Tarih, bir anlam haritası olarak toplumların, kültürlerin ve medeniyetlerin tanışmasının, bilişmesinin yarışmasının nasıllığını izah eden sırlar hazinesidir. Doğrular, yanlışlar, hatalar, ihmaller, gayretler ve sevaplardan oluşan bir tecrübeler yumağıdır ve zamanın ibretten ibaret bir şerhidir. İnsanın, milletlerin ve medeniyetlerin fikrî ve fiilî sürekliliğidir. Dün yani hâfızanın ânı yaşayarak süreklilikten dolayı geleceği inşâ/imhâ etmesidir.

Bir ilim olarak tarih, varlığı, dünyayı, insanı, hayatı ve çevreyi anlamak ve bu sayede ayakta kalabilmek için verilen bir mücadeledir aslında. Büyük tarihin sayfaları açıldıkça, içinde celâl ve cemâl tecellîlerinden her ne sırlanmışsa, düne ait her ağırlık, zamanını yaşayarak geleceğe devrolunur.

Tarih milletlerin peşinden gelir. Bu mânâda zamanın ve insanın biriktirdikleridir. Tabiî ki ânı yaşayanlar, dünde kalanların vebâlini çekmez ya da sevabına ortak olmaz. Hayatlarına dünkülerin devrettiklerini miras alarak başlarlar. Zamanın devrettikleri, imha yahut inşâ olarak tecellî eder. Akl-ı selimi kendine yâr olmazsa kişi gördüğünü işler çünkü.

Geçmişi gösterip geleceğe yansıtan bir ayna olan tarihin teşrih masasında tanınan medeniyet, kaynağını dinden alan yüksek bir zihniyet ve idrak seviyesi, bir ahlâk ve inanç manzumesidir. Bütün azameti içinde, kitabî bir var oluş ve yenilenmedir. Medeniyet, şehir mefhumunun ihsas ettirdiği her bir mânâyı içine alan kuşatıcı bir nizamdır. Bu itibarla “din-medine” yani “şehir-medeniyet” kelimeleri arasında müşterek bir bağ vardır.

Medeniyet, medenîliktir. Akl-ı selîm, kalb-i selîm ve zevk-i selîm ile hemhâl olarak edep, erkân, fazilet, terbiye, zarafet, ilim ve irfan timsali bir şehirliliğin ilânıdır. İmanın kuşatıcılığında, ilim, fen ve sanatta kâmil mânâda bir gelişmeyi ifade eden medeniyet, eskilerin, “Ta’mîr-i bilâd ve terfî-i ibâddır.” diye tariflerinde olduğu gibi, beldeleri, ya da şehirleri imar ederek, “kul” olma şuurunu müdrik insanların hayat seviyelerini yükseltme maksat ve gayretidir.

Medeniyetimiz sahip olduğumuz coğrafyalarda faklı şekillerde ve tatlarda, kendini, sakinlerinin kimlikleri olan zengin kültür mahsullerinde göstermiştir. Vakıa kültürel kimlikler, büyük serlevhanın altında birer alt başlıktır ve aynı kapıdan girilen medeniyet konağının odaları mesabesindedir. Bütün unsurlarıyla en hâlis fiillerimiz olan millî kültürümüz dahi, bu büyük konağın selâmlığı hükmündedir. Şurası muhakkak, inceliği yakaladığımız Anadolu ve taht şehir İstanbul’a doğru sürekli yükselen seyir hâli, en son karar kıldığı “aşkın şeref diyarı” “Aziz İstanbul” şahikasının azameti ve büyüleyiciliği ise diğer beldelere nazaran ötelerden ötedir.

Baht şehir İstanbul’dan nasipli beldeler, medeniyetimizin ruh üfleyip hayat verdiği, kültür unsurlarının bütün ihtişamı ve ihtimamı ile yansıdığı, geleneğimizin farklı açılardan tadına doyum olmaz seyrinin yaşandığı ve üslûbun hükümran olduğu şehirlerdir. Başta İstanbul olmak üzere, Edirne, Bursa, Şar Dağı’ndaki devamı Üsküp, Saraybosna ve bütün beldelerin kültür hayatı ve vakfın hayat verip vâkıfların yaşattığı müessesseler yüksek bir kültürün hâkimiyetinde tebarüz etmiş bir dilbestedir. Bununla beraber, kültürümüzün kimyasına sirayet etmiş tasavvufî neşve ise kendini kâmilen hissettirmektedir. Hal böyleyken muazzez medeniyetimiz ve yüksek kültürümüz, “ömrün bütün ikbâlini vuslatta duyan” “cedlerin mağfiret iklimidir.”

