evet bu bir rüya/ bende başladı ama/

kimde biter bilmem/ istersen sen de görürsün/

az biraz ruhuma kulak versen”

  1. İlk kitabınız olan Uzak Ülkeme Doğru (2014), ardından Üç Adam (2016), İ Hâli (2019) ve son kitabınız olan Kırk geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Şiirleriniz Kaşgar, Melâmet ve Yedi İklim gibi muhtelif dergilerde yayımlandı. Magribin ise yayın kurulunda yer aldınız. Dergilere ve dergiciliğe dair neler söylemek istersiniz? Özellikle Magribin şairlik yolculuğunuza katkılarından bahsedebilir misiniz?

Dergileri yazarı yetiştiren, okuru ise besleyen bir mecra olarak gördüm hep. Dergiciler ise bu ortamı kuran ve istikrarlı biçimde sürdürmeye çalışan edebiyat yapıcılardır. Bazıları rolünü yeterince idrak etmese bile, Türk edebiyat geleneğimizde dergiler düşünce ve sanatı içinde taşıyan nehirler gibidir desek abartmış olmayız. Bir taraftan sanat üretimini teşvik ederken diğer taraftan da nitelikli eleştirileriyle edebiyatı diri tutarlar. Yazarın izini takip edip kendi sesini bulmasına, ilk eserinden itibaren muhatabının karşısına çıkarak bir okur zümresine ulaşmasına vesile olur dergiler. Sırat-ı Müstakim’den başlayan, Büyük Doğu, Diriliş ve Edebiyat ile devam eden, sonrasında Mavera ile daha da çoğalan ve günümüzde varlıklarıyla edebi kamuya istikamet veren kıymetli dergilerimiz var.

Edebiyata yoğunlaşan ilgimin giderek arttığı, özellikle Viyana günlerime denk düşen ilk gençlik yıllarımın yansımasıdır Magrib dergisi benim için. Ali Işık, Muhammet Sağlam ve bendenizin editörlüğünde, ancak etrafımızdaki birçok arkadaşın maddi/manevi desteğiyle çıkardık Magrib’i. Türkiye’den uzakta olduğumuz ve üretilen edebiyatı yakından takip edemediğimiz bir dönemde, Magrib eserlerimizi yoğun bir eleştirel süzgeçten geçirdikten sonra yayımlayarak kendimizi yetiştirdiğimiz bir okul vazifesi gördü. Şairliğime katkısına gelince, elbette kendimi eleştirme konusunda yüksek bir cesaret kazanmama vesile olduğu için ayrı bir önem ifade etmekte. Sanatçı olabilmenin zor ve aşılması gereken ilk eşiğidir çünkü kendi eserini eleştirme cesareti.

  1. Şiir evreninizde anne ve baba motifleri üzerinden çocukluğunuza belki de çağınızın dışına rotasını çeviren bir özne var. Bu kaçışa dair neler düşünüyorsunuz?

İnsan müdahalesine maruz kalmamayı ifade ederken doğal kelimesini kullanırız. El değmemiş tabiata, doğa dememiz de bundandır. İnsanın kendi doğasına en yakın halinin çocukluk çağı olduğunu düşünüyorum. Henüz anne ve babasının, onu çevreleyen inanç, kültür ve yaşam biçimlerinin etkisinin yoğunlaşmadığı bir saflık dönemi. Kendimiz dahil, bizi içine alan bütün evrene bakarken bu saflığa ihtiyacımız var. Açıkçası hakikatin en çok bu saf halde kavranabileceği kanaatindeyim. Dünyaya alıştıkça, kendi doğasından uzaklaştırılan her şeyin artık başka bir gerçekliğin konusu olduğunu görüyoruz. Saflığını yitiren bir dünyanın bize iyi gelmeyeceği açık. Belki de şiirle yapmaya çalıştığım, hakikate en yakın olabileceğimiz bu saflık halini bulunduğumuz ana çağırmak. Bir kaçıştan çok, bilinçli bir kuşanma hali.

