Göç, gündelik siyasetin kayıtsız kalamayacağı konuların arasında başrolde kendisine yer bulan bir niteliğe sahip. Bugünün siyasi partileri, sivil toplum kuruluşları, akademisi ve elbette medyası bir şekilde göç konusunda bir şeyler söylemek zorunda.

Ne var ki, söylenecek sözlerin kuyumcu titizliğiyle ince ayar çekilerek konuşulması gibi bir zorunluluk olduğu da aşikâr. Zira küresel çapta hüsnükabul gören yaklaşım, göç konusunda popülist söylem tercihini daha fazla öne çıkartıyor.

Bugün Batı Avrupa’ya hâkim olan ev sahibi toplum için “tehdit” söylemi kendisine daha fazla müşteri topluyor. Bu nedenle merkez partiler dahi söylemlerinde popülizme yöneliyor. Türkiye’de de benzeri durum geçerli.

Hâlbuki göç ile şekillenen bir coğrafyada yaşadığımız halde göç konusunda güçlü bir politika ortaya çıkartamayışımız üzerinde kafa yorulması gerekiyor.

Nitekim bugün sorun olarak algılanan göçün yönetilebilmesi durumunda nasıl bir fırsata dönüşeceğinin kanıtları hem kendi tarihimizde hem de dünyanın farklı coğrafyalarında mevcut bulunuyor.

II. Abdulhamit Han döneminde göçün belirli bir plan ve program dâhilinde Osmanlı’nın içinde bulunduğu siyasi ve iktisadi sıkıntılardan kurtarılması bağlamında ciddi bir kaldıraç görevi görmesi bunun bir örneğidir.

Hakeza Cumhuriyet’in ilk döneminde Müslüman nüfusun artırılması politikası (İslamlaştırma) bağlamında Mübadele Göçü’nün planlanması da benzeri bir örnektir.

Yine ABD’nin ve Avrupa’nın göçmenlerin beraberinde getirdiği sosyo-ekonomik dinamizmden nasıl yararlandığını, Türk işgücü göçünden de yola çıkarak, iyi tahlil etmek gerekmektedir.

Suriye başta olmak üzere yakın bölgemizde yaşanan hadiselerden ötürü sınırlarımızdan giren düzenli ya da düzensiz göçmenler, bugün önümüzde bir vakıa olarak durmaktadır. Bunu yok saymak, inkâr etmek ya da popülist söylem ile çerçevelemek bu vakıayı ortadan kaldırmıyor. Aynı şekilde bunu normal bir hadise gibi lanse etmek de çözüm getirmiyor. Bunun için göçün nasıl yönetileceğinin gerçekçi bir zemine oturtulması gerekiyor.

Suriyeli göçmenlerin tekrar ülkelerine dönmelerinin yasal çerçeve bağlamında ancak Suriye’nin normalleşmesi ile mümkün olduğunu biliyoruz. Kaldı ki, ülkemizde yaşayan ve geçici koruma altındaki kişiler olarak tanımlanan Suriyelilerin üçte bire yakınının (yaklaşık 1 milyon) Türkiye’de doğduğu, geri kalanının önemli bir kısmının da işgücü piyasasına girdiği düşünüldüğünde geriye dönüşün en azından kısa vadede mümkün olmadığı bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Siyasetin bu gerçeği dile getirme konusunda tereddüt yaşaması bunu ortadan kaldırmıyor.

Afganistan’dan, Rusya-Ukrayna hattından ve Afrika ülkelerinden gelen düzensiz (kaçak) göçmenlerin de doğrudan işgücü piyasasında var olmaları göç ile mücadele konusunda tereddütleri beraberinde getiriyor.

Nasıl ki, terörle mücadelede asıl olan yalnızca teröristle değil, terörün kaynakları ile de mücadele etmek ise göç konusunda da atılması gereken ilk adım göçe neden olan etkenleri ortadan kaldıracak politikalar geliştirmektir.

