Bir şiirde rastladığım fırtına mavisi çiçeği arıyordum. Onu büyüten şairi yakından gördüm sonra. “Sessiz
Arka Bahçe”de hayat ağacının gölgesinde dinleniyordu. Rüzgâr uzayıp giden dalları kımıldattıkça, ağaç öz
suyunu şiire veriyor, imgeler bir düş boyu yol alıyordu. Görmediğim yelere doğru akarken, takip etti
gözlerim.
Şiire durmuştu çocuklar, karlı dağların ardında halay çekiyorlardı. Yaylalarda yaşayan, güzün geldiğini
dizindeki ağrılardan, saçındaki beyazlardan anlayan kadınların çocuklarıydı bunlar. Bu analar merak
içindeydi, çocukları aşağılara inip oraları görebilecek miydi? Başka başka yerlerden yollara düşenler vardı
bir de, büyük göçlerle… Onların destanları, ağıtları, türküleri vardı şiirlerinde. Hayatları yakından
biliyordu şairim, yolculukları… “En güzel, yol yürüyüş öğretir/Dostum, eskimeyen arkadaşım”* diyordu
gidenlere. Daha iyi bir hayat için gidiyorlardı. Kendinizi, “Ellas” dediğim o devlerden koruyabildiniz mi?
Mısırınızı, ineğinizi kaptırdığınızdan bu yana ne kadar zaman geçti? Siz ki ne yollardan geçtiniz zamanında
büyük savaşlarla. “Bozmak için düşmanın yuvasını, bazen kendi evlerini yakarak.”* Bir direnişin, Maraş
ve Ökkeş’in destanını sizin için söyledim, köprülerinde bekledim. Aksu’ya karışan renkleri gördüm.
Çarşılarda gezindim. Kilimin, keçenin, pekmezin döküldüğü küleğin, gümüşün insana değdiği bileğin
hakkını verdim dizelerimde.
Umudunu yitirenlere söylüyorum. Süzülüp giden kuşlara bakın, umudun rengi mavi, sonsuz özgürlük…
“Ölümden korkmak ne/Başka yaşamlar var ucunda/Daha bir aydınlık kurtulmuş.”* “Anadolu
topraklarının, motiflerinin, içinden geçtim bunca yıl. Ağıtlarla, ilahîlerle öteki kadınların
söyleyemediklerini dedim. Yalnızlığıma ortak oldunuz, kendi varlığımın içinde sizinle birleştim, duyuyor
musunuz” beni diyordu.
Onu yakından duyuyordum. Konuşurken bana kadar gelen rüzgârlar coştukça üşüyordum. Çiçeklerin
kokusu yayılıyordu, aldığım derin solukla iyi hissediyordum. O arka bahçede, tek olan fırtına mavisi çiçeği
aradığım gün böyle tanımıştım onu işte. Bir ıslık sesi gelmişti sonra kulağıma. Usulca sokuldum daha da
yakınına. Şairim yıllar öncesine ait bir şiirini okuyordu. “Aklım ıslıklarla türkülerle/Rüzgâr saatleri evde
tutamam/Essin esmesin yollardadır/rüzgâr saatleri evde tutamam/serseriler gibi anılarımı/sokaklar
doldurur.”*
O an uçuşan anıları topladım bir bir şiir dolu sayfalardan. Daha bir kalabalık oldu arka bahçe. Bir kadın
geçti varla yok arasında. “Başkasının çektiği bir fotoğrafa karışmış gibiydi.”* “Sığda” yaşayan hayatlardan
biriydi. Düşürüldükleri o sığlıktan kurtulmanın yolları olmalıydı elbet, özgürce çizilebilir miydi yaşamlar?
Olabileceğine inanmıştı şairim. “Özenle bir başka yaşama çizerdik/Geniş soluklar aldığımız duvarda/Suçlu
muyduk sanmam/”* diyordu. Daha iyi bir hayat için, kapıları zorlayanlar vardı, bir de kader deyip razı
olanlar… “Kolay değil” dedi yanımdan geçerken biri, şiirden gelmiş gibi hissettim. Suya bakmak için
geride kalmış ihtiyar sığının hikâyesini anlattı, töreye karşı koyamamış, yorulmuştu. “Bilmez miyim” dedi
şairim, “Hepsini görerek yazdım”. Doğa özgürlük demektir ama. Herkes duysun diye sesini yükseltmişti.
“Kestim kara saçlarımı n’olacak şimdi/Bir şeycik olmadı / Deneyin lütfen /Aydınlığım deliyim
rüzgârlıyım/Günaydın kaysıyı sallayan yele/Kurtulan dirilen kişiye günaydın/Şimdi şaşıyorum bir toplu
iğneyi/Bir yaşantı ile karşılayanlara/Gittim geldim kara saçlarımdan kurtuldum.”*
Korkusuz olanlar bir bir dertlerini anlatıyorlardı. Göç yollarını, neden kalkıp geldiklerini. “Çorumdan
gelirik” dedi biri, “Yozgat’tan gelirik” dedi diğeri. Seyran’a kalkıp gelen Dilber’in boynu büktü.
Nikâhlanınca her şey değişir sanmıştı ya, yanılmıştı. Kondularla büyük binaların bir arada olduğu büyük
kentlerden ve bu kentlerin eşekleri dedikleri minibüslerden, alın teri kokan o yerlerden bahsettiler. Bir

