Generaldi.

Bitlis ve Muş başta olmak üzere 1916 yılında Güneydoğu’yu kurtarmıştı.

Silvan’da 16. Kolordu komutanı ilen 5 Aralık 1916 günü öğleden sonra otomobil ile Telmih (İncesu) köyüne geldi. Köy, Batman Vadisine bakan bir tepecikte kurulmuştu. Rastgele yüksekçe bir eve gitti. Misafir oldu, evin damına çıktı.

Oturdu. Batman Vadisi’ne bakarak keyifle kahve içti.

O güzelim doğayı seyretti.

Doğanın kirletilmesine, ağacın kesilmesine karşıydı.

Silvan’da görev yaparken, askerlerin barınması için bir vatandaşın kavaklarını kesen yüzbaşıya çok kızdı. Fırçaladı. Vatandaşı çağırdı, gönlünü aldı, kesilen kavakların parasını ödedi.

Çapakçur, Bingöl Savaşlarında Rusları geri püskürttü. Ardından 12 Haziran 1917 sabahında Elazığ/ Sekerat/Kumik köyüne geldi. Kuzeydeki Süphantepe’ye uğradı. Kumik Yaylasına çıktı. Buradan Rus cephesini izledi. Bu tepe Tunceli, Erzurum ve Bingöl üçgeninin kesiştiği noktaydı. Nehir, Tunceli-Bingöl dağlarından gelen Perisuyu ile Karakoçan’dan gelen Ohi deresi tam önünde buluşuyordu. Ve tam önünde akıyordu.

Oturdu, bu güzel manzarayı saatlerce seyretti. Perisuyu’nun ve Ohi deresinin sakince akan serinliğinde dinlendi. Ama endişeliydi. Çünkü aklında hep, Anadolu’yu kurtarmak vardı.

Gün gelecek, elbet bir gün o da olacaktı.

O gün bölge halkı oraya onun hatırına “Kumik Yaylası” yerine “Paşayaylası” dediler.

Bingöl’ü kurtarmanın anısına dinlendiği Kumik Yaylasına onun adını verdiler.

1917’de, 2.Ordu Komutanı iken Diyarbakır’da Sem’an köşkünde, havuzun başındaki söğüdün altında dinleniyordu. Oraya bayılırdı. Huzur bulurdu. Köşkten ayrılırken Diyarbakırlılar ona şehri kurtardığı için teşekkür ettiler. Oysa o “Evet kurtardık” filan demedi. Gayet mütevazi bir şekilde “Askeriz, vatanı kurtarmak görevimizdir” diye cevap verdi.

Anadolu’ya, Anadolu’nun taşına toprağına hayrandı. Ağacına, yeşiline, ormanına deli gibi aşıktı.

O aşk ile bağlı olduğu Anadolu işgal edildiğinde, zamanın geldiğini düşündü.

Tarih sayfaları 1919 Mayısını gösteriyordu. Istanbul/Şişli'deki evinde annesi ile vedalaştı, vedalaşma çok hazin geçmişti.

Çünkü ayrılırken annesi kalp krizi geçirmiş, bayılmıştı.

Koridora indi,

Kız kardeşi kendisine “Nereye gidiyorsun yine” gibisinden sitem ediyordu. Çünkü evde hiç durmamıştı. Yıllar yılı cepheden cepheye koşmuştu. Sustu. Kardeşine sarıldı, bağrına bastı. Ona da cevap vermeden vedalaştı.

Merdivene yöneldi ve basamaklardan koşarcasına indi.

Cevap veremiyordu, çünkü işgal altındaki topraklara gidiyordu. Kim bilir, belki de ölüme gidiyordu. Ama kardeşine “ölüme gidiyorum” diyemiyordu. Bahçeye çıktı, bahçe kapısını açacaktı, sağ tarafında hanımeli çiçeği vardı. Onu fark etti. Elini uzattı, tam koparacaktı, çiçeği gövdesinden ayırmak istemedi.

Vaz geçti.

O dalı gövdesinden ayırmaya vicdanı el vermemişti. Kıyamamıştı.

Velhasıl gittiği yer; Samsun’du. Anadolu’ydu. Her yanı işgale uğramış Anadolu’yu kurtarmaya gidiyordu.

Gitti. Ordu kurdu, savaştı, Anadolu’yu arkasına aldı, bir yığın düşmanla mücadele etti. Vatanı kurtardı. Anadolu’nun bütün topraklarını kurtardı. Sadece insanlarını değil, tüm canlıları, hayvanları, bitkiyi, doğayı, ağaçları, ormanları, bütün güzellikleri kurtardı.

Kurtardığı ülkenin başına geçti. Örnek çiftlikler kurdu. Ağaçlandırma seferberliği başlattı. En kıraç, en batak yerleri bile ağaçlarla donattı. Bitkilere, ağaçlara hayrandı. Örneğin Söğütözü’nde yaptırdığı tek odalı kendine ait kulübesinde, altına sandalye çeker, söğüt gölgesinde otururdu.