Binlerce kilometre öteden gelip “demokrasi” söylemiyle ülkeleri tarumar eden, iç savaşlara ve askeri-iktisadi işgale neden olan Siyonist şebekenin oyunları bozulmadığı sürece coğrafyamızda göçün durdurulması mümkün olamayacaktır.

Zira bu Siyonist akıl, bir yandan bazı ülkeleri göç etmeye zorlarken, diğerlerini de göçü almaya zorlamaktadır. Türkiye’nin geri kabul anlaşması yoluyla Avrupa’ya göçün önünde set kurmaya zorlanması bundandır. Bu sayede Türkiye gibi göçe maruz bırakılan ülkeler de göç yoluyla istikrarsızlaştırılmaya çalışılmaktadır.

Bu sebepten dolayıdır ki, hedef tahtasına konulması gereken Suriyeli, Afgan, Afrikalı göçmen değil, onu buna mecbur eden Siyonist şebekedir.

Türkiye’de Batı Avrupa’daki “tehdit” soslu popülist söylemden ilham alarak göçmenlerin hedef tahtasına konulması ancak ve ancak Türkiye’yi istikrarsızlaştırmak isteyenlerin ekmeğine yağ sürecektir.

Bu nedenle, kısa vadeli siyasi hesaplar ile değil “devlet aklı” ile hareket edilmesi ve göçün yönetilmesi zaruriyeti vardır. Göçmenlerin kamu güvenliği açısından kontrol altında tutulması, uyum süreçlerinin takip edilmesi ve sınırların korunması ne kadar önemli ise başta komşu ülkelerimiz olmak üzere coğrafyamızın işgalden, iç savaşlardan Siyonist planlardan korunması da en az o kadar önemlidir.

QOSHE - Popülist söylem ile gerçekçi politika arasında sıkışan göç meselesi - Bekir Gündoğmuş
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Popülist söylem ile gerçekçi politika arasında sıkışan göç meselesi

22 6
13.05.2024

Göç, gündelik siyasetin kayıtsız kalamayacağı konuların arasında başrolde kendisine yer bulan bir niteliğe sahip. Bugünün siyasi partileri, sivil toplum kuruluşları, akademisi ve elbette medyası bir şekilde göç konusunda bir şeyler söylemek zorunda.

Ne var ki, söylenecek sözlerin kuyumcu titizliğiyle ince ayar çekilerek konuşulması gibi bir zorunluluk olduğu da aşikâr. Zira küresel çapta hüsnükabul gören yaklaşım, göç konusunda popülist söylem tercihini daha fazla öne çıkartıyor.

Bugün Batı Avrupa’ya hâkim olan ev sahibi toplum için “tehdit” söylemi kendisine daha fazla müşteri topluyor. Bu nedenle merkez partiler dahi söylemlerinde popülizme yöneliyor. Türkiye’de de benzeri durum geçerli.

Hâlbuki göç ile şekillenen bir coğrafyada yaşadığımız halde göç konusunda güçlü bir politika ortaya çıkartamayışımız üzerinde kafa yorulması gerekiyor.

Nitekim bugün sorun olarak algılanan göçün yönetilebilmesi durumunda nasıl bir fırsata dönüşeceğinin kanıtları hem kendi tarihimizde hem de dünyanın farklı coğrafyalarında mevcut bulunuyor.

II. Abdulhamit Han döneminde göçün belirli bir plan ve program dâhilinde Osmanlı’nın içinde bulunduğu siyasi ve iktisadi sıkıntılardan kurtarılması bağlamında ciddi bir kaldıraç görevi görmesi bunun bir örneğidir.

Hakeza Cumhuriyet’in ilk döneminde Müslüman nüfusun artırılması politikası (İslamlaştırma) bağlamında Mübadele Göçü’nün planlanması da benzeri bir örnektir.

Yine........

© Milli Gazete


Get it on Google Play