Türk kadınlarına “al yanaklı” denmesinin derin bir manası vardır. Yanak yâni yüz ardan, hayâdan kızarır. Türk kızları tarih boyunca iffetleriyle, nâmuslarıyla tanınmıştır. Şimdi geleceğimizi kurtarmak için Orhun Abideleri’ndeki uyarılara kulak vermemiz lazımdır: “Türk bodun, erttin ökün!” (Ey Türk milleti pişmân ol ve kendine dön!) İbni Battûta “Türklerde kadın şahsi asalet timsâli sayıldığı için şeref ve haysiyetini ihlâl edecek bir harekette bulunmaz. Türklerin asîl kadınları vardır” der. İslam’dan önceki Türk töresinde de hırsızlık ve zinaya en ağır cezalar veriliyordu. Milletler aynı canlı teşekkülleri gibi bir hücre oluşumuyla başlayıp iskelet ve kas sistemleriyle hayata bağlanırlar. Bu bünyeyi ayakta tutan aslî maddeler; proteinler, karbonhidratlar, yağlar, vitaminler ve minerallerdir. Milletleri de ayakta tutan dil, din, kültür, töre ve yurt gibi birleşenlerdir. Millî oluşumda dil, birinci faktördür. Lisan, toplumları en çok birleştiren ve şuur düzeyi en yüksek argümandır. Toprağını yâni yurdunu kaybeden milletler dahi dilleri sâyesinde ayakta kalabilmişlerdir. Türk dilinden belli bir zaman diliminde ayrılarak kopuk dil (lehçe) şeklini alan Yakut (Saha), Bulgar ve Çuvaş lehçeleri ile birlikte, bu topluluklar da Türklerden kopuk hâle gelmiştir. Bunlar diğer Türk şiveleri gibi değildir; bu lehçeleri bağımsız dil sayan uzmanlar da olmuştur. Çuvaşça ve Yakutça veyâ Karaim Türkçesi’ne göre, Bulgar lehçesi Türk dilinden tamâmen kopuk hâldedir. Bunları şunun için belirttik: Bu lehçe veyâ dilleri kullanan ve dili Türkçeden kopuk olan Türk halklarının çoğunluğu Müslüman değildir. Macarlar (Hunlar?), Fin-Ugor (Finliler?) Bulgarlar Hristiyan; Yakutlar, Hristiyan-Şamanist; Karaimler Mûsevîdirler. Yalnız Gagavuzlar dillerini korumalarına rağmen Hristiyandırlar. Demek ki ayrı bir dil dâiresinde olan kavimler aynı zamanda kâhir ekseriyetle (büyük bir çoğunlukla) ayrı bir dîne de bağlanmış olanlardır. Dili en çok destekleyen de töredir. Töre âdetâ milletlerin gen şifreleri gibidir. Töreler hem sözlü hem de pratik olan yaptırımlardır. Semâvî dinlerin devreye girmediği yerlerde dil-töre bütünlüğü sistemin kurucusu ve yönetici gücüdür. Milletler toparlama sürecine ulaşınca en vazgeçilmez unsurlardan biri de yurt yâni vatan olmuştur. Vatan dil ve törenin uygulandığı alan olduğu için ona kutsiyet de eklenmiştir.

