak gücünü yükseltme arzusu değildir. Tarihe geçmiş, kurumlar yaratmış ve adı hoş bir hatıra olarak anılmış pek çok devlet adamı bir sınıfın sözcüsü değil, bir ulusun fedakar evladıdır. Onları kendilerini tüketecek kadar canhıraş bir mücadeleye zorlayan, onları yeni kurumlar yaratmaya ya da varolan kurumları ıslah etmeye sevk eden duygu büyük oranda uluslarına ve uluslarının geleceğine hizmet etme arzusudur.

Böylesi bir milliyetçilik idealinin zararlı sonuçlar verebildiğini inkar etmiyorum. Sadece şunu vurgulamak istiyorum: böylesi devlet adamlarında biz şu kimlik şekillenmesini görürüz: böylesi insanlar kendi şahıslarıyla ulusal aidiyetleri arasında bir ayrım yapmazlar. Böylesi insanlar pek çok zaman uluslarının kimliğiyle ve geleceğiyle bütünleşmişlerdir. Böylesi insanların yaşamında tikel çıkarlar egemen değildir. Onların uluslarına ait meseleleri vardır. Ve böylesi insanlar genellikle tikel çıkarların savunucusu olarak değil, uluslarının geleceği istikametinde pek çok zorluğa göğüs gererler. Böylesi insanlar tikel grupların menfaatlerini kolladıkları zaman bile, bir sınıf adına değil, adalet zemininde ve ulusun bütünsel maslahatı gözetilerek karşılanması istikametinde bu menfaatleri ele alırlar.

Milliyetçiliğin savaşlarda insanları savaşlarda ölümü göze almaya götürecek kadar maddi çıkarların üstüne çıktığını biliyoruz. Fakat milliyetçi idealler sadece savaşlarda ölümü göze almayı değil, tüm bir yaşamı tikel çıkarlardansa ulusun geleceğine hizmet etme düşüncesi etrafında yapılandırmaya ve anlamlandırmaya da götürür devlet adamlarını.

Bismarck’ın, Lincoln’ün, Mustafa Kemal’in, Bülent Ecevit’in, George Washington’un, Hazret-i Ömer’in vd hayatından ulusa hizmet etme ve bu yolla geleceğe güzel bir miras bırakma duygusunu söküp alırsanız onların hayatının anlamını ve motivasyonunu tamamen yitireceği gerçeğiyle karşı karşıya kalırsınız. Siyaset böylesi insanlar için bir kariyer meselesinden ibaret değildir. Siyaset böylesi insanlar için hayata anlam veren bir maneviyat meselesidir.

Bu duygu bizlere ünlü varoluşçu psikiyatr Victor Frankl’ın öğrettiği bir duygudur. “İnsan yapısal olarak maneviyat peşinde koşan bir varlıktır,” der Frankl. “En maddi çıkarlarını bile maneviyat zemininde meşru kılamıyorsa ciddi bir varoluş buhranı yaşar. Ve eğer maneviyatı gerektiriyorsa bu manevi değerler için büyük zahmetlere ve gerekirse ölüme katlanır.”

Kısa konuşursak… Siyasette ve bürokraside gördüğümüz pek çok insanın dilinden dökülen ‘ülkeye hizmet aşkı’ na sahip olma duygusu pek çok siyasetçi ve bürokrat için sahtekarca bir yalandan ibaret olsa da, devlet adamı vasfına sahip bireyler için son derece samimi ifadelerdir. Ve devletleri ayakta tutan, devleti devlet yapan pek çok kurumu var eden ve bu kurumlarını felsefesini yaratan, ve insanların devletine güven duymasına ve ülkenin kendini devam ettirmesine yol açan da böylesi ideal sahibi devlet adamlarıdır.

V.