çocuğun ağıtı karışmıştı sayfalardan birinin içine onu da duydum. “Pencerem kuşları çekmiyor/soluğu
azaldı nergislerin”* diyordu. Çocuklar yalnızdı, anneleri de kalabalık yalnızlıklarda. İyi bilirdi şairim,
acılarını da, en sevdalı hallerini de. Geçmiş zamandan kalan karanfillerin kokusu geliyordu gezindiği
yerlerde, ıslaktı. Uzaklardaki kırmızı karanfiller kentinde/Şairin gözyaşları karanfillere damlıyor”* dedi
kendi kendine. Bilmediklerimi de anlattı o zaman.
Yozgat’ta doğduğunu söyledi. Okula başlayıncaya kadar “Zeynep” bilmişti adını. Baba dedesi öyle
çağırmıştı hep. Mutluydu o evde. Sonra ikinci dünya savaşı başlamış, babası asker olmuştu. Babasının
ardından çiçek gülüşlü annesi hastalanmış, kırk dört yaşına geldiğinde solup gitmişti bir gün. Kavurgalı
Hoca Nuri Efendi’nin kızıydı annesi. Medrese eğitimi görmüş Nuri Efendi cumhuriyetle birlikte il
kitaplığının yöneticisi, ardından da milletvekili olmuştu. İlkokula Sorgun’da başlamıştı Gülten. Doğanın
sesini dinleyerek, tavan arasında eski bavullarda kalmış dayılarının kitaplarını keşfederek geçmişti
çocukluğu. O yıllarda bir melek çıkmıştı karşısına. Melek öğretmen, zamanla büyüteceği ilk fikirlerin
tohumlarını atmıştı çocuk dünyasına.
Babasının yeni göreviyle başkente geldiklerinde, yabancısı olduğu bu şehirde her şeyi dikkatle
gözlüyordu. Cebeci Ortaokulu’na, Ankara Kız Lisesi’ne, sonra da hukuk fakültesine gitti. Hem çalışıp hem
okuduğu fakülte yıllarında Yaşar Cankoçak’ı tanıyıp sevmişti. Rüzgârlarını merak ettiği şehirlerden
bahsediyordu. Bir tutam kumunu yollamıştı ona sevgilisi. “Rüzgâr Saati” yeni kitabının sayfalarıyla
dönmüştü artık. Sonra bir “Deli Kız Türkü”sü tutturmuştu Gülten o yıllarda. “Sabahleyin, Akşamüstü,
Gece Türküsü”nü söyledi. Umutla başlamıştı sabah, “Siz çocuk ağızlı bir ‘Günaydın’sınız.”* diyordu.
Akşamüzeri yorgundu ve gece yeniden başladı. “Tuttu bir alacakaranlık bastı/Bütün şehirler birbirine
benzedi.”* Sonra da hayat onu kaymakam olan kocasının peşi sıra sürüklemişti. Kumluca, kumru, Şavşat,
Gevaş, Alucra, Gerze, Haymana Kumru… On dört yıl boyunca dolaşmıştı Anadolu’yu.