SEMÂVÎ DİNLER VE DEĞİŞEN HAYATLAR

Türkler değişik dinler ve hayatlar dâiresinde olmakla birlikte, İslâm’ın kabûlü ile deneme yanılma dönemi bitmiş, bünyesinde bütün kutsal kavramları ve fazîletleri toplayan İslâmiyet dairesine girmişlerdir. Toplumlar bir dîne mensûp olunca esas olan ona tam teslimiyetle bağlanmaktır. Çoğu eski kavimler hak olmayan dinlere de bu şekilde bağlanmışlar, hattâ o dinlere insanlar bile kurbân etmişlerdir. Dağdan, taştan, güneşten, aydan, hayvanlardan, fırtınalardan, denizlerden hâsılı bütün tabîat varlıklarından medet umup onları ilâh olarak görmüşlerdir. Tam açıklayamadıkları ruh ve dünyâ ötesinden (âhıret) dolayı dünyâ bunlar için esas mekân hükmünde olmuştur. En eski topluluklarda bile bir din gerçeği olduğu için milletler, kavimler bir din dâiresine girmekte zorlanmamışlardır. A veyâ B dînini, dinsiz yaşamaya tercîh etmişlerdir. (Aslında semâvî dinler Hazreti Âdemle başlamıştır.) Semâvî dinlerin dâiresine girmeyen toplumlarda müteşekkil bir yaşayış şekli olmamakla birlikte ilkel dinler, daha ziyâde adrenalin ve emosyonel ritüelleri (heyecan ve motivasyon) hâvî olduğu için bu hedonikleri ritm ve danslarıyla trans hâle geçiren bir teatral hareketler bütünlüğüydü. Semâvî dinlerin ilk büyük hakîkatleri yâni Tevrat ve İncil hükümleri, eski fetişist, animist ve natüralist tatbîkatlerden dolayı kolay benimsenememiştir. Bu yüzden kitâbî din, resûl, nebî ve ümmetleri çok büyük sıkıntılar çektiler; peygamberleri ve inananları da katledildi. Kral ve firavunlar kendi dünyâ saltanatlarının sona ermesinden korktukları için ilâhlık iddiâlarında bulundular. Toplumlarına sahte cennetler va’dettiler. Hak din sâliklerinin çoğu hayattayken dinlerinin zafere ulaştığını göremeden vefât ettiler. Aslında İslâmiyet kemâl sancıları çekerek doğuma hazırlanıyordu. Dünyâ tam bir kargaşa ve düzensizlik hâlindeyken sahte dinlerin bütün putları yıkıldı. Kisrâ sarayları yerle bir oldu. Mecûsîlerin sönmeyen ateşleri söndü. Kâbe’de yıllarca el üstünde tutulan putlar ayaklar altına alındı. Nihâyet son din geldi. Sistemin gerektiği gibi kurulup işlemesi lazımdı… Yönetici gerekliydi… Halk (ümmet) gerekliydi… Her kuruluş varlığını yönetici ve ona tam inanmış kitlelerle korur. Gerek bu dînin son Peygamberi ve onun Eshâbı seçilmişlerdendi. İnsanlardı ama insanüstülerdi. Çok eziyet çektiler, fakat yarın ne olur diye düşünmediler. Geleceği belirleyen Allâh’tır. Onlar içinde bulundukları zamânı yaşadılar. İşte bunun için tek bir hücreden dünyâyı kaplayan bir bünye meydana geldi. Bu bünyenin kalbi Mekke, rûhu Medîne idi. Bu bünye 150 sene sonra rûhunu ve kalbini teslîm edebileceği yeni bir bünye arıyordu. Mübârek Peygamberimizin ve Selef-i sâlihînin yolundan giden bu kavim Türklerdi. Hazreti Peygamber bunlara Kanturaoğulları (Benî Kantura) demişti. Rivâyetlerde Kantura Hazreti İbrâhim’in câriye olan hanımından gelen soydur. Hâlbuki Yâfes ondan çok daha önce yaşadığına göre bu teori tam açıklanamamıştır. Câriye ile Hazreti İbrâhîm’in evlâdından gelmesi durumuyla Hazreti İbrâhim’e mensûb Yâfes’in evlâtlarından biriyle evlenmiş bir kızın kastedilmiş olması Türklerin mezkûr evlilikten hasıl bulunması da mümkündür. Burada Türklerin nereden geldiğinden daha önemlisi, İslâmî haritada nerelere geldikleridir. Türkler İslâmiyetten evvel de cesur, işkence etmeyen, “Köktengri” de olsa bir tanrı inancına sâhip olan, törelerine bağlı, savaşı toprak ve töre için yapan, düşmanına bile merhametli, bir toplumdu. Zıtları cem’eyleyen Rabb’imiz, ahlâkın, insanlığın, fazîletin, merhametin, mânevî değerlerin olmadığı bir yerde, bunların tam zıddı olan en yüce ahlâk, en üstün insanlık, fazîletlerin tamâmı, zulmün yerini merhametin aldığı, en şerefli ve en yüce duyguların tamâmını kapsayan bir dîni, yâni İslâm’ı yine bu topraklara gönderdi. Kısa zamanda Arap ve Afrika kıt’alarına yayılan, 8. yy.da Avrupa’ya uzanan bu dînin en girift, en hırçın ve gaddar müşriklerin ve putperestlerin yaşadığı Asya kıt’asına da Sahâbe efendilerimiz teblîğ için gelip çoğu şehîd oldu ve hemen hemen geri dönen bile olmadı.