Burada uzun uzun anlatmaya gerek yok. Pek çok dert sahibi entelektüel ve pek çok din önderi de, aralarından sahtekarlar çıkabilmiş olmasına rağmen, maddi çıkarlarla değil, manevi ve üstyapısal dürtülerle motive olurlar. Marx, Nietzsche, Buda, Konfüçyüs, İsa, Bediüzzaman gibi toplumların geleceğine yön veren düşünceleri yaratmış böylesi bireylerin hayatını maddi menfaatlerle, yani bir sınıfın çıkarını koruma duygusuyla açıklayabilmek mümkün değildir. Böylesi insanlar genellikle insanlığın ıstıraplarına deva sunma tutkusuyla her türlü bireysel ve sınıfsal çıkarı reddedebilecek kadar yücelmiş ve kimi zaman delirmiş insanlardır. Buda’nın insanlığı mutsuzluktan kurtarma aşkıyla krallıktan vazgeçmiş olması tarihe yöne veren böylesi insanlarda ideallerin çıkarlar üzerindeki tahakkümünün sembolüdür.

VI.

Bireysel ve sınıfsal çıkarları kollama çabasının, gücü yükseltme arzusunun, düşünceleri ideolojik manipülasyon olarak kullanma duygusunun tarihin ezeli motor güçlerinden olduğu düşüncesini reddetmiyorum. Marxism bu hususta bizlere çok şey öğretti.

Hatta burada birer ideal tip olarak sunduğum askerlerin, bilim adamlarının, devlet adamlarının ve entelektüellerin hayatında, maddi çıkar duygusunun en az idealler kadar yer tuttuğunu da reddetmiyorum. Fakat bu insanları salt maddi çıkar zemininde açıklamanın imkansız olduğunu, bu insanları anlayacaksak maddi çıkar kadar maneviyat ve idealizmin kavramlarına da başvurmak zorunda olduğumuzu söylüyorum.

Yani en az bu şeytani güçler kadar, adalet tutkusunun, yüksek ideallere hizmet arzusunun, insanlığa mutluluk götürme çabasının, hakikati bir menfaat için değil de sırf hakikat olduğu için öğrenme çabasının da vs tarihin ezeli ve ebedi motor güçlerinden olduğuna inanıyorum.

Ve eğer tarih, materyalizmin iddia ettiği gibi salt maddi çıkarlardan ve şeytani güçlerin savaşımından ibaret olsaydı, insanlığın birinci dünya savaşı gibi bir cehenneme ilelebet mahkum olmuş olacağına da inanıyorum. Eğer insanlık tarihi boyunca bu şeytani güçleri dengeleyen manevi ve üstyapısal unsurlar olmasaydı, insanlığın daha yolun başında helak olmuş olacağına inanıyorum.

Oysa bugün materyalist perspektifle yazılmış pek çok tarih kitabı salt ama salt maddi çıkarları öne çıkaran bir tarih anlatısı sunuyor. Ve bu perspektife göre bir tarih vizyonu geliştirip buna göre bizlerin kişiliğini şekillendiriyor.

Çağdaş kapitalist biyoiktidar ise insanı maddi çıkardan başka bir şey düşünmeyen bir homoekonomikus olarak kavrıyor, ve bu homoekonomikus’u küresel olarak yaratıyor.

Oysa eğer insanı ve tarihi hakkıyla kavrayacaksak, tarihe yön veren güçleri bütünsel bir şekilde kavrayacaksak, ve kişiliğimizi ve geleceğimizi yeniden bir cennet yolunda şekillendireceksek insanın manevi boyutlarını da hesaba katan ve bu manevi unsurların tarih şekillendirici gücünü açığa çıkararak bir ümit yaratan bir tarih ve insan vizyonuna sahip olmak zorundayız.

Kısa konuşursak, bizlere maddenin motor gücünü anlatan Marx’a ve Braudel’e ne kadar muhtaçsak, mananın, ideallerin ve yüksek değerlerin tarih ve insan şekillendirici gücünü bizlere anlatan Arnold Toynbee’nin tarih bilincini özümsemeye de o kadar muhtacız.

Oysa çağımız o kadar materyalist oldu ki, Arnold Toynbee’nin eksik ama muhteşem bir hikmet abidesi olan Tarih Bilinci adlı başyapıtını okumaya tenezzül eden kimse bulunmadığı için iki ciltlik bu eser on yıllardır Türkiye’de basılmıyor. Türkiye’de on yıllardır hiçbir ciddi tarihçi idealist tarih kavrayışını merak etmiyor.