Vakıf, işte bu âsûde bahar iklime ait ferahfeza bir esintidir…

Medeniyetimizin şekil ve ruh vererek meydana getirdiği insan merkezli bir hizmet alanı olan vakıf, asırlardır yaşayan ve yaşatan bir nizamın adıdır. Milletimizin var oluş sırrı olan vakıf, coğrafyanın vatan kılınmasında, küre-i arzın bezenmesinde, gönül hoşluğu ile verme esasıyla her günün bir bayram neş’esi içinde geçirilmesinde bir kuruluş ve kurtuluş beratıdır.

Vakıf, temeli imanın hayata aksı olduğu için hukukî kaidelerle sınırları belirlenmiş, tasdik ve tescil edilmiş, korunmuş; “rızâ-yı Bârî” ve “hayırda yarışma” fehvasınca dayanışmanın, paylaşmanın ve kardeşlik şuurunun sürmesini ve pekişmesini esas almış, içtimaî hayat üzerinde derin tesiri olan muazzam ve mübarek bir varlık beyannâmesidir.

Ellerinde beyannameleri hazır olarak bizden önce gelip coğrafyalarımızı yurt tutan atalarımız, vakıf şehirler inşâ ettiler. Yeni girdikleri beldeleri açıp gülzar yaptılar ve cemâl tecellîleriyle şehirleri çehre ve ruhuyla biz kıldılar. Taşa ruh verip ahşabın sıcaklığı ile vakıf binalar inşâ ettiler. Medeniyetimize ait nakışları gergef gergef işleyip viraneyi kâşâneye çevirdiler. Edebin kuşatıcı nur hâlesinin aydınlığında, mahallede, tekkede, medresede, câmide, çarşıda, pazarda, handa, hamamda, imalâthânede, çeşmede, kahvehânede ve sohbet meclislerinde, kimlik kartlarında yazılı olan değer hükümleri ile amel ettiler. Çünkü asıl “hüner, bir şehir bünyâd eylemek”tir. Böylece, gündoğusundan günbatısına dilbestelerle mest oldular. Geçmiş zamanı anda yaşadılar. Her yeni gelen elbette ki kendi zamanını yaşadı. Hâl böyle iken, vaktin sahibi olarak, zamanın getirdiklerini yeniden söyleyerek var oldular. Her beldenin bu üslûptan nasibi farklı, hepsinin payına düşenin tadı, rengi ve rayihası ayrı oldu tabiî ki.

Her şehir, Anadolu ve Rumeli’nin kalpgâhı mesabesinde müstahkem bir mevkide karar kılan pür medeniyet yansımasıdır. Bu bakımdan adı dilde yâdı gönülde kalan şehir ve bölge tarihleri, muazzam bir bütünün parçalarından ibarettir. Farzımuhal, kırk odalı medeniyet konağında bütün odaların büyük salona/sofaya açılması gibidir olup biten. Tarihin/talihin ayrı ayrı cüzleri olarak vâkıfların donattığı şehirlerimiz, kültür ve medeniyetimizin bütün unsurlarını ihtiva ederken büyük tarihten kendi payına düşenin hâsılasından başkası değildir. Vakıf-şehirlerimiz, bu nasibin kuvvetli tecellî sahaları olarak tebarüz etmiştir.

Varlığa rengini veren ruh köklerinden mülhem, Yüce Yaratıcı’nın rızası için iyilik yapmaya, ikilikten uzak durarak hayırda yarışmaya, insana ve hayvana şefkatle yaklaşmaya, her türlü temizliğe, çevre bilincine ve karşılıklı yardımlaşmaya çağıran buyrukların sonucudur vakıf. Varlığın Yegâne Güzidesi’nin saadetli hayatında ve onun yol arkadaşlarının fiillerinde net olarak görülen bu yüksek şuur, insanlığa kudsi bir aşı olmuştur. Çok kısa zamanda, uzatılacak şefkat elinin neyi nasıl yapması gerektiğinin nizamnamesi oluşmuş, müesseseleşme gerçekleşmiş ve arz, insan kalabilmenin hukuku ile şenlenmiştir.