  1. Sizi ilk defa yazma” eylemine götüren okuma, fark etme ve anlamlandırma süreçleriyle ilgili neler paylaşabilirsiniz?

Sizin de ifade ettiğiniz gibi yazma eyleminden önce yaşanması gereken süreçler var. Tabi her şey okumayla başlıyor. Elbette ilk anlamıyla yani sadece kitap okumayla sınırlı kalmayan bir okumadan bahsediyoruz. Hakikatler tüm evrene dağılmış halde, bizim onları arayıp bulmamızı bekliyorlar. Ancak birimizin keşfettiğini diğerleri de peşinen keşfetmiş sayılmıyor. Her bir insan tekinin bizzat yaşaması gereken öznel bir durum bu. Benim açımdan, kendi idrakimi fark ettiğimden buyana olan bitenin ancak derinlikli bir bakışla anlaşılabileceğini keşfetmenin bir sonucudur yazma ameliyem. Okuduğum metinlerin özellikle şiirlerin yüksek çekimine kapılarak sarsıldığımı hatırlıyorum geriye bakınca. Özellikle şiirle kurduğum bağ bütün duygu ve düşünce dünyamı öylesine kaplamıştı ki adeta her şeyi şiir formunda görmeye başlamıştım. Bana kalırsa rüyasını görmediğiniz hiçbir şeye gerçekte de ulaşamazsınız. Evet, rüyamda şiir yazdığımı itiraf etmeliyim. En nihayetinde benim de bir parçası olduğum bütün bir alemi şiirle anlamladırdığımı düşünüyorum.

  1. İlk kitabınız olan Uzak Ülkeme Doğrudan son kitabınız Kırka kadar çoğu şiirinizin atmosferinde mekânlar önemli bir yer tutuyor. Mekân kimi zaman gurbet hissi üzerinden yalnızlığı imlerken kimi zaman kurucu ve kapsayıcı bir tarihsellikle güven duygusunu ortaya çıkarıyor. Kacır’ın mekânla olan özel ilişki biçimlerine dair neler söylersiniz?

Diğer canlılara kıyasla insanoğlu kadar mekânla ilişki kuran başka bir varlık yoktur. Hatta mekânı insanın hayatından çıkardığımızda geriye pek bir şey kalmaz. Bunu sadece fiziki mekanlar için söylemiyorum. Mekâna ilişkin tasavvurumuz olmasa varlık alemiyle bağ kuramayız. Şiirlerimde sıklıkla mekânı konu edinmemin arkasında sanırım bu ontolojik yaklaşımın kuvvetli bir tesiri var. Özellikle gerçeklikle kesiştiğimiz noktada, mekân algımızın ruhumuzu tasvir etmeye çalıştığını hissediyorum. Aslında biz neysek mekân da o oluyor. İlk kitabım Uzak Ülkeme Doğru’da yer verdiğim Gökdelen isminde uzun bir şiirim var. Modern hayatın en önemli remzlerinden biri olan gökdelenle ilişkimizi konu ediniyor bir nevi. Çünkü yaşamayı seçtiğimiz mekânlar aynı zamanda bizi tanımlar ve şekillendirirler. Tabii mekânı, çok daha geniş anlamıyla ele aldığımızda; ta bezm-i elestten başlayan ve ana rahminden dünyaya gelişimizi de içine alan uçsuz bucaksız bir kavrayıştan söz etmiş oluyoruz. Şiirime yakından bakanlar bu kavrayışın izlerini muhakkak göreceklerdir. Ayrıca mekânın, insanın sığındığı ve güvende olmayı arzu ettiği maddi/manevi bir tarafı var. Hayat boyu hem fizik âlemde hem de ruhumuzda bahsettiğim bu mekânı arayıp duruyoruz. Herhalde ben de şiirle bu mekânı kurmaya çalışıyorum.

  1. Dört kitaplık şiir yolculuğunuzda giderek daralan, derinleşen ve size ait bir patikaya dönüşen bu yolculuğunuzun istikameti neresidir?

