Mü’min olmanın gereklerinden biri de hiç şüphesiz zulme karşı durmak, mazlumun yanında olmaktır. Bu ahlak Efendimiz’in (S.A.V) en büyük sünnetlerinden biridir. Nitekim cahiliye döneminde kurulan Hılfu’l-Fudûl (Faziletliler Topluluğu) sünnet-i seniyyede daima övgüye mazhar olan bir oluşum olarak karşımıza çıkar. Adaleti sağlamak, zulme engel olmak için kurulan bu topluluğa dair şu nakledilir: Zebîd kabilesine mensup Yemenli biri, satmak üzere Mekke’ye bir ticaret malı getirir. Kureyş ileri gelenlerinden As bin Vâil bu malı satın alır ama bedelini ödemez. Adam da, Abduddâr, Mahzûm, Cumâh, Sehm ve Adiy bin Kâ’b Oğulları gibi Mekke’nin ileri gelen ailelerinin büyüklerine başvurup kendisine yardım etmelerini ister. Ama onlar mazluma destek vereceklerine As bin Vâil’e arka çıkarlar. Çaresizlik içinde kalan adam, Kureyş ileri gelenlerinin Kâbe çevresinde oturdukları bir sırada, Ebû Kubeys dağına çıkarak; “Ey Fihr Hânedânı!” diye bağıra bağıra şiir okur ve uğradığı zulmü ve haksızlığı ilan ederek yardım ister. Yardım için ilk harekete geçen zât, Efendimiz’in amcası Zübeyr olur. Kureyş’in ileri gelenleriyle birlikte Abdullâh bin Cüd’an’ın evinde toplanırlar. Abdullah onlara yemek ikram eder. Daha sonra, “Kim olursa olsun, Mekke’de zulme uğramış kimselerin hakkını geri alıncaya kadar, zalime karşı mazlumu müdâfaa etmek” üzere anlaşırlar. Topluluk ilk olarak As bin Vâil’den Zebîdli adamın hakkını almakla icraata başlar. Daha sonra da Mekke’de zulme ve haksızlığa uğrayan pek çok kimsenin yardımına yetişir ve adaleti sağlamak için çabalar.[1] Efendimiz (S.A.V) bu topluluğun yaptığı işin yüceliği ve övgüye layık olması bağlamında çok sonraları şöyle buyurur: “Abdullâh bin Cüd’ân’ın evinde amcalarımla birlikte, Hılfu’l-Fudûl’de hazır bulun­dum. O meclisten o kadar memnun oldum ki, ona bedel bana kızıl develer (yani en kıymetli dünya metâı) verilse, o kadar sevinmezdim. O antlaşmaya şimdi de çağrılsam, yine icabet ede­rim.”[2]

O halde Peygamberini (S.A.V) seven, O’na tabi olduğunu iddia eden hiçbir Müslümanın etrafında işlenen zulüm karşısında sessiz kalması düşünülemez. Bu müslümanlığın tabiatına aykırıdır. Ayrıca, zalimler kendilerine ses çıkarılmadığı zaman daha da azgınlaşmakta ve bugün Gazze başta olmak üzere mazlum coğrafyalarda işledikleri suçları utanmadan sürdürmektedir. Cenâb-ı Hakk Firavunun azgınlaşma, insanlara eziyet etme sürecini anlatırken şöyle buyurur: Firavun, kavmini küçük düşürdü (ezdi). Onlar da kendisine itaat ettiler. Çünkü onlar yoldan çıkmış bir toplumdu.[3] Yani, halk kitleleri dosdoğru yürümeyen, Allah'ın ipine sarılmayan, eşya ve olayları iman terazisiyle ölçmeyen kimseler yani yoldan çıkmış fasıklar olmasalar tağutlar, diktatörler bu zulümleri işleyemezler. Yoldan çıkan fasıkların aksine mü’minleri kandırmak, akıllarını çelmek, yele kapılmış bir tüy gibi onlarla oynamak son derece güçtür.[4] Şüphesiz, Firavun işlediği zulümlere karşı ‘’dur’’ diyen bir toplumla muhatap olmadığı için bu zulümleri işleyebilmiştir. Bilmemiz gereken bir şey de İslam’ın en bariz hususiyetlerinden birinin ortaya çıkan problemde öz eleştiriye sevk etmesidir. Yani ‘’Beni kimler, niye sömürüyor, kimler bana zulmediyor?’’ sorusu yerine ‘’Niçin sömürülmeye, zulme maruz kalmaya açığım?’’ sorusuna sevk etmesidir. Tövbe dediğimiz şey de aslında budur. Yani kişinin, her halini vahiy ışığında gözden geçirmesi ve gerektiği yerde geri adım atabilmesidir. Özetle, müslüman fert ve toplum, ümmetin maruz kaldığı zulümlere dışarıdan bahaneler getirerek enerjisini zayi etmemeli, öz eleştiri yapmalı, Allah’a dönmeli ve asla zulme rıza göstermemelidir. Eliyle, diliyle, o da mümkün değilse kalbi ile zulme ve zalimlere karşı tavır takınmalıdır.