Ve ne yazık ki dünya tarihine dair okuduğum pek çok eser bizlere maddenin, çıkarların ve güç arzusunun tecessümünden başka bir tarih anlatısı sunmuyor.

Bize maddeden başka bir şey göstermeyen bu tarih ve insan vizyonunun bedeni ve ruhuyla bir bütün olan insan potansiyelini alabildiğine dumur ettiğine ve tarihteki atalarımıza ciddi haksızlık ettiğine inanıyorum. Bizlerin geleceğe yön vermeye çalışırken sahip olduğumuzu gizli potansiyeli örtbas etmesi durumu ise cabası…

VII.

Tüm bu anlattıklarımdan hareketle İslam tarihine bakacak olursak…

İslam tarihine materyalizmle sınırlı bakan tarihçilerin İslam tarihinin motor güçlerinden biri olan maneviyat ve idealizmin öneminin hakkını veremediğine inanıyorum.

Hazret-i Peygamber’in mücadelesine başlarken dünyanın ne kadar sefil bir durumda olduğunu o günün insanının gözleriyle göremeyen, Kuran’ın yedinci asır insanı tarafından okunuşunun bu insanı nasıl da yeryüzüne adalet ve barış götürme dürtüsüyle donattığını hissedemeyen, bu yüksek tutkuların nasıl olup da bu bedevi ve güçsüz-silahsız insanları Roma ve Sasani İmparatorluklarına baş kaldırmaya götürdüğünü anlayamayan bir tarihçinin ilk dönem İslam tarihinin hakkını veremediğine inanıyorum.

Yine aynı şekilde, Osman Gazi zamanında Anadolu ve Rumeli’nin nasıl bir zulüm içinde yaşadığını o dönemin insanının gözleriyle göremeyen, Kuran’ın on üçüncü asırda tasavvufça okunuşunun o dönemin insanını nasıl olup da bir adalet ve barış savaşçısına dönüştürdüğünü hissedemeyen bir tarihçinin Osmanlı yükselişinin kolektif motivasyonunu yaratan gücü hakkıyla anlayamayacağına inanıyorum.

İslam fetihlerinin motivasyonu, bu savaşlar gerçek İslam idealleri namına yapıldığı sürece ganimet, talan ve yağmacılık arzusu değildi. Ganimet neden değil, sadece bir müşevvikti ve adına savaşılan halklardan değil, salt savaşılan toplumun ordusundan ve saraylılarından alınıyordu. Peygamber’in arkadaşlarının ve ilk Osmanlı sufilerinin kendi çevrelerindeki zulüm toplumlarıyla ciddi bir kavgaları vardı. Onları kendilerinden kat kat büyük ordulara savaş açmaya yönelten kolektif duygu buydu. Bu fetihlerin kalıcı olmasının ve fethedilen topraklardaki insanların herhangi bir baskı altında kalmadan İslam’ı seçmiş olmasının altında yatan duygu da buydu. Bu kolektif duygu karizmatik kişilikler yaratıyor ve bu kolektif karizma halkları cezbediyordu. Adalet ve barış gibi yüksek ideallere adanmış bu kolektif duygu her asırda kendi kahramanlarını yaratmayı becerdi. Bizim bugün bu insanları ‘yanlış insanlar’ olarak kavramımızın sebebi, ya her asırda İslam’ı hakkıyla anlayamadığını bildiğimiz insanlara baktığımız gözlüklerle İslam tarihinin bütününü değerlendiriyor olmamız, ya da 21. Asır bilinciyle eski çağların bilinci arasındaki kopukluğun bu insanların hermeneutiğini yapma ve bu insanların maneviyat dünyasını anlama yeteneğinden bizleri kötürüm bırakmış olmasıdır.