İlk şiirimin yayımlandığı 2003’den bu tarafa 20 yılı aşan bir yazma sürecinden bahsediyoruz. Şiir benim için ulaşılması gereken bir zirve oldu hep. Ne zaman bir şiiri bitirsem sanki zirveden aşağıya yuvarlandım ve tekrar o zirveye çıkmanın bir yolunu bulmam gereken bir halde hissettim kendimi. Halen de öyle hissediyorum. Bu yolu yürümek benim için kolay olmadı. Sanırım hiçbir şair için de kolay değildir. Tabi bir şair için, özellikle günümüzde yaşayan bir şair için hem kendi sesini bulmak hem de o sesi fark edilir kılmak esaslı bir mesele. İlk eserimden beri emek verdiğim bir konu oldu hep kendi şiirimi yazma hassasiyeti. Onun için cesaretle kendi şiirimi aramaya ve özgün bir sanat üretimi ortaya koymaya çabaladım. Hakiki okurun bunu fark edeceğinden hiç şüphem olmadı. Niteliğin yılmaz savunucusu gibi hissettim çoğu kez kendimi. Şu ana kadar yayımlanan kitaplarımın açıkçası bunu teyit ettiğini düşünüyorum. Nihayetinde varmak istediğim yere gelince, başından sonuna bütün eserlerimde farklı zaman ve biçimlerde, farklı kavrayışlarda olsa da aynı sesin yani aynı benliğin yankısının duyulmasını beklerim. Her hakiki şair gibi elbette kendi varlığımla imlenen bir şiir toplamıyla anılmayı arzu ediyorum.

  1. Kırk kitabınızın neredeyse tamamında ama özellikle Waehringerstrasse altmışyedi” şiirinizde soluksuz kızıl göğe seğirten atların sesini duyuyor, operaya benzedikçe şık ve gergin yüzler gözümüzün önüne geliyor, Votive vuran güneşe bakıyor, Belvedereye, Hammere, Freuda, uğruyoruz. Viyananın sanatınızı derinden etkileyen kurucu bir zemin inşâ ettiğini söyleyebilir miyiz?

Tarihi ve imparatorluk birikimiyle, Avrupa’nın her zaman önde gelen şehirlerinden biri olan Viyana’da sanat hep baştacı olagelmiştir, ki hâlâ da öyledir. Viyana gibi her anlamda karakterli ve milletimiz için de derin anlamlar taşıyan bir şehirde yaşamak kaderimin bir cilvesi oldu muhakkak. Elbette suyundan içtim, ekmeğinden yedim ve tabi ki insanıyla haşır neşir oldum. Açıkçası, 10 yıl süren Viyana yaşamım şiir idrakimin büyük oranda şekillendiği önemli bir dönem oldu benim için. Bugünden geriye bakınca Viyana’nın sanat algımı besleyen mümbit bir çevre sunduğunu görebiliyorum. Batıyı batı yapan temel değerlerin Viyana’ya olumlu ve olumsuz bütün yanlarıyla sinmiş olduğu rahatlıkla söylenebilir. Düşünce ve sanatta iz bırakan nam salmış kişileriyle meşhur Viyana, diğer yandan şehir ve insan dengesini en iyi yakalayan şehirlerin başında gelir. Çoğu kez zamanı yakaladığınız hissine kapılırsınız Viyana’da. Bu yönüyle idrak yoğunlaşmasına, yani insanın varlığıyla bütünleşme serüvenine eşlik etmenize fırsat verir şehrin dinginliği. Şehir hem çok renkli hem gridir. Hem çok kalabalık hem de çok yalnızsınızdır şehirde. Bir şair için arayıp da bulamayacağı imkânlar barındırır bana kalırsa. Benim şiirimin kurucu başat şehridir Viyana. Hülasa, tespitinize gönül rahatlığıyla katıldığımı ifade edebilirim.

  1. Bir şiirinizde iri bir avcı sayarak gözlerimi/ öyle derin baktım ki bana/ bir yalnızlık gibi göğerdi dünya/ ben oldu her şey ne kadar da” mısralarına yer veriyorsunuz. Dünya şairin öznesine dönüştüğünde, şair neler bulabilir o dünyada?

