“Hatırlatma Sanatı” yazı dizimde şimdiye kadar 32. Gün belgesellerinden Hatırla Sevgili’ye 20. asır tarihinin bizlere nasıl hatırlatıldığını anlamaya çalışmış, oradan da Elveda Rumeli’ye geçerek zamanda geriye uzanan yolda biraz daha ilerilere yelken açmıştım. Şimdi ise zamanda çok daha uzak bir ada olan Muhteşem Yüzyıl evrenini ziyaret edecek ve artık doğrudan hatırlayanı kalmak şöyle dursun, sokaktaki insanın biraz zorlasa varlığından şüpheye düşebileceği kadar başka bir diyarla ilgili görüşlerimi paylaşacağım. Ancak o derece uzakla bağlantıyı muhafaza etmek zor olduğundan, Elveda Rumeli dizisini karargâh olarak kullanarak XVI. asra ve Sultan Süleyman’ın “muhteşem” saltanatına, daha doğrusu onun XXI. asır muhayyilesindeki izdüşümüne bakacağım.

Elveda Rumeli ile Muhteşem Yüzyıl, müfredat icabı, ortalama bir lise talebesinin gözünde “aynı ülkede” geçer. İkisi de “Osmanlı” dönemini anlatır. Şurasını netleştirmek gerekir ki Osmanlı bir milli -veya milletlerüstü emperyal- kimlik olarak XIX. asırda ortaya çıkmıştır ve devlet erkânı o zamana kadar imparatorluğa daha ziyade Devlet-i Aliyye (büyük devlet) veya Memalik-i Mahrusa (korunan topraklar) demeyi yeğlemiştir.

Elveda Rumeli’de takdim edilen geç Osmanlı dünyası, Kanuni dönemindekine kıyasla bugüne fevkalade yakındır. Bu alemde padişah, Tanzimat Fermanı’ndan beri “astığı astık kestiği kestik” olmayıp, kendisini aşan “devlet” kurumunun sınırlarına en azından pratikte tâbi olmak durumundadır. Zaten II. Abdülhamit’i devirmek isteyen İttihatçılar, padişaha bu sınırlara riayet etmeyerek “müstebit” (otoriter) bir idare sergilediğinden karşıdırlar. Padişahın yetkilerinin sınırları, hiç değilse okumuş kesimin zihninde, gayet nettir.

Oysa Muhteşem Yüzyıl, henüz bu sınırların oluşmadığı, padişahın iradesinin üzerine söz söylenmesinin ‘hadsizlik’ten öte ‘ihanet’, ‘isyan’ gibi kelimelerle nitelendirilebilir olduğu bir dönemi anlatmaktadır. Daha ilk bölümde Sultan Süleyman, halka zulmettiği gerekçesiyle Kaptanıderya Cafer Ağa’yı idam ettirir. Mahkeme olur ama semboliktir. Zira padişah, adalet dağıtma yetkisi ve vazifesinin yegâne maliki olarak, çoktan kararını vermiştir. İlerleyen bölümlerde asi Yeniçeri ağasının kellesini elleriyle alır. Bu durum dizinin geçtiği evrende yadırganmaz, zira nasıl ki Ay’da yerçekimi daha az ise, XVI. yüzyıl Türkiyesinde de padişahın yönetimi mutlaktır ve ‘öyle olmalıdır’. Aynı dönemin Avrupa monarşilerinin çoğu da, belki orada feodalite kaynaklı bazı sınırlamalarla beraber, farklı değildir zaten. XIII. Henry itaatsizliğinden ötürü dostu Thomas More'u ve sadakatsizliğinden ötürü zevcesi Anne Boleyn'i -sembolik mahkemeler sonunda- başlarından etmemiş miydi?

Peki ya padişah bu gücünü kötüye kullanırsa? Elbette dinin şekillendirdiği, en azından onunla harman edilmiş bir devlet anlayışında şeriata ve Tanrı’nın emrettiği adalete karşı gelen hükümdar, ahirette hesap verir. Ancak bu hesabı sormak “reaya”ya düşmez. Allah ile kul (bu bağlamda hükümdar) arasındaki bir meseledir. (Padişahın şeriata riayet etmediği ve zulm ile âbâd olduğu iddiasıyla çıkan bir ayaklanma, ancak başarılı olması halinde bu iddiasını kabul ettirebilir. O zaman da devletin başı değişmiş olur ve yeni hükümdara biat gerekir. Ya devlet başadır, ya kuzgun leşe.)