Elbette ki ilk İslam toplumu da Osmanlı toplumu da nihayetinde çürüdü. Fakat bu çürüme bu ruhun özündeki bozukluktan değil, bu güzel ruhun asli temizliğinden sapmış olmasından kaynaklanır.

İslam tarihi için bu söylediklerim Batı tarihinde, Çin, Hint, Japon, Rus tarihindeki sayısız idealist insan için de geçerlidir. Bugün yaşamlarımızın bir değeri ve anlamı varsa, geçmişte yaşayan böylesi idealist insanların yeryüzüne hediye ettiği düşünceler hatırına sahibiz bu değerlere.

İşte tarihe yön veren bu maneviyat mirasını yeniden gözler önüne sermeye muhtacız. Alain Badiou’nun dediği gibi bizleri sistemin dişlisi olmaktan çıkaracak ve bizleri kendilerine sadakat aşılayıp özneleştirecek hakikat olaylarını yeniden keşfetmeye…

Bugün 21. Asır insanı olarak ciddi tehlikelerle yüz yüzeyiz. Medeniyetler savaşı, küresel ölçekli etnik bölünmeler, iktisadi kriz, jeopolitik savaş ve küresel ısınma tehdidi… Ve daha önceki çağların hilafına, çağdaş kapitalizmin her çeşit biyoiktidar vasıtasıyla dayattığı hedonizmin ruhlarımızı ve bedenlerimizi şekillendirici gücü altında bu meydan okumalara yanıt verecek bir idealizmden ve maneviyattan alabildiğine yoksunuz. Fakat eğer insanoğlunun bir geleceği olacaksa acilen maneviyatla ve idealizmle yeniden şekillenmeye de muhtacız. Ve ne yazık ki çağdaş entelektüel atmosfer de en az küresel kapitalizm kadar maneviyata ve idealizme yabancı.

Sasani İmparatorluğuyla savaşa giden bir sahabiye Sasani başkomutanı şöyle sormuştu: “Neden buraya geldiniz? Zenginliğimize mi tamah ettiniz?” Sahabi başkomutana şöyle yanıt vermişti: “biz insanları sultanların zulmünden Allah’ın adaletine, sultanların yarattığı fakirlikten Allah’ın zenginliğine ve sultanlara kölelikten Allah’ın özgürlüğüne taşımak için geldik. Derdimiz para pul servet ya da maddi menfaat değil.” Bugün insanlık olarak bu ruha daha önce hiç ihtiyacımız olmadığı kadar muhtacız.

Ve bu ihtiyaç bizleri tarihe ve insana en az materyalist gözlüklerle bakmayı zorladığı kadar, tarihe sinmiş idealizmi ve maneviyatı da yeniden görmeyi zorluyor. Yani bize maddenin gücünü anlatan Marx’a ve Braudel’e ne kadar muhtaçsak, ideal insanlarının tarih değiştiren gücünü göz önüne getiren Arnold Toynbee’ye ve Toynbee’nin Tarih Bilinci’nin gölgesinde kişiliklerimizi dönüştürmeye de o kadar muhtacız.

VIII.

Peki maneviyat, kültür, üstyapı ve idealizm unsurlarının nasıl bir özü var ki maddeye ve bedene biçim verebiliyor? Madde-mana ilişkisini materyalist temellerde inşa edemiyorsak bu ilişkinin ontolojisi nedir?

Kant Saf Aklın Kritiğinde doğayı maddeci bir mekanizma olarak ele aldı ve bu maddeci mekanizmi felsefi olarak temellendirdi.

Fakat Kant bu kritiğin insan ruhunu açıklama yeteneği olmadığını biliyordu. Bu sebeple Pratik Aklın Kritiğinde maddeden ayrı gayrı duran ruh gerçeğini tartıştı.

Fakat bu iki kritik tam bir şizofreni oluşturuyordu. Mekanizmaya tabi ve menfaatten başka bir değişkeni olmayan beden ile, özgürlüğe açık ve idealizm peşinde koşan ruh arasında bir yarık vardı.