Her şeyin nesneleştirildiği çağımızda insanın özne olarak kalabilmesi, şahsiyetini kazanması ve muhafaza etmesi en zor mesele olsa gerek. Bencillik sarmalında kendi kendini köleleştirdiğini müşahade ediyoruz insanlığın. Geçmişe kıyasla, mevzubahis olan zoraki bir kölelik de değil işin kötüsü. Pekâlâ bile isteye arzulanan ve uğruna bütün hayatların yok paraya harcandığı bir kölelikten söz ediyoruz. Karşılığında ise ne idüğü belirsiz, tarihin hiçbir evresinde rastlamadığımız insansı bir portre çıkıyor. Yaşadığımız dünya artık böyle bir dünya. Daha kötü ne olabilir ki dediğimizde, kötülüğün yeni bir sürümüyle karşı karşıya kalıyoruz ve işin acısı ona da çok kısa bir süre içerisine alıştırılıyoruz. Hepimiz bağımlı hastalar gibi ilk anda cazip gelen uyuşturucunun sonradan yıkıma götüren tesirlerini yaşıyoruz. İçinde olduğumuz bu atmosferde her gün rolümüz yeniden dağıtılıyor ve biz basmakalıp icracılar olarak oynuyoruz ne isteniyorsa. Kendimizin isteklerini yerine getirdiğimizi zannetsek de pek öyle değil. Uykumuzun bile kendimize ait olduğundan şüphe duyacak hale geldik neredeyse. Karamsar bir tablo çizdiğimin farkındayım. Ancak masumiyetin, merhametin, hakkaniyetin ve adaletin göz göre göre öldürüldüğü bir çağda insanlığın yüce erdemlerinden söz etmek biraz kendimizi kandırmak oluyor doğrusu.

  1. Eserlerinizin tamamında modern şiirin muhteva ve biçim imkânlarının yanında klasik şiirimizin biçimlerini görmek de mümkün. Serbest şiirlerin yanında gazel nazım biçimleriyle yazılmış metinler de kendisine yer buluyor. Klasik şiiri reddetmeyen Kacır için büyük Türk şiiri birbirini tamamlayan bir zincirin parçalarından mı ibarettir?

Elbette geleneği toptan reddeden yaklaşımlara her zaman karşı çıktım. Ancak geleneği dondurarak olduğu gibi bugüne taşımaya çalışan katı anlayışı da hiçbir zaman onaylamadım. Çünkü biçimi de üreten nihayetinde biziz. Bugünkü kıyafet tercihlerimiz gibi şiirin de biçimini belirleyen ve ona bugünkü formunu kazandıran şairler ve okurlar, yani edebi kamudur. Esasen insan bir taraftan yaşadığı zamanı biçimlendirirken diğer taraftan içine doğduğu zaman adeta insanı yoğurur. Dilimizde anı yakalamak deriz, Arapça’da ibnu-l vakt yani vaktin çocuğu olmak ya da Almanca’da meşhur Zeitgeist tabiri yani zamanın ruhu gibi kullanılan ibareler bize insan ve vakit/zaman arasındaki kuvvetli bağı gösteriyor. Her sanatçı bu bağı keşfetmek ve arzu ettiği ideale taşımak için vargücüyle çabalamak durumundadır. Yoksa yaşadığı anın dışına atılma tehlikesiyle karşı karşıya kalır ve nihayetinde hiçbir muhataplık üretemeden yok olup gider. Ancak gelenekten yoksun, nevzuhur, kendini kendinden menkul sayan bir anlayışın hiçbir yere varması mümkün değildir bana göre. Çünkü medeniyetler köklü fikirler ve değerlerin yanı sıra kültürü inşa eden uzun yaşam tecrübelerinin sonunda ortaya çıkar ve gelişirler. Bu bakımdan gelenekle bağını sağlıklı bir şekilde kuramayan şairlerin sıhhatli bir tercih yapmadığını söyleyebilirim.