Vakıf, mehabetli bir insanlık binasıdır. Hür iradenin açtığı yolda, vicdanî sorumluluğun merhamet ve muhabbetle yerine getirilmesi çabasıdır. Bu çabanın tezahürleri olarak merkezinde Mâverâünnehir’in yer aldığı Türkistan’dan başlayarak en uzak diyarlara kadar her yerde camiler, ribatlar, mezarlıklar, hanlar, hamamlar, kütüphaneler, kervansaraylar, medreseler, tekkeler, mektepler, çeşmeler, sebiller, köprüler, değirmenler, yollar, hastaneler, imaretler, bağlar, bahçeler gibi pek çok hayır eser yapılmış ve vakıfla kayıt altına alınmıştır. Çağlar boyunca, medenî bir hayır kurumu olan vakıf, her ülkenin sosyal, ekonomik ve kültürel hayatında son derece etkili olmuştur.

Müslümanların tarihindeki erken devirlerin ardı sıra, Sâmânoğulları, Karahanlılar, Gazneliler, Büyük Selçuklular, Anadolu Selçukluları, Beylikler, Eyyûbîler, Timurlular, Babürlüler, Memlûklar, Osmanlı Devleti ve diğer Müslüman ve Türk devletlerinde vakıflar kurulmuştur. Kudüs fâtihi Selâhaddîn-i Eyyûbî de, Haçlı seferleri sırasında esirlerin fidyelerini ödemek, Sünnî düşünce geleneğini iyice yerleştirmek, ulemânın, dervişlerin ve yeni Müslüman olanların ihtiyaçlarını karşılamak pek çok medrese ile beraber büyük bir hânkah kurmuştur. Bu önemli ve büyük hizmetlerin verilmesi ve sürekliliğinin sağlanması amacıyla devlet hazinesine ait toprakların önemli bir bölümünü vakfetmiştir.

Selçuklular, ana yolun dışında kabul edilen düşüncelere ve sebep oldukları kaosa karşı ilmî bir canlanma temini amacıyla önce Bağdat’ta Hanefî Mezhebinin merkezi Azamiye, hemen ardından da Nizamiye Medreselerini kurmuşlar ve vakıflarla tahkim etmişlerdir. Bunun yanı sıra ihtidâyı teşvik için sağlıklı bir tebliğin yapılabilmesi amacıyla gönüllere girmek için muhatapların ihtiyaçlarının karşılanması, bunların sünnet ettirilmesi ve ilk temel eğitimlerini alabilmeleri için vakıf gelirlerinden para ayırdıkları bilinmektedir.

Selçukluların yaptığı muazzam askerî hamlelerle başlayan fütuhat, vakıfların oynadığı Anadolu’nun İslamlaşması ve Türkleşmesindeki mühim görevlerle kesin bir kalıcılığa dönüşmüştür. Büyük fetihten itibaren Osmanlı Devleti’nin kuruluş zamanlarına kadar alınan şehirlerde, devlet adamları ve zenginler marifetiyle derhal lâzım olan hayır eserlerin inşasına başlanmıştır.

Bir iskân ve kolonizasyon metodu olarak vakıfların bir kurumu olan zaviyeler, ıssız yerlerde ve geçit bölgelerinde kurularak yol ve çevre güvenliğinde süreklilik temin edilmiştir. Kurulan vakıf zaviyeler, şehirlerde yeni mahallelerin, civarda ise yeni köylerin kurulmasını temin ederken, XII. ve XV. yüzyıllar arasında Anadolu’nun iskânı ve İslamlaşmasında çok önemli ölçüde rol oynamışlardır.

