Birçok kaynakta geçiyor.

1860 yılında, Japonya’dan resmi görevli birisi İstanbul‘a geliyor.

Bakıyor ki bizim tatlısu aydınları “Fransızca” konuşuyorlar.

Hemen oturup hükümetine bir rapor yazıyor ve “Bu Osmanlı aydınları aralarında Fransızca konuşmaya başlamışlar, manzara o dur ki burası yakında dağılacak” diyor.

Dediği gibi de oluyor.

Batı aşkını kalplerine nakşeden ve Fransa’yı “medeniyetin beşiği” olarak gören ittihatçı kafa, Osmanlı imparatorluğunu içeriden büyük bir sevda ile yıkıyor.

Bu durum Cumhuriyet Türkiye’sinde de değişmiyor.

Türk diplomasisi, “Ah Fransa ah” diye iç geçiren, Şanzelize’den özlemle bahseden, Paris aşığı entel dantel takımına kalıyor.

Burnundan kıl aldırmayan, elçilik kapısına gelen vatandaşlarımızı güvenlik kulübesinden öte geçirmeyen ve Türk halkına “Afganlı mülteci” muamelesi yapan bu diplomatlar, “aşırı batı hayranı” anlamına gelen “monşerler dönemini” başlatıyor.

Dolayısıyla Türk diplomasisi,

“Batı’nın işaret ettiği yolda yürümek ve uluslararası ya da ulusal konularda, başta ABD ve Avrupa olmak üzere Haçlı’nın temsilcileri ne diyorsa onu yapmak” üzerine kuruluyor.

Bu elitist tayfa yıllarca, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” refleksleriyle hareket ediyor.

Trablusgarp Savaşı’nda İtalyanlara geçici olarak bırakılan Rodos ve 12 Adalar, “Monşerlerin” Lozan’da bu konuyu gündeme dahi getirmemeleri nedeniyle İtalyanlara terk ediliyor.

Kıbrıs Harekâtı sırasında İngiltere Dışişleri Bakanı olan James Callaghan,

“Biz karşımızda bir hariciye vekili bulacağımızı sanmıştık, meğer bir telefon ahizesi varmış” diyerek, Türk hariciyesinin acziyetini itiraf ediyor.

Bu kafa daha sonra…

Türkiye için "ırza tecavüzcü" diyen ve sözde ziyaret için geldiği İstanbul'da “Ben pasaportuma Türk mührü vurdurtmam. Bu onursuzluğu üzerimde taşıyamam” diyen dönemin Yunanistan Dışişleri Bakanının küstah tavrını bile “ağızlarının tadı kaçmasın” diye perdelemeye çalışıyor.

Bu gerçeğin farkında olan BBP’nin şehit lideri Muhsin Yazıcıoğlu, boşuna;

“Yurtdışına götürülüp ecnebi suyuna batırılan monşerlerden Türkiye halkına fayda sağlanmaz” demiyordu.

*

Tamamen bir Batılı gibi hareket eden ve Haçlının değerlerine sahip çıkan Türk diplomatları tam da merhum Yazıcıoğlu’nun dediği gibi davranıyordu.

Güzellikte dahi “alaturka”yı rüküşlüğün bir adı olarak kullanan monşerler, “Ekmek her defasında sol elle ağza atılmalıdır” diyerek, Müslüman Türk halkına taharet aldıkları el ile ekmek yemeği dayatıyorlardı.

Gedikli bir monşer olan Talat Halman ise;

“Müslüman Türk kadınları, yobazların sürdürdüğü saptırmalara karşı gelmeye davet ediyorum... Birer ikişer değil, yüzlerce, binlerce kadın bir arada camilerinize doluşun, erkeklerin gerisinde değil, hizasında namazınızı kılınız... Eşit ibadet hakkınızdan vazgeçmeyin” diyerek, kendince “Yeni İslâm” icat ederek kadın ve erkekleri camilerde yan yana hizalamaya çalışıyordu.

Bu monşerlerden bir tanesi de daha önce “Şartlar olgunlaşırsa darbe meşrudur" fetvasını vererek, Türkiye Cumhuriyeti başbakanı ile iki bakanı darağacına yollamıştı.

*

Aynı zamanda “dış politika uzmanı" olan dönemin ANAP Bitlis Milletvekili Kamran İnan ise "papyon kravatlı monşerler" diye tarif edilen Türk hariciyecilerinden,

"Büyük kısmı sözde vazifeli ama özde devamlı turist insanlardır” şeklinde bahsetmişti.

Haksız da sayılmazdı.

Görevlisi olduğu ülke hakkında karşı tarafı “bilgilendirmek”le yükümlü olan Türk diplomatlar, uzun yıllar ülkesini anlatmak yerine kokteyllere, balolara katılıp; “yatay arzuların dikey ifadesi” olan danslarla, yıllanmış şarapları yudumlamakla oyalandılar.

Millet yiyecek ekmek bulamazken, bizim monşerler “mantarlı flaminyon” ile “somon füme” arasında adeta yazı tura attılar.

“Göbek, ense ve popo” büyütmekten başka hiçbir işe yaramayan bu “monşerler”, ülkeye hizmet etmek yerine sürekli skandallarla gündeme geldiler.

Eşinin yaptırdığı estetik operasyonları, “bel fıtığı” ve “bağırsak ameliyatı” gibi gösterip parasını devletten tahsil edeninden tutun da…

Büyükelçilikteki resepsiyonlarda kullanılmak üzere satılan alınan müskiratı görevli olduğu ülkelerdeki restoranlara satanlara…

“Ev eşyası” beyanıyla binlerce şişe şarabı yurda sokan ve “makam aracı” ödeneğinden kendisine “üstü açık spor otomobil” aldığı için hakkında “nitelikli zimmet” suçundan dava açılana kadar…

Türkiye’deki en azılı Kemalistlerin bile “Yuh be!” diyerek tepki gösterdiği ne monşerler gördük.