Geleneğe şiir açısından bakacak olursak klasik şiirimiz bize yol gösteren mümbit bir kaynaktır. Nazım biçimi veya dilin terkibi bakımından sayısız güzellik barındırır. Serbest şiir ise neredeyse yüz yıldır şairlerin kullandığı bir biçim olarak toplumun gündeminde. Okurun halen ilgi gösterdiği görülüyor serbest şiire. Bana göre her şair şiirini en iyi taşıyacak biçimi aramalı ve ona göre biçim tercihinde bulunmalı. Tabii ki biçimle birlikte eskimez olan bir dirilikle dili yenilemek de işin cabası.

  1. Ahmet Haşim şiirde kelimelerin imkân alanından yola çıkarak bir müziğe, ahenge yaklaşmaya çalıştı. Ece Ayhan, şiirin klasik” gramerini yeniden kurmaya çalıştı. Süleyman Çobanoğlu hece şiirini yeniden literatüre soktu. Bu örnekler arttırılabilir elbette. Buradan hareketle; Serdar Kacır şiirde ne yapmak istedi, varmayı hedeflediği durak neresi?

Kalemi eline alan ve bir eserle okur karşısına çıkan her şair/yazar bir iddia ortaya koymuş olur. Topluma söyleyecek bir sözü, fikri olan her şair gibi ben de bu bilinçle yola çıktım. Şiiri salt bir konuşma biçimi olarak ele almamız gerektiğini düşünüyorum. Tabii bu çok boyutlu, derinlikli ve bitimsiz bir konuşma olması yönüyle diğer edebi türlerden fazlasıyla ayrışıyor. Kendi kendimize yaptığımız bir konuşmanın başkasının ilgisine mazhar olması oldukça cazip görünebilir. Ancak ben bu konuşmanın muhatabının değerini artıran bir anlam taşıması gerektiğini düşünenlerdenim. Yukarıda saydığınız isimlerin ayrıcı vasıflarını daha çok biçimsel/teknik bir anlayışla betimlediğiniz anlaşılıyor. Ben bu bakımdan kendi şiirimin imkanlarını zorlama konusunda baştan beri oldukça cesur davranmaya çalıştım. İkinci kitabım Üç Adam şiir tekniği ve tarzıyla nevi şahsına münhasır bir eser olarak şiir toplamımda yerini aldı. Yine üçüncü kitabım İ Hali de benzer şekilde biçimsel bir tavır ortaya koyduğum bir eser. Nihayetinde şairlerin eser muhteviyatları kadar biçimsel yaklaşımlarının da esere ait olduğunu düşünüyorum. Şiirimin her iki yönden ayrışması konusunu önemsiyorum. Fakat bu dediğimin yapay bir ayrışma çabasıyla olmayacağı muhakkak. Kendi değerini üreten ve bunu geleceğe taşıyan bir şiir yazmak temel derdim.

  1. Kacır, kendi şiirini bir okur olarak değerlendirebilir mi? Sanatçının kendi benliğinden uzaklaşıp dışarıdan bir göz olarak kendisinden doğana dair yeniden anlamlandırma eylemine gitmesi mümkün müdür?

Sanatçının kendi eserine yabancılaşması meselesi edebiyatın hep tartışageldiği konulardan biri muhakkak. Ben eserin meydana geldikten sonra artık şairin hükmünden çıktığını düşünüyorum. Bir kere kamuya mal olduktan sonra esere dair herhangi bir tasarrufta bulunmak pek de mümkün olmuyor işin doğrusu. Ki bunun birçok örneğini de biliyoruz. Diğer yandan yeni bir eser üretmek için mevcut eserle bağımızın kopması kaçınılmaz gibi görünüyor. Ayrıca anlamın tek bir ana ve kavrayışa hapsedilemeyeceği de aşikâr. Ben yazarken hangi duygu, düşünce ve atmosferdeysem sonuna kadar öyle kalacağım iddiası pek makul değil. Diğer okurlardan ayrışsalar da şairlerin bu yönüyle kendi eserlerinin okuru olduğunu söyleyebilirim.