Yaklaşık üç buçuk asır sonra yaşanan olayların anlatıldığı Elveda Rumeli’de ise padişah fiilen “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” olmaktan uzaktır. Ancak onun yüzlerce yıl önce çizilmiş imajı, halk nezdinde devam eder. Öyle ki ilk bölümlerde, Sütçü Ramiz’in evinde kaçak olarak kalan İttihatçı Tıbbiyeli Mustafa hakkında dolanan tevatürler, padişahın onu yakaladığında kıtır kıtır keseceği, saklayanı da paramparça edeceğidir. Oysa sezon sonunda Mustafa yakalandığında yargılanır ve mahkeme kararıyla idamına hükmedilir. Sonra da Abdülhamit’in çıkardığı afla salınır. Süreç gayet protokole uygun işlemiş, son raddede kan bile dökülmemiştir. Süleyman’ın kılıçla sağlanan adaletinin yerini modern devletin kurumları ve yeri geldiğinde verdiği tavizler almıştır. Bu kurumların meşrutiyet ve anayasayı yeniden ilan ettirmesine şuracıkta on yıl, saltanatı devirerek rejimi tekmil değiştirmesine ise sadece çeyrek asır vardır.

Muhteşem Yüzyıl bizim için olduğu kadar, şayet zaman makinesiyle Elveda Rumeli’nin geçtiği zamanlara gidip o zamanın yeni teknolojisi sinematografla halka izletsek, onlara da son derece yabancı gelecek bir mutlak monarşi atmosferini yansıtır. O Osmanlı bu Osmanlı degildir.

İki diziyi paralel izleyince sadece eskinin bugünden ne denli farklı olduğunu değil, aynı zamanda çok eskinin az eskiden ne derece farklı olduğunu görüyoruz. Yaşadığı çağın normlarına biraz fazla tutkuyla ve körce sarıldığını düşündüğüm XXI. yüzyıl insanının belki de bu paralel seyir vasıtasıyla toplumların ve kurumların değişkenliği üzerine düşünmeye ihtiyacı vardır.

QOSHE - Ekrandaki Mutlak Monarşi - Pamir Şen
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Ekrandaki Mutlak Monarşi

6 0
22.02.2024

“Hatırlatma Sanatı” yazı dizimde şimdiye kadar 32. Gün belgesellerinden Hatırla Sevgili’ye 20. asır tarihinin bizlere nasıl hatırlatıldığını anlamaya çalışmış, oradan da Elveda Rumeli’ye geçerek zamanda geriye uzanan yolda biraz daha ilerilere yelken açmıştım. Şimdi ise zamanda çok daha uzak bir ada olan Muhteşem Yüzyıl evrenini ziyaret edecek ve artık doğrudan hatırlayanı kalmak şöyle dursun, sokaktaki insanın biraz zorlasa varlığından şüpheye düşebileceği kadar başka bir diyarla ilgili görüşlerimi paylaşacağım. Ancak o derece uzakla bağlantıyı muhafaza etmek zor olduğundan, Elveda Rumeli dizisini karargâh olarak kullanarak XVI. asra ve Sultan Süleyman’ın “muhteşem” saltanatına, daha doğrusu onun XXI. asır muhayyilesindeki izdüşümüne bakacağım.

Elveda Rumeli ile Muhteşem Yüzyıl, müfredat icabı, ortalama bir lise talebesinin gözünde “aynı ülkede” geçer. İkisi de “Osmanlı” dönemini anlatır. Şurasını netleştirmek gerekir ki Osmanlı bir milli -veya milletlerüstü emperyal- kimlik olarak XIX. asırda ortaya çıkmıştır ve devlet erkânı o zamana kadar imparatorluğa daha ziyade Devlet-i Aliyye (büyük devlet) veya Memalik-i Mahrusa (korunan topraklar) demeyi yeğlemiştir.

Elveda Rumeli’de takdim edilen geç Osmanlı dünyası, Kanuni dönemindekine kıyasla bugüne fevkalade yakındır. Bu alemde padişah, Tanzimat Fermanı’ndan beri “astığı astık kestiği kestik” olmayıp, kendisini aşan “devlet” kurumunun sınırlarına en azından pratikte tâbi olmak durumundadır. Zaten II. Abdülhamit’i devirmek isteyen İttihatçılar, padişaha bu sınırlara riayet etmeyerek “müstebit” (otoriter) bir idare sergilediğinden........

© ABC Gazetesi


Get it on Google Play