Vakıf eserlerinin tamiri, bakımı ve hizmet amacını yerine getirebilmeleri için görevlilerin ücretleri başta olmak üzere, gelip geçenlerin maddî ve manevî her türlü ihtiyacının karşılanması vakıflar yoluyla temin edilmiştir. Anadolu vatan olurken, küçük beldelerden büyük şehirlere kadar; camiler, medreseler, kervansaraylar, köprüler, hamamlar, yollar, imaretler, zaviyeler, hastaneler/şifahaneler yaptırılmış ve etraf aydınlatılmıştır. Kalabalık topluluklar gelip yerleşirken, gelişen şehirler süratle çevreyi değiştirmiştir. Sağlanan emniyet ve huzur ortamı sayesinde, hem şehirlerin fiziki çevresi hızla düzenlenmiş, hem de artan Türk nüfusu ile Türkleşme ve İslamlaşma sağlanmıştır.

Vakıflar, iskân politikaları ile yakından ilgilenmiştir. Ordu birliklerinin gördüğü işlerin ardından yer arayan bazı aşiret ve oymaklar, kendiliklerinden gelip boş yerlere yerleşmiştir. Şeyhler ve dervişler, çoğu zaman askerî akınlardan önce birer öncü olarak stratejik önemi haiz bazı bölgelerde tekkeler/zaviyeler kurarak bilhassa gayr-i Müslim halkın gönüllerine girmişlerdir. Fetihlerde ilerleme kaydedildikçe tarikat gönüllüleri, faaliyetlerini Batı’ya doğru kaydırmış, teşkilatları sayesinde sağlam bir zemin oluşturulmuştur. İskân problemi, yetkin tarikat zümrelerinin çabaları sonucu aşılabilmiştir. Tekkeler/zaviyeler, Osmanlı iskân siyasetini kolaylaştırmıştır. Her türlü masrafı vakıflar aracılığı ile karşılanan bu ocaklar adeta birer mânâ karargâhı olarak hizmet görmüşlerdir.

Esnafın ve meslek erbabının istikametine bilhassa dikkat eden Ahî teşkilâtı da, üstlendikleri misyon ışığında, devletin güttüğü siyaset çerçevesinde yer almış ve paranın vahşileşmesinin önüne geçmiştir. İncitmeden gerekli telkini yapabilen bu topluluk, yeri gelince bizzat gazâya da katılmış ve eli silah tutan ahalinin katılımını teşvikten geri durmamıştır. Ahîlerin Selçuklu Türkiyesi’nin âteşîn dünyasında gösterdikleri muazzam faaliyetlerin Osmanlı Devlet çınarının dikilmesi sırasında da hizmet ve himmetleri ile mülkün her tarafını tuttuklarına tarih şahittir.

Devlet, büyük ölçüde, hâlini ve silsilesini bilip halkın sevgi ve saygısını kazanmış Anadolu Erenlerinin tekkelerine/zaviyelerine geniş araziler vakfederek bu merkez şahsiyetlerin etraflarında gelişen geniş bir yelpazeyi de kontrolde tutmuştur. Meselâ Selçuklu ve Osmanlı devirlerini kuşatan Mevlânâ Celâleddin-i Rumî, Hacı Bektâş-ı Velî, Hacı Bayram-ı Velî, Seyyid Burhaneddin-i Velî, Emirce Sultan-ı Velî, Şeyh Ali Şîr ve tekkelerinin ve güçlü vakıflarının bulundukları bölgelerin en başta huzur ve emniyetine hizmet ettikleri cümlenin malumudur.

Mülkiyeti devlete ait fakat işletme hakkı ahaliye verilen arazilerin hayır işlerine tahsisi, beraberinde bazı imtiyazların sağlanması, iskâna teşvik etmiş ve o civarda birliği ve dirliği sağlayan ana unsur olmuştur. Boş duran topraklar bu sayede değerlendirilmiş, tarıma dayalı üretimin devamlılığı sağlanmış ve böylelikle ekonomik bir canlılık elde edilmiştir. Arazilerin işletilmelerinin sürekli olarak temin edilebilmesi için kökleştirilen tımar ve vakıf sistemi ile pek çok mahsur ortadan kaldırılmış, işler belli bir nizam çerçevesinde hâl yoluna konmuştur. Arazilerin kullanım hakları ulemaya, şeyhlere, devlete yararlılığı dokunanlara, paşalara, beylere, harplerde büyük faydası görülenlere ve devlet bürokrasinde başarılı olanlara verilmiştir. Pek tabiî ki bu zümre de arazileri vakfetmekten geri durmamıştır.