  1. Kacır için şiirin sağaltan bir uğraş olduğunu söyleyebilir miyiz? Şiir bir arınma, bir zorunluluk yahut bir çıkmaz olarak anlamlandırılıp tanımlanabilir mi?

Şiire ilişkin bu tarz tariflerin parça parça doğruluk payı olabilir. Ancak tümüyle bir anlama veya amaca indirgenmesi isabetli görünmüyor. Şiir yazmasam şöyle olurdu, böyle olurdu gibi yaklaşımları sağlıklı bulmuyorum. Çünkü varsayımların bizi götüreceği bir yer yok açıkçası. Şunu biliyoruz ki söz sanatlarının zirvesi olarak insanlık var olduğundan beri şiir hep hayatımızın içinde. Bazen merkezinde bazen kıyısında köşesinde olsa da şiirin tümüyle yok olduğu bir evre yok. Şiirin çekim atmosferine kapılanlar açısından şiir elbette derinlerde bir yerde karşılık buluyor ve bu bağ kopmaz bir ilişkiye dönüşüyor. Benim açımdan idealize ettiğim hayata ilişkin duygu ve düşüncelerimi insani düzlemde konuşma, paylaşma ve üzerinde tefekkür etmekten ibaret. Ulvi bir şey yaptığımı düşünmüyorum ancak ulvi bir amaca ulaşmanın bu yolla mümkün olduğuna şüphem yok.

  1. UmbertoEcoya göre şiir dili hissedilmemiş” olanı dile getirme imkânı sağlayan bir unsurdur. Buradan hareketle çok derinlikli, katmanlı ve zengin bir imge dünyası olan Kacır şiirine dair neler söylemek istersiniz?

Şiirin işlevi bir bakıma az sözle çok manalar ifade etmekse, çağrışım zenginliği barındırmayan eserler bu yönüyle bana vasat geliyor. Tabi burada resimdeki altın oran gibi ideal terkibi bulması gerekir şairin. Çünkü imge yoğunluklu eserlerin duygusal bağ kurmaya fırsat vermemesi ayrı bir tehlike şiir açısından. Neticede muhataplarımızın sadece düşünce dünyasına hitap etmemiz yeterli değil. Hatta düşünceyi pekiştirmek için duygulara ihtiyacımız olduğunu söylemek gerekir. Bu yönüyle imgeden beslenerek anlam ve düşünme imkanlarını genişleten, ses ve müziğiyle okurun kulağına hitap ederek duyguları harekete geçiren, ölçülü bir lirizmle duygusal bağ kurarak hisleri derinleştiren ve nihayetinde kolay ezberlenerek dile pelesenk olup gönle dokunan bir şiire ulaşmak mümkün.

  1. Kacıra göre şiir dilin ötesine geçen midir, dilin ötesine geçemeyen bir metnin sanat ürünü olması mümkün müdür?

Sanat vasatı zorlayarak sıradanlığı aşan, düşünceyi ve duyguyu yenileyerek insanı ideale yaklaştıran bir amaç taşır. Şairden beklenen, şiiriyle dili zenginleştirmesi ve diriliğini muhafaza ederek yeni anlam ve düşünceleri kendi malı kılabilmesidir. Şiir ait olduğu dilin bir anlamda özünü muhafaza ederek sınırlarını alabildiğine genişletmesiyle vazifesini yerine getirmiş olur. Şair bize yeni terkiplerle düşünme ve anlamlandırma sunma fırsatını kelimeler aracılığıyla yapar. Şairin elinden geçen her kelime adeta kendine yeni görevler edinerek okurun karşına çıkar. Şair bu çabasıyla hem dili koruyan hem de yeni aşılarla dilin canlı kalmasını sağlayan bir etki üretir. Bu manada şiir dilin ötesine geçer hatta geçmelidir. Bir dilin sıkleti şiirde gösterdiği maharetle anlaşılır diyebilirim.