Mandacı zihniyetin günümüzdeki müseccel markası olan ve “S-400’leri iptal edeceğiz”, “Türkiye, Karabağ’da Azerbaycan’a silah yardımı yapıyor” şeklinde skandal ifadeler kullanan CHP’nin Emekli Monşeri Ünal Çeviköz’ü saymıyorum bile..

Evet!..

Türkiye, çoğu beladan olduğu gibi “monşer zihniyetinden” de AK Parti iktidarında kurtuldu.

Önceki diplomatlar görevli oldukları ülkelerin barlarında, restoranlarında muhataplarıyla şarap içerek, “Türklerin ne kadar geri kaldıklarını” konuşurken…

AK Parti’nin atadığı elçiler artık ülkesinin ve milletinin şerefini yüceltiyor.

Bunlardan bir tanesi de kâh başörtülülerle poz veren kâh camilere giderek gurbetçilere hitap eden Türkiye Lyon Başkonsolosu Cemil Çağdaş Yıldırım…

Bugüne kadar en ufak bir yanlışı görülmeyen ve beyefendiliğiyle tanıyanların takdirini toplayan Başkonsolos Yıldırım, nezaket ziyareti için gittiği sırada kendisini elleri poposunun üstünde bağlı, boynuna kocaman bir haçla ve ceketinin önü açık bir halde karşılayan Lyon Başpiskopusu Olivier de Germay’e misliyle mukabelede bulundu.

Bu durumdan rahatsız olan birileri, Fransız başpiskoposu bırakıp, ziyaret sırasında çekilen fotoğrafta bir adım önde duran, sağ el işaret parmağı ile şehadet işareti yapan ve ceketini tıpkı muhatabı gibi iliklemeyen Başkonsolos Cemil Çağdaş Yıldırım’ı hedef alarak linç etmeye kalkıştı.

Ahmet Davutoğlu’nun fonladığı öne sürülen Karar gazetesinin hafız yöneticileri ise bir adım ileri giderek hem “bu adam diplomat” diyerek Başkonsolos Yıldırım’ı hedef aldılar hem de hiç utanmadan “Monşerleri özledik” başlığı attılar.

Şimdi sizlere soruyorum…

Dönemin “çekingen, kokmaz-bulaşmaz, bir şişe şaraba ülkesini satma potansiyeline sahip monşerleri” mi iyiydi?

Yoksa gerektiğinde tavrını koymasını bilen Cemil Çağdaş Yıldırım gibi vatan evlatları mı?

QOSHE - “Monşerleri özlemişler” - Zekeriya Say
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

“Monşerleri özlemişler”

46 26
13.05.2024

Birçok kaynakta geçiyor.

1860 yılında, Japonya’dan resmi görevli birisi İstanbul‘a geliyor.

Bakıyor ki bizim tatlısu aydınları “Fransızca” konuşuyorlar.

Hemen oturup hükümetine bir rapor yazıyor ve “Bu Osmanlı aydınları aralarında Fransızca konuşmaya başlamışlar, manzara o dur ki burası yakında dağılacak” diyor.

Dediği gibi de oluyor.

Batı aşkını kalplerine nakşeden ve Fransa’yı “medeniyetin beşiği” olarak gören ittihatçı kafa, Osmanlı imparatorluğunu içeriden büyük bir sevda ile yıkıyor.

Bu durum Cumhuriyet Türkiye’sinde de değişmiyor.

Türk diplomasisi, “Ah Fransa ah” diye iç geçiren, Şanzelize’den özlemle bahseden, Paris aşığı entel dantel takımına kalıyor.

Burnundan kıl aldırmayan, elçilik kapısına gelen vatandaşlarımızı güvenlik kulübesinden öte geçirmeyen ve Türk halkına “Afganlı mülteci” muamelesi yapan bu diplomatlar, “aşırı batı hayranı” anlamına gelen “monşerler dönemini” başlatıyor.

Dolayısıyla Türk diplomasisi,

“Batı’nın işaret ettiği yolda yürümek ve uluslararası ya da ulusal konularda, başta ABD ve Avrupa olmak üzere Haçlı’nın temsilcileri ne diyorsa onu yapmak” üzerine kuruluyor.

Bu elitist tayfa yıllarca, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” refleksleriyle hareket ediyor.

Trablusgarp Savaşı’nda İtalyanlara geçici olarak bırakılan Rodos ve 12 Adalar, “Monşerlerin” Lozan’da bu konuyu gündeme dahi getirmemeleri nedeniyle İtalyanlara terk ediliyor.

Kıbrıs Harekâtı sırasında İngiltere Dışişleri Bakanı olan James Callaghan,

“Biz karşımızda bir hariciye vekili bulacağımızı sanmıştık, meğer bir telefon ahizesi varmış” diyerek, Türk hariciyesinin acziyetini itiraf ediyor.

Bu kafa daha sonra…

Türkiye için "ırza tecavüzcü" diyen ve sözde ziyaret için geldiği İstanbul'da “Ben pasaportuma Türk mührü vurdurtmam. Bu onursuzluğu üzerimde taşıyamam” diyen dönemin Yunanistan Dışişleri Bakanının küstah tavrını bile “ağızlarının tadı kaçmasın” diye perdelemeye çalışıyor.

Bu gerçeğin farkında olan BBP’nin şehit lideri Muhsin Yazıcıoğlu, boşuna;

“Yurtdışına götürülüp ecnebi suyuna batırılan........

© Haber7


Get it on Google Play