Fethedilen Rumeli, vatan kılınmasını müteakip, büyük kısmı Anadolu’dan gelen her türlü yetkiye ve güce sahip beylere verilmiştir. Bu sayede tam bir nizama kavuşturulan fakat merkez tarafından sıkı denetlenen uçlardaki beyler; vergi toplayabilmek, asker temin edebilmek ve bölgelerini huzur ve güven içinde yaşanılan yerler haline getirmek için çaba sarf etmişlerdir. İnsan kaynağını bereketlendirmek için ise her türlü tedbire başvurmuşlardır.

Rumeli’nde maiyyetleri ile beraber şeyhler ve dervişler yeni yerleşim yerleri kurdukça asayiş sağlanmış, yol emniyeti temin edilmiş ve insana hizmetin karşılığı, yeni nizama ciddi katkılar sunmuştur. Topluluklar bu yapılar etrafında tutunup çoğaldıkça bulundukları yerler kültürel ve ekonomik açıdan güçlenmeye başlamıştır. Böylece şairin; “Kerâmet gösterip halka suya seccâde salmışsın/Yakasın Rûmelini dest-i takvâ ile almışsın” demesindeki hakikat tecellî etmiş, Hak hoşnutluğunu önceleyerek insana hizmet etmenin ve her türlü inceliğe sahip olarak yakışmayacak ne varsa sakınmanın getirdikleri ile Rumeli, takva sahiplerinin himmetli elleri ile alınabilmiştir.

Osmanlı nizamının kurulmasına, korunmasına, yardımlaşma ve dayanışmanın yaygınlaştırılmasına, fertler arasında karşılıklı sevgi bağının kurulmasına ve insanlığın her iki dünyasının ihyasına hizmet eden birer sosyal teşkilat olan vakıflar, devlet cihazının temel unsurlardan olmuştur.

İnancın filizlendirip yeşerttiği vakıf müessesesi, sosyal ve ekonomik şartlara göre her dem yeni yollar açmış, hizmeti halka amasız fakatsız ulaştırmada ve ayırmadan el uzatmada fevkalâde iş görmüştür. Toplumun fakir fukarasını gözetmek, işsize iş aşsıza aş vermek, fitnenin ve ifsadın önüne geçmek, eğitim ve sağlık kurumları açmak, ibadet mahalleri inşa etmek ve her türlü toplumsal ihtiyaca kâfi gelmek gibi ne lâzımsa vakıf şuurunun mücessem hâli olan vâkıfların gayretleri sonucu yapılmıştır.

Bu çerçevede, vakıf külliyelerinin, mimarlık şah eserlerinin en güzel örnekleri inşâ ettirilmiş, abidelerin etrafında şekillenen beldelerin/şehirlerin estetiği temin edilmiştir. Depremlerle yıkılan şehirlerin çok kısa sürede eskisinden daha güzel şekilde yeniden inşa edildiği gerçeğini hatırlamak yeterli bu noktada.

Varlık serencamımızın her kademesinde karşımıza çıkan ruh iksiri olan vakıf, suret ve sîret olarak biz olma vasfımızın alenen tezahürüdür. İşbu sebeple vakıf, yüksek bir şuurun ve idrakin eseridir. İyi işletildiği takdirde, darlık buhranına düşenlere esasen haklarının iadesinde çok faydalı bir kaynaktır ve yoksunluğu gidererek yoksulluğa karşı kullanılacak kuvvetli bir çaredir. Paranın, malın ve mülkün insanlardan bir kısmının ellerinde dolaşarak sermayede tekelleşmenin baş göstermesi tehlikesine ve adil gelir dağılımının önüne set çekilmesine karşı müstahkem bir barikattır.