TÜRK ATALARIMIZ GÖREVİ DEVRALIYORLAR

Artık bu coğrafyada bir millet bu dîni tek inanç ve yönetim şekli bilip bütün müeyyideleri ile fetih bayraklarını açıp, insanların ayaklarındaki şirk ve putperestlik prangalarını kırarak, insanlığı İslâmiyet’in hürriyet havasıyla tanıştırıyordu. Türkler artık bu dînin yeni bayraktârı ve “Tevhîd-i Bârî”nin mübârek neferleri olmuşlardı. O ne saf ne şüphesiz bir inançtı. Bu millet artık “zâlike’l-kitâbu lâ raybe fîh”in tam müttekileri olmuşlardı. Kuru cihangirlik, balbal dikme, sembol ve heykel yapma yerini artık sâdece “i’lâ-yı kelimetullâh”a bırakmıştı. Artık bölge yoktu, diyâr yoktu, kıta yoktu, sınır yoktu… Bir tek ideal vardı: Bütün dünyâya “Tevhîd” kelâmını yaymak ve semâlarda dinmeyen o ulvî sadâyı yâni “Ezân-ı Muhammedî”yi sonsuza kadar dinletmek ve “Râyet-i Nebeviyye”yi ümmete sâyebân “gölgelik” yapmaktı. Bu yüce millet İslâmiyetin bütün emirlerine “ale’r-re’si ve’l-ayn”, “baş göz üstüne” diyerek tâbi’ olmuştu. Süleyman Çelebi 15. asırda beyne’l-İslâm (Müslümanlar arası) dünyânın en çok okunan medhiyyesini “Mevlid-i Nebî”yi (Vesîletü’n-necât ) yazmıştır. Çelebî kendi şahsında bu azîz neslin o Resûl’e ümmet olmasını en büyük devlet addetmiştir. “Hizmetin kıldığımız izzet yeter/// Ümmetin olduğumuz devlet yeter” diyerek dünyâya i’lân etmiştir.

TÜRKLER İSLAMİYET’TEN EVVEL NASILLARDI?

Atalarımız önceleri Müslüman olmamalarına rağmen iffetli bir hayat yaşıyorlardı. Meselâ zinâ ve hırsızlığa en ağır cezâlar veriliyordu. Domuz yemiyorlardı. Politeizm (çok tanrıcılık) yoktu. Esir alınan kadın ve kızların ırzlarına aslâ tasallut edilmiyordu. Hâlbuki Cengiz, esir kızların her 300’ünü yüzbaşılarına hediye olarak verirdi. Zinânın Türk töresinde cezâsı mutlak ölümdü. Bu cezâ onlar için çok önemli olan âile yapısını korumaya dayalı idi. İslâmiyet’te çok gündeme getirilen “teaddüd-i zevcât” (birden fazla kadınla evlenme) Türklerde de uygulanmış mıdır? Bir kere bu evlilik ne bir emir ne de bir tavsiyedir. Sosyolojik şartlara bakmaksızın zaman kesişimi yapmadan olayları tahlîl etmek aslâ mümkün değildir. Bu ayrı bir konudur. “Meselâ Türk’ün atası Oğuz Kağan da amcasının üç kızıyla evlenmiştir.” (İsmâil Hâmi Dânişmend, Türk Irkı Niçin Müslüman Oldu, Burak Yay. S. 83-84-85, İstanbul, 1994.)