Bu sebeple Kant Yargı Gücünün Kritiğini yazdı. Ve organizma ve yaşam kavramlarının bu yarığı dikebileceğini savundu. Yani madde inorganik yaşamda tam da maddeci fiziğin dediği gibi davranıyordu. Fakat bir organizmanın biçimi bile bizlere maddeci mekanik fizikte yeri olmayan bir aklın, bir ideanın ve bir arzunun maddeyi etkileyebildiğini kanıtlıyordu.

Yani Kant için canlı organizma sadece mekanik nedenlerle değil, bir idea’nın ve bir İdeal’in de güdümü altında biçim kazanıyordu.

Özetlemek gerekirse Kant için bir ideanın hizmetinde yaşamak, ya da bir ideal’ın peşinde koşmak insan bedenine kazınmış durumdaydı. Beden sadece yaşamı korumaya çalışmıyordu, beden aynı zamanda Aristo’nun dediği gibi ‘iyi yaşam’ı da arzuluyordu.

Darwinizm canlının mekanik-maddeci bir açıklamasının yapılabileceğine inandı. Darwinizm’in yaşamın dönüşümü konusunda belli mekanik nedensellik zincirlerini keşfetmiş olduğu gerçeğini inkar etmiyorum. Evrimi de reddetmiyorum.

Fakat maddeci Darwinizm şimdiye kadar ne yaşamın ve organizmanın nasıl ortaya çıkabilmiş olduğu konusunda ne de canlı evriminin her aşamasında canlı bünyesi içindeki parçaların koordinasyonun nasıl korunabiliyor olabildiği konusunda tek bir anlamlı cümle edemedi. Ki bunlar Kant’ın yaşam hakkındaki teorisine temel oluşturmuş muammalardı.

Yani Aristo’nun ve Kant’ın, idealizmi ve iyi yaşam peşinde koşma yeteneğini canlının maddesine hükmeden bir güç olarak kavrayışı maddeci-mekanik evrim biliminin tüm kurumsal gücüne rağmen hala teorik olarak ayaktadır.

Bugün Darwin’in ‘hayatta kalma mücadelesi’ düşüncesi altında tarihimizi inşa eden bizler, kendimizi inşa ederken ve tarihe bakarken en az Darwin kadar Aristo ve Kant’a da dönmek zorundayız.

Zira maddeci mekanizmalara göre inşa etmiş olduğumuz bugünkü yaşamlarımızın fakirliğinden sadece zihinlerimiz değil, bedenlerimiz ve bilinçdışılarımız bile artık illallah ediyor.

Esat ARSLAN

QOSHE - Marxist Materyalizmin İdealist Dayanakları - Esat Arslan
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Marxist Materyalizmin İdealist Dayanakları

29 0
09.05.2024

I.

Marx insanlığı komünist cennete taşımak arzusunu harekete geçirmek için adalet duygusunun ve yüksek ideallere hizmetin cezbediciliğinin tarih şekillendirici gücünü harekete geçirmeye çalışan Robert Owen gibi sosyalistleri ütopik olmakla suçladı. Marx’a göre komünist cennet böylesi manevi duyguların harekete geçmesiyle değil, bireysel ya da sınıfsal çıkarını koruyan insanların yarattığı sistemin kendi iç çelişkileriyle ve kendi iç işleyiş mantığıyla ortaya çıkacaktı. Marx ütopik sosyalistlere karşı kendi konumunu bilimsel sosyalizm olarak adlandırdı.

Marx’a göre insanların kendi bireysel ya da sınıfsal çıkarını koruyor olması durumu mücadelelerimiz adına yaslanabileceğimiz biricik nesnellikti. Marx’a göre tarihi doğru anlamak ve onu yönlendirmek istiyorsak, tarihi çıkarların, güç arzusunun ve çıkar ve güç mücadelesi ekseninde düşüncelerin birer ideoloji olarak manipüle edilişinin tarihi olarak okumak zorundayız.