Söze bir mim çekecek olursak:

Hayatın her kademesinde belirleyici etkisi olan vakıflar sayesinde insan; vakıf evde doğar, vakıf beşikte uyur, vakıf mallardan yer içer, vakıf evde yaşar, vakıf mektepte/medresede okur, vakıftan burs alır, vakıf kitaplardan dersini yapıp eğitimini ilerletir, vakıf kütüphanede araştırma yapar, vakıf mektepte/medresede hocalık yapar, vakıf çeşmeden su içer, vakıf kaldırımda yürür, vakıf köprüden geçer, vakıf hastanede derdine şifa arar, vakıf tekkede gönlünü arındırır, vakıftan para/kredi alıp iş kurar ya da işini büyütür, vakıf çarşıdan alış-veriş yapar, vakıf işte çalışıp maaş alır, vefat edince vakıf tabuta konur, vakıf camide namazı kılınır ve vakıf bir kabristanda sırlanır.

İşte, bu kadar kuşatıcı bir dünya olan vakıf, kendi gök kubbemiz altında hayatın her alanına hitap eden sahih bir söz olarak, mahlûkata şefkat nazarıyla bakabilmenin en naif hasılasıdır.

QOSHE - Bir İnsanlık Dilbestesi: Vakıf Medeniyeti - Burhanettin Kapusuzoğlu
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Bir İnsanlık Dilbestesi: Vakıf Medeniyeti

18 1
08.05.2024

Tarih, bir anlam haritası olarak toplumların, kültürlerin ve medeniyetlerin tanışmasının, bilişmesinin yarışmasının nasıllığını izah eden sırlar hazinesidir. Doğrular, yanlışlar, hatalar, ihmaller, gayretler ve sevaplardan oluşan bir tecrübeler yumağıdır ve zamanın ibretten ibaret bir şerhidir. İnsanın, milletlerin ve medeniyetlerin fikrî ve fiilî sürekliliğidir. Dün yani hâfızanın ânı yaşayarak süreklilikten dolayı geleceği inşâ/imhâ etmesidir.

Bir ilim olarak tarih, varlığı, dünyayı, insanı, hayatı ve çevreyi anlamak ve bu sayede ayakta kalabilmek için verilen bir mücadeledir aslında. Büyük tarihin sayfaları açıldıkça, içinde celâl ve cemâl tecellîlerinden her ne sırlanmışsa, düne ait her ağırlık, zamanını yaşayarak geleceğe devrolunur.

Tarih milletlerin peşinden gelir. Bu mânâda zamanın ve insanın biriktirdikleridir. Tabiî ki ânı yaşayanlar, dünde kalanların vebâlini çekmez ya da sevabına ortak olmaz. Hayatlarına dünkülerin devrettiklerini miras alarak başlarlar. Zamanın devrettikleri, imha yahut inşâ olarak tecellî eder. Akl-ı selimi kendine yâr olmazsa kişi gördüğünü işler çünkü.

Geçmişi gösterip geleceğe yansıtan bir ayna olan tarihin teşrih masasında tanınan medeniyet, kaynağını dinden alan yüksek bir zihniyet ve idrak seviyesi, bir ahlâk ve inanç manzumesidir. Bütün azameti içinde, kitabî bir var oluş ve yenilenmedir. Medeniyet, şehir mefhumunun ihsas ettirdiği her bir mânâyı içine alan kuşatıcı bir nizamdır. Bu itibarla “din-medine” yani “şehir-medeniyet” kelimeleri arasında müşterek bir bağ vardır.

Medeniyet, medenîliktir. Akl-ı selîm, kalb-i selîm ve zevk-i selîm ile hemhâl olarak edep, erkân, fazilet, terbiye, zarafet, ilim ve irfan timsali bir şehirliliğin ilânıdır. İmanın kuşatıcılığında, ilim, fen ve sanatta kâmil mânâda bir gelişmeyi ifade eden medeniyet, eskilerin, “Ta’mîr-i bilâd ve terfî-i ibâddır.” diye tariflerinde olduğu gibi, beldeleri, ya da şehirleri imar ederek, “kul” olma şuurunu müdrik insanların hayat seviyelerini yükseltme maksat ve gayretidir.