Kuş seslerini dinlerdi. “Kültür, doğanın yüksek verimleriyle mutlu olmaktır” derdi.

Kimsenin “olmaz” dediği yere köylüler için örnek çiftlik kurdu. “Burası vatan toprağıdır, kaderine terk edemeyiz” dedi. "Yeşili görmeyen gözler, renk zevkinden mahrumdur. Burasını öyle ağaçlandırınız ki, kör bir insan dahi yeşiller arasında olduğunu fark etsin" dedi.

Yalova’da köşküne uzanan ağacı keseceklerken yetişti. Kestirmedi. Dalın köşke zarar verdiğini söyleyen bahçıvana: "Yaş dal kesilmez. O dal kalacak, köşk gidecek" diye cevap verdi.

Köşkü kaydırdı, yerini değiştirdi.

“Biz doğayı korudukça o da bizi korur”, “Ağaçsız orman ve ağaçsız toprak vatan değildir” dedi. Ona göre uygarlık, ağaç, çiçek ve yeşillikti.

Böyle diyordu sürekli. O büyük insan gün geldi hayata gözlerini yumdu.

O sevdiği topraklara gömüldü.

Derken zaman geçti, günler ayları, aylar yılları kovaladı, tarih 2000’lere dayandı.

Yerine gelenler, o güzelim ülkenin güzel topraklarını parsel parsel sattılar. Ağacını yeşilini, dalını her şeyini. Otel için ormanlarını yaktılar, yabancılara madenler kazdırarak doğayı katlettiler.

Altın çıkaracaklardı güya.

Ama bilmiyorlardı ki ormanlar altından daha değerliydi.

Çünkü “Çevreyi korumak aklın gereğiydi.” Bu sözleri söyleyen elbette Mustafa Kemal Atatürk’tü.

Silvan’dan beridir sözünü ettiğimiz kişi de oydu. Ona göre para için, altın için çevreyi katletmek akılsızlıktı.

Ona göre ağaç, kuş, böcek, orman, fidan bir bütün vatandı.

Bunlara kıymak vatana kıymaktı.

Ama bugün işte o vatana kıydılar. Akılsızlıktan da öte vatana ihanet ettiler.

Bir hanımeli çiçeğinin dalını koparmaya bile kıyamayan Atatürk’ün o güzelim ülkesini, maalesef mahvettiler.

QOSHE - Atatürk’ün ülkesini mahvettiler. - Aydın Keleşoğlu
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Atatürk’ün ülkesini mahvettiler.

28 68
18.02.2024

Generaldi.

Bitlis ve Muş başta olmak üzere 1916 yılında Güneydoğu’yu kurtarmıştı.

Silvan’da 16. Kolordu komutanı ilen 5 Aralık 1916 günü öğleden sonra otomobil ile Telmih (İncesu) köyüne geldi. Köy, Batman Vadisine bakan bir tepecikte kurulmuştu. Rastgele yüksekçe bir eve gitti. Misafir oldu, evin damına çıktı.

Oturdu. Batman Vadisi’ne bakarak keyifle kahve içti.

O güzelim doğayı seyretti.

Doğanın kirletilmesine, ağacın kesilmesine karşıydı.

Silvan’da görev yaparken, askerlerin barınması için bir vatandaşın kavaklarını kesen yüzbaşıya çok kızdı. Fırçaladı. Vatandaşı çağırdı, gönlünü aldı, kesilen kavakların parasını ödedi.

Çapakçur, Bingöl Savaşlarında Rusları geri püskürttü. Ardından 12 Haziran 1917 sabahında Elazığ/ Sekerat/Kumik köyüne geldi. Kuzeydeki Süphantepe’ye uğradı. Kumik Yaylasına çıktı. Buradan Rus cephesini izledi. Bu tepe Tunceli, Erzurum ve Bingöl üçgeninin kesiştiği noktaydı. Nehir, Tunceli-Bingöl dağlarından gelen Perisuyu ile Karakoçan’dan gelen Ohi deresi tam önünde buluşuyordu. Ve tam önünde akıyordu.

Oturdu, bu güzel manzarayı saatlerce seyretti. Perisuyu’nun ve Ohi deresinin sakince akan serinliğinde dinlendi. Ama endişeliydi. Çünkü aklında hep, Anadolu’yu kurtarmak vardı.

Gün gelecek, elbet bir gün o da olacaktı.

O gün bölge halkı oraya onun hatırına “Kumik Yaylası” yerine “Paşayaylası” dediler.

Bingöl’ü kurtarmanın anısına dinlendiği Kumik Yaylasına onun adını verdiler.

1917’de, 2.Ordu Komutanı iken Diyarbakır’da Sem’an köşkünde, havuzun başındaki söğüdün altında dinleniyordu. Oraya bayılırdı. Huzur bulurdu. Köşkten ayrılırken Diyarbakırlılar ona şehri kurtardığı için teşekkür ettiler. Oysa o “Evet kurtardık” filan demedi. Gayet mütevazi bir şekilde “Askeriz, vatanı kurtarmak........

© 12punto


Get it on Google Play