Fakat Marx bu bilimselliğe yaslanırken bir entelektüel olarak kendi konumunu açıklayamaz hale geldi. Marx proleteryanın sözcülüğüne soyunmuş ve bu sözcülük yolunda hayatın tüm keyiflerini reddederek madden sefil bir yaşamı göze almış bir düşünürdü. Eğer Marx’ı çıkarların ve güç arzusunun tecessümü olarak okumak isteyeceksek Marx’ın kendi ailesi itibariyle bir burjuva, eşi vasıtasıyla da bir aristokrat olduğunu merkeze koymak ve bir birey ve bir sınıf mensubu olarak Marx’ın çıkarının sefilce sömürülen işçi sınıfı adına mücadele etmektense, burjuva ya da aristokrat çıkarları için mücadele etmesi gerektiğini ve Marx’ın kendine seçtiği yaşama idealinin kendi çıkarlarıyla açıklanamaz olduğunu ve Marx’ın kendi bilimsel metoduna ayrıksı duran bu yaşam tercihinin kendi bilimsel konumu tarafından açıklanamaz olduğunu da kabul etmek zorunda kalacaktık. Yani Marx’ın kendisi, Marx’ın açıklamak istediği nesnel kapitalist sistem içinde ciddi bir çatlak oluşturur. Marx kendini adalet duygusuna ve yüksek ideallere hizmete adamıştı. Marx’ın kapitalist sistemin bir bileşenini oluşturan nesnel çıkarları ise kendi yaşam tercihi ile taban tabana zıt bir durum oluşturuyordu.

Bu durum nesnel sistemi, bireylerin ve sınıfların nesnel çıkarlarını, ve düşünceleri ideolojik manipülasyon olarak okuyan pek çok büyük Marxist düşünür için de geçerli bir durumdur. Bu düşünürlerin pek çoğu kendini sefilce sömürülen işçi sınıfının mücadelesine adamıştır. Bu yaşam tercihlerinde adalet duygusunun ve yüksek ideallere hizmet ülküsünün hatırı sayılır bir rolü vardır. Fakat bu büyük düşünürlerin aile bağlarına bakıldığında bu düşünürlerin pek çoğunun kendi bireysel ve sınıfsal çıkarlarına aykırı hareket ettiği görülür.

Okuduğum pek çok Marxist için nesnel çıkarlar tarihin motoru rolünü üstlenir. Ve tarihte rol aldığı söylenen yüksek ideallere hizmet ya da adalet namına mücadele etme iddiaları nesnel çıkarları perdeleyen ve örten birer maske olarak ele alınır. Örneğin tutarlı bir Marxist’e göre ABD’de köleliği ortadan kaldıran 1861-1865 İç Savaşı özünde özgür emeğe ve yüksek gümrük vergilerine ihtiyaç duyan sanayileşmiş Kuzey ile köleliğe ve düşük gümrük vergilerine ihtiyaç duyan tarımcı Güney arasında bir çıkar savaşı olarak anlamlandırılır. Savaş esnasında dile gelen ‘adalet cümleleri’ ise bu tarihçiler için salt ama salt çıkarları örtbas eden birer maskedirler.

ABD İç Savaş’ta genç nesillerinden yüzbinlerce insanı yitirdi. Ve ülke yok olma tehlikesi yaşadı. Bu savaşta Kuzey ile Güney’in çatışan çıkarlarının rol aldığı da doğruydu. Fakat en azından köleliği ortadan kaldırmaya çalışan Kuzeylilerin bu savaşta yitirdiklerini nasıl değerlendirdiğine bakıldığında bu savaşta nesnel çıkarlardan daha farklı etmenlerin de rol aldığını düşünmek zorundayız. Şöyle diyordu Kuzeyliler: “biz asırlarca Afrikalı zencileri sömürdük. Ve onların el emeğiyle yarattığı zenginliği gasp ederek kendi müreffeh yaşamımızı kurduk. Şimdi Tanrı bizlerden asırlara yayılmış bu günahımızın intikamını alıyor. Evet yüzbinlerce gencimizi yitirdik bu savaşta. Daha da yitireceğiz. Fakat eğer günahlarımızdan arınmak ve İsa’ya layık birer insan olmak istiyorsak bu savaşı devam ettirmek zorundayız.”