TÜRKLERİN ÖNCEKİ ÂDÂBI

İslâmiyetten evvel Arabistan’da, kadınlar ve erkekler son derece âdâb ve ahlâk dışı yaşarlardı. Hâlbuki Türkler İslâmiyet’ten evvel de iffetli idiler. Îranlı müellif KerdîzîZeynü’l-ahbâr” adlı eserinde Karluk Türklerinden bahsederken “Mâlumdur ki Türk kadınları çok ahlâklı ve ismetlidirler.” der. (Age. Türk Irkı…s.86) İslâm öncesi Araplarda bir erkeğin alacağı kadının haddi yoktu… Her erkek istediği kadar mahbûbelerle (sevgili) gayrimeşrû münâsebette bulunurdu. Fuhuş bir meslek olarak şâyi’ (yaygın) idi. Evli kadınların çocuk dünyâya getirmek için başka erkeklerle münâsebetdâr olmasına müsâade edilirdi. Kadın baba veyâ kocasının hiçbir mîrâsına sâhip olamazdı. (Age. Türkler, s.88) Eski Arap’ta güzel bir zürriyete sâhip olmak isteyen bir erkek, karısını bir çocuk peydâ edinceye kadar başka bir erkekle yaşamasına müsâade eder ve bu çocuk kadının meşrû kocasına âit sayılırdı. (Age. Türk Irkı. s. 88) Profesör Joseph Schacht’ın belirttiği nasslarda “verâset hukûku da dâhil olmak üzere, âile hukûku Kur’ân’ın muhtelif yerlerinde dağınık bir hâlde olmakla birlikte, hemen hiçbir noktası eksik kalmamak şartıyla teşrih edilen (açıklanan) yegâne kazâî (hukûkî, idârî) mevzûdur. Bu sâhada (Kur’ân-ı kerîm) en fazla kadınlara, çocuklara, akrabâya, ev adamlarıyla câriye ve kölelere nasıl muâmele edileceğinin tesbîtine ehemmiyet veriyor” der. Stanley Lane-Poor ise şöyle der: “Muhammed’in kadınlara âit hususlarda yaptığı derecelerde mühim değişiklikleri hiçbir büyük vâz’ı-ı kânun (kânun koyucu) yapmamıştır.” (Age. Türk Irkı, s. 91) Eski Türk hukûkunda talâk (boşanma) hakkı erkekte olmakla birlikte kadının da boşanma talep etmeye hakkı vardır. Türk Hukuk Târihi bir kadının boşanma isteği için gerekli maddeleri şöyle sıralar:

  1. Kocanın kendisine fenâ muâmele etmesi

  2. Başka bir kadınla gayr-ı meşrû münâsebette bulunması

  3. Kudretsizlik (adem-i iktidâr, cinsî gücün olmaması) (Sadri Maksûdî Arsal, Türk Hukuk Târihi TTK Yay. s.337, 2015 İstanbul)