The post Serdar Kacır’la Söyleşi first appeared on İnsaniyet.
QOSHE - Serdar Kacır’la Söyleşi - Mehmet Önder Karakaş
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Serdar Kacır’la Söyleşi

33 0
11.05.2024

evet bu bir rüya/ bende başladı ama/

kimde biter bilmem/ istersen sen de görürsün/

az biraz ruhuma kulak versen”

  • İlk kitabınız olan Uzak Ülkeme Doğru (2014), ardından Üç Adam (2016), İ Hâli (2019) ve son kitabınız olan Kırk geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Şiirleriniz Kaşgar, Melâmet ve Yedi İklim gibi muhtelif dergilerde yayımlandı. Magribin ise yayın kurulunda yer aldınız. Dergilere ve dergiciliğe dair neler söylemek istersiniz? Özellikle Magribin şairlik yolculuğunuza katkılarından bahsedebilir misiniz?
  • Dergileri yazarı yetiştiren, okuru ise besleyen bir mecra olarak gördüm hep. Dergiciler ise bu ortamı kuran ve istikrarlı biçimde sürdürmeye çalışan edebiyat yapıcılardır. Bazıları rolünü yeterince idrak etmese bile, Türk edebiyat geleneğimizde dergiler düşünce ve sanatı içinde taşıyan nehirler gibidir desek abartmış olmayız. Bir taraftan sanat üretimini teşvik ederken diğer taraftan da nitelikli eleştirileriyle edebiyatı diri tutarlar. Yazarın izini takip edip kendi sesini bulmasına, ilk eserinden itibaren muhatabının karşısına çıkarak bir okur zümresine ulaşmasına vesile olur dergiler. Sırat-ı Müstakim’den başlayan, Büyük Doğu, Diriliş ve Edebiyat ile devam eden, sonrasında Mavera ile daha da çoğalan ve günümüzde varlıklarıyla edebi kamuya istikamet veren kıymetli dergilerimiz var.

    Edebiyata yoğunlaşan ilgimin giderek arttığı, özellikle Viyana günlerime denk düşen ilk gençlik yıllarımın yansımasıdır Magrib dergisi benim için. Ali Işık, Muhammet Sağlam ve bendenizin editörlüğünde, ancak etrafımızdaki birçok arkadaşın maddi/manevi desteğiyle çıkardık Magrib’i. Türkiye’den uzakta olduğumuz ve üretilen edebiyatı yakından takip edemediğimiz bir dönemde, Magrib eserlerimizi yoğun bir eleştirel süzgeçten geçirdikten sonra yayımlayarak kendimizi yetiştirdiğimiz bir okul vazifesi gördü. Şairliğime katkısına gelince, elbette kendimi eleştirme konusunda yüksek bir cesaret kazanmama vesile olduğu için ayrı bir önem ifade etmekte. Sanatçı olabilmenin zor ve aşılması gereken ilk eşiğidir çünkü kendi eserini eleştirme cesareti.

  • Şiir evreninizde anne ve baba motifleri üzerinden çocukluğunuza belki de çağınızın dışına rotasını çeviren bir özne var. Bu kaçışa dair neler düşünüyorsunuz?
  • İnsan müdahalesine maruz kalmamayı ifade ederken doğal kelimesini kullanırız. El değmemiş tabiata, doğa dememiz de bundandır. İnsanın kendi doğasına en yakın halinin çocukluk çağı olduğunu düşünüyorum. Henüz anne ve babasının, onu çevreleyen inanç, kültür ve yaşam biçimlerinin etkisinin yoğunlaşmadığı bir saflık dönemi. Kendimiz dahil, bizi içine alan bütün evrene bakarken bu saflığa ihtiyacımız var. Açıkçası hakikatin en çok bu saf halde kavranabileceği kanaatindeyim. Dünyaya alıştıkça, kendi doğasından uzaklaştırılan her şeyin artık başka bir gerçekliğin konusu olduğunu görüyoruz. Saflığını yitiren bir dünyanın bize iyi gelmeyeceği açık. Belki de şiirle yapmaya çalıştığım, hakikate en yakın olabileceğimiz bu saflık halini bulunduğumuz ana çağırmak. Bir kaçıştan çok, bilinçli bir kuşanma hali.