İnsanın çıkarı adına ölümü kabul etmesi kendi içinde çelişkili bir durumdur. Çıkarı kollamak kendi varlığını korumak ve güvenceye almak eylemidir. Göz göre göre ölümü kabul etmek ise tüm nesnel çıkarlarından feragat etmektir. İnsanlar nesnel çıkarları adına ölümü kabul edemezler. Ölümü kabul etmek için yaşamdan daha üstün değerlerin insanı şekillendiren ve onun hayatına yön veren bir belirleyiciliği olmalıdır ki bunlar da Marx’ın tarihte etkin bir rolü olmadığını iddia ettiği kültüre, dine, maneviyata yani üstyapıya ilişkin değerlerdir. Yani adalet duygusu, hakkı ikame etme duygusu, vatanını koruma duygusu, insanlığı esenliğe çıkarma duygusu gibi manevi değerler… Savaş stratejisyenlerini ciddiye alacaksak bir savaşın başarılı olması için en elzem unsurlardan biri olan maneviyat unsurudur bu. Kısa konuşursak en azından savaşlarda ölümü göze alma durumunun söz konusu olduğu durumlarda tarihe yön veren motor salt çıkarlar değil, idealist felsefenin bayraktarı olduğu yüksek ideallerdir.

İdealler yanlış tanımlanabilir. Çarpıtılabilir. Fakat bir kategori olarak ideal en az nesnel çıkarlar kadar tarihin yön verici kuvvetlerinden biridir.

II.

İdealler ve maneviyat sadece büyük savaşların kazanılmasında ciddi bir rol oynamazlar. İdealler aynı zamanda yine nesnel çıkarlarımıza zarar verebilecek bir şekilde bir toplumun kendini yeniden üretmesinde de hatırı sayılır bir rol oynarlar. Annelik ve babalık duygusundan, yani ebeveynlik duygusunun bizi bireysel çıkarlarımızı reddetmeye götürecek kadar bizi harekete geçirme yetisinden söz ediyorum.

Anne ya da baba olduğumuzda pek çoğumuz hayatını yeniden yapılandırır. Ve çocuğunun güzel bir geleceğe sahip olması adına büyük fedakarlıklara katlanır. Gerektiğinde çocuğunu korumak için kendi maddi çıkarını hiçe sayarak ölümü bile göze alır.

İnsanı maddi çıkarlarından böylesi bir feragate götüren ebeveynlik duygusunun açıklamasının ‘soyunu devam ettirme dürtüsü’ kavramı olmadığının izahı sanıyorum gereksizdir. Çünkü ebeveynlik duygusu birkez böyle açıklanınca o zaman soru şuna döner: “iyi de canlının her parçasını hükmü altına alan bu dürtü nereden çıktı?”

Aristo biyolojisinin egemen olduğu çağlarda buna yanıt vermek kolaydı. Çünkü Aristo metafiziğinde ve biyolojisinde ‘gerçek varolan’ birey değil, ezeli ve ebedi bir kavram ve form olarak kavranan ‘tür’dü. Birey salt türün bir tecessümü olarak kavranıyordu. Ve birey türün hizmetindeydi. Tür ezeli ve ebedi olduğu için, zamanda ve mekanda ortaya çıkmış birey doğası gereği türün devamına hizmet ediyordu. Yani Aristo için ebeveynlik duygusu tamamen doğaldı.

Fakat artık Aristo’nun ‘amaca yönelik eylemi doğal kabul eden teleolojik açıklaması’nı reddediyoruz. Artık amaçların değil, amaçsız mekanik nedenlerin bir açıklama olarak kabul edildiği bir çağda yaşıyoruz. Bu sebeple eğer materyalistsek ‘soyunu devam ettirme dürtüsü’ denen şeyin mekanik bir açıklamasını yapmak zorundayız. Yani insanı kendi çıkarını reddetmeye kadar götürebilen bu görev duygusu nasıl ortaya çıkmıştır, bir materyalist olarak bunun izahını yapmak göreviyle karşı karşıya kalıyoruz eğer Aristo’yu reddediyor ve bir materyalist olarak teorik sistemimizi çökertecek açıklanamaz bir muammayla karşı karşıya kalmak istemiyorsak…