Öğretmenlik yapmıştı okuma bilmeyen kadınlara. Gecenin ayazında kendi ışıklarını ellerinde tutan
kadınlar yollara düşmüşlerdi. Karanlığı sevenler vardı bir de… Bir gece evlerine bomba atıldı. Yara
almadan kurtuldular. Bu neyin savaşıydı? Oyun kurucuları acımasızdılar. “Savaşı bir oyun diye
sürdürüyorsunuz/sizin sonsuza dek yaşamak gibi tuhaf huyunuz mu var?”* diyen sözcükleri gördüm, kırık
camların arasından. İki yüz elli haneli bir kasabaya, verem, frengi ve yoklukla savaşan insanların arasına
gitmişlerdi oradan. Silahı şiiriydi ve şiirin değiştireceğine inanıyordu. Avukat oldu kimi zamanda inandığı
davalara. Doğru insan olmaya çalıştı. Anlaşılmak istedi. “Ah kimselerin vakti yok/durup ince şeyleri
anlamaya/Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar/evler çocuklar mezarlar çizerek dünyaya/Yitenler olduğu
görülüyor bir türküyü açtılar mı/Bakıp kapatıyorlar/Geceye giriyor türküler ve ince şeyler.”*
Rüzgâr saati durmuştu bir an. Tarih ise 12 Eylül’ü gösteriyordu. Anaların babaların ocaklarından çocuklar
gidiyordu, çığlık çığlığa bağırıyordu şiirler. Kardeşlerinin sesleri geliyordu. Şair ana da giden oğlunun
ellerini, esmer ellerini çok özlüyordu. Açlık orucundaydı kimi gençler. “42 Günün Şiirleri”ne karıştılar,
boğazlara dizilenler. Ve her görüş günü kelimeleri, sesleri biraz daha yuttu. Sustular. “Tanıyorum sesini
demirin/Açılan sürgünün itilen kapının/Eldeki omuzdakinin/Aman dinlemez sesini/Beş yıldır beş uzun
yıldır/Birisi bir söğüt dikse/Gölgesi basardı evlerin içini/Bir salkım söğüttü baktım büyüttüm/Yüreğimin
toprağında hasreti.”* Demir kapılar her kapandığında böyle hissetmişti. Bir vakit şiire küsmüştü, bir
boşluk vardı anılarının içinde. Şiire küsülür mü hiç? “Sevda Kalıcıdır” dedi sonra daha dingin daha bilge.
Bir kıyı arıyordu kendine. Ben onu en son “Uzak Bir Kıyıda” Burhaniye’de o deli rüzgârları yatıştırırken
gördüm, duru ve sakindi şiirleri. Karlı bir kış günüydü, fırtına mavisi o çiçek duruyordu elinde, benzersizdi.
Bir mavi düş gibiydi, sevgi tomurcukları. Birden bütün zamanlar birbirine karıştı sözcüklerle, rüzgar saati
döndü döndü… Şiir oldu.
“Seni sevdim, seni birdenbire değil usul usul sevdim.