İslâmiyette meselâ kadın da nikâh sırasında “boşanma hakkına” sâhip olma yetkisi ister ve alır.” Geniş anlamda bir fitneye sebep olmamak için bu konuya fazla yer verilmemiştir. Hristiyanlıkta “Kilise nikâhı”nın feshedilemeyeceği ilân edilmiştir. Bu sıkı kurala “Katolik nikâhı” da denilmiştir. Bu kural son zamanlarda gevşemiştir. Talâk yâni boşanma hoş bir şey değildir; buna rağmen insan hayâtının bir parçası olmuştur. Efendimiz de talâkı müstahsen (iyi, güzel) bulmamıştır. İbni Battûta “Türklerde kadın şahsî asâlet timsâli sayıldığı için şeref ve haysiyetini ihlâl edecek bir harekette bulunmaz. Türklerin asîl kadınları vardır” der. Türk kadınlarına “al yanaklı” denmesinin de bir derin anlamı vardır. Yanak yâni yüz ardan, hayâdan kızarır. Türk kızları iffetleriyle, nâmuslarıyla tanınmıştır. Ancak Tanzîmat’la başlayan Avrupâî hayatla, kızlarımızın “al yanakları” izâle edilmeye çalışılmıştır. “Hayâ îmandandır” hadîs-i şerîfine muhâtap olan “bir nesli mahvettiler” bâri geleceğimizi kurtarmak için yine şifrelerimizin uyarılarına kulak verelim: “Türk bodun, erttin ökün” (Ey Türk milleti pişmân ol ve kendine dön) (Age. Orhun Âbideleri, KD 22) Bu metinde titre ifâdesi yoktur. “Ökün” ve “ertin” hemen hemen aynı anlamda olup “pişmân ol ve kendine dön”dür. “Bir zamanlar biz de millet hem ne milletmişiz,/Gelmişiz dünyâya milliyet nedir öğretmişiz…/Yıktı bin mel’ûn kalem nânmusu bizler uymadık./ Susmak evlâdır deyip sustuk… Sanırsın duymadık.” Ey yüce millet, yıllardır sen, sen olmaktan çıkarıldın. Türklüğün de Müslümanlığın da zedelendi. Bu iki büyük şerefe tekrar dön, pişman ol ve sana bu şereflerini unutturanları sakın unutma!

QOSHE - Ey Türk pişmân ol, kendine dön! - Prof. Dr. Osman Kemal Kayra
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Ey Türk pişmân ol, kendine dön!

55 21
11.05.2024

Türk kadınlarına “al yanaklı” denmesinin derin bir manası vardır. Yanak yâni yüz ardan, hayâdan kızarır. Türk kızları tarih boyunca iffetleriyle, nâmuslarıyla tanınmıştır. Şimdi geleceğimizi kurtarmak için Orhun Abideleri’ndeki uyarılara kulak vermemiz lazımdır: “Türk bodun, erttin ökün!” (Ey Türk milleti pişmân ol ve kendine dön!) İbni Battûta “Türklerde kadın şahsi asalet timsâli sayıldığı için şeref ve haysiyetini ihlâl edecek bir harekette bulunmaz. Türklerin asîl kadınları vardır” der. İslam’dan önceki Türk töresinde de hırsızlık ve zinaya en ağır cezalar veriliyordu. Milletler aynı canlı teşekkülleri gibi bir hücre oluşumuyla başlayıp iskelet ve kas sistemleriyle hayata bağlanırlar. Bu bünyeyi ayakta tutan aslî maddeler; proteinler, karbonhidratlar, yağlar, vitaminler ve minerallerdir. Milletleri de ayakta tutan dil, din, kültür, töre ve yurt gibi birleşenlerdir. Millî oluşumda dil, birinci faktördür. Lisan, toplumları en çok birleştiren ve şuur düzeyi en yüksek argümandır. Toprağını yâni yurdunu kaybeden milletler dahi dilleri sâyesinde ayakta kalabilmişlerdir. Türk dilinden belli bir zaman diliminde ayrılarak kopuk dil (lehçe) şeklini alan Yakut (Saha), Bulgar ve Çuvaş lehçeleri ile birlikte, bu topluluklar da Türklerden kopuk hâle gelmiştir. Bunlar diğer Türk şiveleri gibi değildir; bu lehçeleri bağımsız dil sayan uzmanlar da olmuştur. Çuvaşça ve Yakutça veyâ Karaim Türkçesi’ne göre, Bulgar lehçesi Türk dilinden tamâmen kopuk hâldedir. Bunları şunun için belirttik: Bu lehçe veyâ dilleri kullanan ve dili Türkçeden kopuk olan Türk halklarının çoğunluğu Müslüman değildir. Macarlar (Hunlar?), Fin-Ugor (Finliler?) Bulgarlar Hristiyan; Yakutlar, Hristiyan-Şamanist; Karaimler Mûsevîdirler. Yalnız Gagavuzlar dillerini korumalarına rağmen Hristiyandırlar. Demek ki ayrı bir dil dâiresinde olan kavimler aynı zamanda kâhir ekseriyetle (büyük bir çoğunlukla) ayrı bir dîne de bağlanmış olanlardır. Dili en çok destekleyen de töredir. Töre âdetâ milletlerin gen şifreleri gibidir. Töreler hem sözlü hem de pratik olan yaptırımlardır. Semâvî dinlerin devreye girmediği yerlerde dil-töre bütünlüğü sistemin kurucusu ve yönetici gücüdür. Milletler toparlama sürecine ulaşınca en vazgeçilmez unsurlardan biri de yurt yâni vatan olmuştur. Vatan dil ve törenin uygulandığı alan olduğu için ona kutsiyet de eklenmiştir.