Sanıyorum bir Darwinist’ten gelecek şu açıklamanın gerçek bir açıklama olmadığı baştan kabul etmek zorundadır: pek çok Darwinist kitapta okuyabileceğiniz gibi şöyle bir yanıt türü geçersizdir: “Soyunu devam ettirme dürtüsü olan bireyler hayatta kalır. Soyunu devam ettirme dürtüsü olmayan bireyler ise doğal seçilimle ayıklanır. İşte bu sebeple bugün gördüğümüz canlılarda soyunu devam ettirme yetisini taşıyan bireyler ve türler ayakta kalmıştır.”

Bu bir açıklama değildir. Neden? Şöyle bir senaryo düşünelim: Örneğin bugün yeryüzünde bazı insan gruplarının kanatlara sahip olduklarını ve bu kanatlar sayesinde uçabildiklerini ve uçabildikleri için de kanatlara sahip olmayan biz sıradan insanlara göre çok daha büyük imkanlara sahip olduklarını ve bu sebeple biz kanatsız insan türünün kaynaklarına el koyup bizi yok ettiklerini görseydik şu cümle kanatlı insanların ‘ortaya çıkış’ının bir açıklaması olur muydu? “Kanatlı insanlar kanatsız insanlara göre daha gelişkin oldukları için evrim kanatlı insanları seçer. Kanatsız insanlar da kanatlılara göre daha güçsüz oldukları için kanatsız insanlar doğal seçilim tarafından ayıklanır. İşte bu sebeple biz bugün yeryüzünde kanatsız insanları değil de, kanatlı insanları görüyoruz.”

Bu açıklama bir kez kanatlı insanlar ortaya çıktıktan sonra neden ve nasıl olup da kanatlı insanların türünü devam ettirip, kanatsız insanların kaybettiğinin açıklaması olabilir. Fakat bu açıklama bir insan organizmasında kanatlı insanların nasıl ortaya çıkabilmiş olduklarının açıklaması değildir. Yani türün ve bir niteliğin devam edişini ve süregelişini açıklayan cümle, bu türün ve bu niteliğin ‘ortaya çıkış’ının açıklaması olamaz.

Bu dürtünün ‘ortaya çıkış’ının açıklaması neo-Darwinizm’in iddia ettiği gibi bir genin mutasyon geçirerek minimal bir adımla yeni bir işlev kazanması da olamaz. Zira ‘soyunu devam ettirme dürtüsü’nün ortaya çıkışı, annenin ya da babanın bütün bedensel alt-sistemlerini beraberce dönüştüren bir dönüşümün ürünü olmadığı sürece işlevsizdir. Zira soyunu koruma dürtüsü, annenin ve babanın bedeninin bütün alt-sistemlerini beraberce etkiler. Bu alt-sistemlerden birinde bile gerekli dönüşüm sağlanmadığında, anne ya da baba, yavrusuna, yavrusunun yaşamı için gerekli olan ihtimamı gösteremez. Bu sebeple mekanik materyalizmle sınırlı kalacaksak ‘soyunu devam ettirme dürtüsü’nün ortaya çıkabilmesi için canlının genetik sisteminin ayrı ayrı her parçasında bir seferde mucizevi bir dönüşüm gerçekleşmiş olmak zorundadır. Neo-darwinizm’in evrim süreçlerini minimal adımlara bölerek adım adım açıklamaya çalışırken kaçındığı şey de böylesi ‘anlık bütünsel mucizevi dönüşüm’lerdir.

Canlıların evrimle dönüştüğünü reddetmiyorum. Fakat neo-Darwinist mekanik materyalizmle sınırlı kalacaksak canlının bütün alt-sistemlerini beraberce etkileyen niteliksel dönüşümleri açıklamaya çalışırken ‘büyük mucizeler’e başvurmak zorunda kalıyoruz ki bilimin açıklama yaparken........

© dibace.net


Get it on Google Play