  • Sizi ilk defa yazma” eylemine götüren okuma, fark etme ve anlamlandırma süreçleriyle ilgili neler paylaşabilirsiniz?
  • Sizin de ifade ettiğiniz gibi yazma eyleminden önce yaşanması gereken süreçler var. Tabi her şey okumayla başlıyor. Elbette ilk anlamıyla yani sadece kitap okumayla sınırlı kalmayan bir okumadan bahsediyoruz. Hakikatler tüm evrene dağılmış halde, bizim onları arayıp bulmamızı bekliyorlar. Ancak birimizin keşfettiğini diğerleri de peşinen keşfetmiş sayılmıyor. Her bir insan tekinin bizzat yaşaması gereken öznel bir durum bu. Benim açımdan, kendi idrakimi fark ettiğimden buyana olan bitenin ancak derinlikli bir bakışla anlaşılabileceğini keşfetmenin bir sonucudur yazma ameliyem. Okuduğum metinlerin özellikle şiirlerin yüksek çekimine kapılarak sarsıldığımı hatırlıyorum geriye bakınca. Özellikle şiirle kurduğum bağ bütün duygu ve düşünce dünyamı öylesine kaplamıştı ki adeta her şeyi şiir formunda görmeye başlamıştım. Bana kalırsa rüyasını görmediğiniz hiçbir şeye gerçekte de ulaşamazsınız. Evet, rüyamda şiir yazdığımı itiraf etmeliyim. En nihayetinde benim de bir parçası olduğum bütün bir alemi şiirle anlamladırdığımı düşünüyorum.

  • İlk kitabınız olan Uzak Ülkeme Doğrudan son kitabınız Kırka kadar çoğu şiirinizin atmosferinde mekânlar önemli bir yer tutuyor. Mekân kimi zaman gurbet hissi üzerinden yalnızlığı imlerken kimi zaman kurucu ve kapsayıcı bir tarihsellikle güven duygusunu ortaya çıkarıyor. Kacır’ın mekânla olan özel ilişki biçimlerine dair neler söylersiniz?
  • Diğer canlılara kıyasla insanoğlu kadar mekânla ilişki kuran başka bir varlık yoktur. Hatta mekânı insanın hayatından çıkardığımızda geriye pek bir şey kalmaz. Bunu sadece fiziki mekanlar için söylemiyorum. Mekâna ilişkin tasavvurumuz olmasa varlık alemiyle bağ kuramayız. Şiirlerimde sıklıkla mekânı konu edinmemin arkasında sanırım bu ontolojik yaklaşımın kuvvetli bir tesiri var. Özellikle gerçeklikle kesiştiğimiz noktada, mekân algımızın ruhumuzu tasvir etmeye çalıştığını hissediyorum. Aslında biz neysek mekân da o oluyor. İlk kitabım Uzak Ülkeme Doğru’da yer verdiğim Gökdelen isminde uzun bir şiirim var. Modern hayatın en önemli remzlerinden biri olan gökdelenle ilişkimizi konu ediniyor bir nevi. Çünkü yaşamayı seçtiğimiz mekânlar aynı zamanda bizi tanımlar ve şekillendirirler. Tabii mekânı, çok daha geniş anlamıyla ele aldığımızda; ta bezm-i elestten başlayan ve ana rahminden dünyaya gelişimizi de içine alan uçsuz bucaksız bir kavrayıştan söz etmiş oluyoruz. Şiirime yakından bakanlar bu kavrayışın izlerini muhakkak göreceklerdir. Ayrıca mekânın, insanın sığındığı ve güvende olmayı arzu ettiği maddi/manevi bir tarafı var. Hayat boyu hem fizik âlemde hem de ruhumuzda bahsettiğim bu mekânı arayıp duruyoruz. Herhalde ben de şiirle bu mekânı kurmaya çalışıyorum.

  • Dört kitaplık şiir yolculuğunuzda giderek daralan, derinleşen ve size ait bir patikaya dönüşen bu yolculuğunuzun istikameti neresidir?
  • İlk........

    © İnsaniyet


    Get it on Google Play