Uyandım bir sabah gibi değil, öyle değil
Nasıl yürür özsu dal uçlarına
Ve günışığı sislerden düşsel ovalara
Susuzdu, suya değdi dudaklarım seni sevdim*”
(“*” işaretiyle belirtilen kısımlar Gülten Akın’ın kendi cümleleridir.)

QOSHE - EMİNE TÜRKER ÖZGEN YAZDI- BİR FIRTINA MAVİSİ ÇİÇEKTİ GÜLTEN AKIN - Emine Türker Özgen
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

EMİNE TÜRKER ÖZGEN YAZDI- BİR FIRTINA MAVİSİ ÇİÇEKTİ GÜLTEN AKIN

23 0
03.05.2024

Bir şiirde rastladığım fırtına mavisi çiçeği arıyordum. Onu büyüten şairi yakından gördüm sonra. “Sessiz
Arka Bahçe”de hayat ağacının gölgesinde dinleniyordu. Rüzgâr uzayıp giden dalları kımıldattıkça, ağaç öz
suyunu şiire veriyor, imgeler bir düş boyu yol alıyordu. Görmediğim yelere doğru akarken, takip etti
gözlerim.
Şiire durmuştu çocuklar, karlı dağların ardında halay çekiyorlardı. Yaylalarda yaşayan, güzün geldiğini
dizindeki ağrılardan, saçındaki beyazlardan anlayan kadınların çocuklarıydı bunlar. Bu analar merak
içindeydi, çocukları aşağılara inip oraları görebilecek miydi? Başka başka yerlerden yollara düşenler vardı
bir de, büyük göçlerle… Onların destanları, ağıtları, türküleri vardı şiirlerinde. Hayatları yakından
biliyordu şairim, yolculukları… “En güzel, yol yürüyüş öğretir/Dostum, eskimeyen arkadaşım”* diyordu
gidenlere. Daha iyi bir hayat için gidiyorlardı. Kendinizi, “Ellas” dediğim o devlerden koruyabildiniz mi?
Mısırınızı, ineğinizi kaptırdığınızdan bu yana ne kadar zaman geçti? Siz ki ne yollardan geçtiniz zamanında
büyük savaşlarla. “Bozmak için düşmanın yuvasını, bazen kendi evlerini yakarak.”* Bir direnişin, Maraş
ve Ökkeş’in destanını sizin için söyledim, köprülerinde bekledim. Aksu’ya karışan renkleri gördüm.
Çarşılarda gezindim. Kilimin, keçenin, pekmezin döküldüğü küleğin, gümüşün insana değdiği bileğin
hakkını verdim dizelerimde.
Umudunu yitirenlere söylüyorum. Süzülüp giden kuşlara bakın, umudun rengi mavi, sonsuz özgürlük…
“Ölümden korkmak ne/Başka yaşamlar var ucunda/Daha bir aydınlık kurtulmuş.”* “Anadolu
topraklarının, motiflerinin, içinden geçtim bunca yıl. Ağıtlarla, ilahîlerle öteki kadınların
söyleyemediklerini dedim. Yalnızlığıma ortak oldunuz, kendi varlığımın içinde sizinle birleştim, duyuyor
musunuz” beni diyordu.
Onu yakından duyuyordum. Konuşurken bana kadar gelen rüzgârlar coştukça üşüyordum. Çiçeklerin
kokusu yayılıyordu, aldığım derin solukla iyi hissediyordum. O arka bahçede, tek olan fırtına mavisi çiçeği
aradığım gün böyle tanımıştım onu işte. Bir ıslık sesi gelmişti sonra kulağıma. Usulca sokuldum daha da
yakınına. Şairim yıllar öncesine ait bir şiirini okuyordu. “Aklım ıslıklarla türkülerle/Rüzgâr saatleri evde
tutamam/Essin esmesin yollardadır/rüzgâr saatleri evde tutamam/serseriler gibi anılarımı/sokaklar
doldurur.”*
O an uçuşan anıları topladım bir bir şiir dolu sayfalardan. Daha bir kalabalık oldu arka bahçe. Bir kadın
geçti varla yok arasında. “Başkasının çektiği bir fotoğrafa karışmış gibiydi.”* “Sığda” yaşayan hayatlardan
biriydi. Düşürüldükleri o sığlıktan kurtulmanın yolları olmalıydı elbet, özgürce çizilebilir miydi yaşamlar?
Olabileceğine inanmıştı şairim. “Özenle bir başka yaşama çizerdik/Geniş soluklar aldığımız duvarda/Suçlu
muyduk sanmam/”* diyordu. Daha........

© Yurtseverlik


Get it on Google Play