Medeniyetimiz sahip olduğumuz coğrafyalarda faklı şekillerde ve tatlarda, kendini, sakinlerinin kimlikleri olan zengin kültür mahsullerinde göstermiştir. Vakıa kültürel kimlikler, büyük serlevhanın altında birer alt başlıktır ve aynı kapıdan girilen medeniyet konağının odaları mesabesindedir. Bütün unsurlarıyla en hâlis fiillerimiz olan millî kültürümüz dahi, bu büyük konağın selâmlığı hükmündedir. Şurası muhakkak, inceliği yakaladığımız Anadolu ve taht şehir İstanbul’a doğru sürekli yükselen seyir hâli, en son karar kıldığı “aşkın şeref diyarı” “Aziz İstanbul” şahikasının azameti ve büyüleyiciliği ise diğer beldelere nazaran ötelerden ötedir.

Baht şehir İstanbul’dan nasipli beldeler, medeniyetimizin ruh üfleyip hayat verdiği, kültür unsurlarının bütün ihtişamı ve ihtimamı ile yansıdığı, geleneğimizin farklı açılardan tadına doyum olmaz seyrinin yaşandığı ve üslûbun hükümran olduğu şehirlerdir. Başta İstanbul olmak üzere, Edirne, Bursa, Şar Dağı’ndaki devamı Üsküp, Saraybosna ve bütün beldelerin kültür hayatı ve vakfın hayat verip vâkıfların yaşattığı müessesseler yüksek bir kültürün hâkimiyetinde tebarüz etmiş bir dilbestedir. Bununla beraber, kültürümüzün kimyasına sirayet etmiş tasavvufî neşve ise kendini kâmilen hissettirmektedir. Hal böyleyken muazzez medeniyetimiz ve yüksek kültürümüz, “ömrün bütün ikbâlini vuslatta duyan” “cedlerin mağfiret iklimidir.”

Vakıf, işte bu âsûde bahar iklime ait ferahfeza bir esintidir…

Medeniyetimizin şekil ve ruh vererek meydana getirdiği insan merkezli bir hizmet alanı olan vakıf, asırlardır yaşayan ve yaşatan bir nizamın adıdır. Milletimizin var oluş sırrı olan vakıf, coğrafyanın vatan kılınmasında, küre-i arzın bezenmesinde, gönül hoşluğu ile verme esasıyla her günün bir bayram neş’esi içinde geçirilmesinde bir kuruluş ve kurtuluş beratıdır.

Vakıf, temeli imanın hayata aksı olduğu için hukukî kaidelerle sınırları belirlenmiş, tasdik ve tescil edilmiş, korunmuş; “rızâ-yı Bârî” ve “hayırda yarışma” fehvasınca dayanışmanın, paylaşmanın ve kardeşlik şuurunun sürmesini ve pekişmesini esas almış, içtimaî hayat üzerinde derin tesiri olan muazzam ve mübarek bir varlık beyannâmesidir.

Ellerinde beyannameleri hazır olarak bizden önce gelip coğrafyalarımızı yurt tutan atalarımız, vakıf şehirler inşâ ettiler. Yeni girdikleri beldeleri açıp gülzar yaptılar ve cemâl tecellîleriyle şehirleri çehre ve ruhuyla biz kıldılar. Taşa ruh verip ahşabın sıcaklığı ile vakıf binalar inşâ ettiler. Medeniyetimize ait nakışları gergef gergef işleyip viraneyi kâşâneye çevirdiler. Edebin kuşatıcı nur hâlesinin aydınlığında, mahallede, tekkede, medresede, câmide, çarşıda, pazarda, handa, hamamda, imalâthânede, çeşmede, kahvehânede ve sohbet meclislerinde, kimlik kartlarında yazılı olan değer hükümleri ile amel ettiler. Çünkü asıl “hüner, bir şehir bünyâd eylemek”tir. Böylece, gündoğusundan günbatısına dilbestelerle mest oldular. Geçmiş zamanı anda yaşadılar. Her yeni gelen elbette ki kendi zamanını yaşadı. Hâl böyle iken, vaktin sahibi olarak, zamanın getirdiklerini yeniden söyleyerek var oldular. Her beldenin bu üslûptan nasibi farklı, hepsinin payına düşenin tadı, rengi ve rayihası ayrı oldu tabiî ki.

Her şehir, Anadolu ve Rumeli’nin kalpgâhı mesabesinde müstahkem bir mevkide karar kılan pür medeniyet yansımasıdır. Bu bakımdan adı dilde yâdı gönülde kalan şehir ve bölge........

© Maarifin Sesi


Get it on Google Play