SEMÂVÎ DİNLER VE DEĞİŞEN HAYATLAR

Türkler değişik dinler ve hayatlar dâiresinde olmakla birlikte, İslâm’ın kabûlü ile deneme yanılma dönemi bitmiş, bünyesinde bütün kutsal kavramları ve fazîletleri toplayan İslâmiyet dairesine girmişlerdir. Toplumlar bir dîne mensûp olunca esas olan ona tam teslimiyetle bağlanmaktır. Çoğu eski kavimler hak olmayan dinlere de bu şekilde bağlanmışlar, hattâ o dinlere insanlar bile kurbân etmişlerdir. Dağdan, taştan, güneşten, aydan, hayvanlardan, fırtınalardan, denizlerden hâsılı bütün tabîat varlıklarından medet umup onları ilâh olarak görmüşlerdir. Tam açıklayamadıkları ruh ve dünyâ ötesinden (âhıret) dolayı dünyâ bunlar için esas mekân hükmünde olmuştur. En eski topluluklarda bile bir din gerçeği olduğu için milletler, kavimler bir din dâiresine girmekte zorlanmamışlardır. A veyâ B dînini, dinsiz yaşamaya tercîh etmişlerdir. (Aslında semâvî dinler Hazreti Âdemle başlamıştır.) Semâvî dinlerin dâiresine girmeyen toplumlarda müteşekkil bir yaşayış şekli olmamakla birlikte ilkel dinler, daha ziyâde adrenalin ve emosyonel ritüelleri (heyecan ve motivasyon) hâvî olduğu için bu hedonikleri ritm ve danslarıyla trans hâle geçiren bir teatral hareketler bütünlüğüydü. Semâvî dinlerin ilk büyük hakîkatleri yâni Tevrat ve İncil hükümleri, eski fetişist, animist ve natüralist tatbîkatlerden dolayı kolay benimsenememiştir. Bu yüzden kitâbî din, resûl, nebî ve ümmetleri çok büyük sıkıntılar çektiler; peygamberleri ve inananları da katledildi. Kral ve firavunlar kendi dünyâ saltanatlarının sona ermesinden korktukları için ilâhlık iddiâlarında bulundular. Toplumlarına sahte cennetler va’dettiler. Hak din sâliklerinin çoğu hayattayken dinlerinin zafere ulaştığını göremeden vefât ettiler. Aslında İslâmiyet kemâl sancıları çekerek doğuma hazırlanıyordu. Dünyâ tam bir kargaşa ve düzensizlik hâlindeyken sahte dinlerin bütün putları........

© Türkiye


Get it on Google Play