Cenâb-ı Hakk müminlerden bahsettiği diğer bir âyet-i kerîmede şöyle buyurmaktadır: Onlar, bir haksızlığa uğradıklarında, üstün gelmek için aralarında yardımlaşırlar.[5] İbrahîm en-Nehaî’nin (r.aleyh) bu âyete dair şöyle bir yorumu aktarılır: Mü’minler zillete maruz kalmayı çirkin görürler, muktedir olduklarında da af yolunu tutarlar.[6] Ebu’s-Suûd Efendi (r.aleyh) de ayeti şöyle yorumlar: Yani o müslümanlar, kendilerine saldıranlar karşısında zillete düşmeyi kabul etmeyip Allah'ın (C.C) meşru kıldığı şekilde onlardan intikam alırlar. Müslümanlar, önemli faziletlerle vasıflandırıldıktan sonra burada da cesaretle vasıflandırılmaktadırlar. Bu, onların bağışlayıcı olmakla vasıflandırılmalarıyla çelişmez; zira her iki haslet de, yerine göre fazilettir ve yerine göre de zillettir, kötüdür. Nitekim âcizlere karşı, faziletli insanların kusurlarına karşı halimlik göstermek, övgüye şayandır; zorbaya karşı ve alçakların kabahatlerine karşı halimlik göstermek ise, yergiye sebeptir. Zira bu yumuşaklık, onları haksızlık yapmaya teşvik etmektedir.[7] Hasılı, müslüman fertler olarak zulme rıza göstermemeli, elimizden geldiğince, dilimiz döndüğünce, yani olanca gücümüzle zulmün karşısında durmalıyız. Çünkü zulme rıza zulümdür.

[1] İbn-i Sa’d, 1/128-129.
[2] El-Bidâye ve’n-Nihâye, 2/295.
[3] Zuhruf Sûresi,43/54.
[4] Fî-Zilâli’l-Kur’ân, 5/3191.
[5] Şûra Sûresi, 39/42.
[6] Et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, 26/114.
[7] Tefsîru Ebi’s-Suûd, 8/34.

QOSHE - Zulme rıza zulümdür! - Hamza Korkmaz
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Zulme rıza zulümdür!

56 8
10.05.2024

Mü’min olmanın gereklerinden biri de hiç şüphesiz zulme karşı durmak, mazlumun yanında olmaktır. Bu ahlak Efendimiz’in (S.A.V) en büyük sünnetlerinden biridir. Nitekim cahiliye döneminde kurulan Hılfu’l-Fudûl (Faziletliler Topluluğu) sünnet-i seniyyede daima övgüye mazhar olan bir oluşum olarak karşımıza çıkar. Adaleti sağlamak, zulme engel olmak için kurulan bu topluluğa dair şu nakledilir: Zebîd kabilesine mensup Yemenli biri, satmak üzere Mekke’ye bir ticaret malı getirir. Kureyş ileri gelenlerinden As bin Vâil bu malı satın alır ama bedelini ödemez. Adam da, Abduddâr, Mahzûm, Cumâh, Sehm ve Adiy bin Kâ’b Oğulları gibi Mekke’nin ileri gelen ailelerinin büyüklerine başvurup kendisine yardım etmelerini ister. Ama onlar mazluma destek vereceklerine As bin Vâil’e arka çıkarlar. Çaresizlik içinde kalan adam, Kureyş ileri gelenlerinin Kâbe çevresinde oturdukları bir sırada, Ebû Kubeys dağına çıkarak; “Ey Fihr Hânedânı!” diye bağıra bağıra şiir okur ve uğradığı zulmü ve haksızlığı ilan ederek yardım ister. Yardım için ilk harekete geçen zât, Efendimiz’in amcası Zübeyr olur. Kureyş’in ileri gelenleriyle birlikte Abdullâh bin Cüd’an’ın evinde toplanırlar. Abdullah onlara yemek ikram eder. Daha sonra, “Kim olursa olsun, Mekke’de zulme uğramış kimselerin hakkını geri alıncaya kadar, zalime karşı mazlumu müdâfaa etmek” üzere anlaşırlar. Topluluk ilk olarak As bin Vâil’den Zebîdli adamın hakkını almakla icraata başlar. Daha sonra da Mekke’de zulme ve haksızlığa uğrayan pek çok kimsenin yardımına yetişir ve adaleti sağlamak için çabalar.[1] Efendimiz (S.A.V) bu topluluğun yaptığı işin yüceliği ve övgüye layık olması bağlamında çok sonraları şöyle buyurur: “Abdullâh bin Cüd’ân’ın evinde amcalarımla........

© Milli Gazete


Get it on Google Play