Çivit mavi yağlı boyalı pencereden kuş desenli naylon tül bir yolunu bulup dışarı taşmayı başarmış, evin genç kızı da tülü içeri alıp alelacele kapatmıştı pencereyi. Müzik çalara teyp denirdi eskiden. İşte o teypte eski kasetten hiç eskimeyen şarkı dalga dalga yayılmış sokağa. Yaz günü herkes akşamüstü serinlik bulma umuduyla dışarıda. Kimi dondurma kimi kağıt helva telaşında.
Seksenlerde en çok dinlenen şarkıların başındaydı:
Tahta masa…
Bir ayağı kırık, eskimiş, ceviz rengi sanki insanın yaş almışlığı gibi anlamca kıymetli bir masa.
Şarkı, masanın üstüne örtü olup serilmiş sanki ve dünyanın hiçbir yerinde yok o masadan, hiç kimse o masada el ele oturan o iki kişiden daha mutlu değil. Başı göğe ermiş, iki kelamdan biri ya; “canım” olmuş ya da “sevgilim!”
Masa ne denli küçük; başbaşa verilmiş aşk o kadar büyük. Baş göz edilemediyse eğer, işte o zaman daha da büyük.
Aşk bu… El ele verilir başlarken lâkin ayrılığın acısı tek başına çekilir. Aşkın iki adı vardır hep; iki aşığın baş harfleri ya tahta bir masaya yahut bir banka kazınır. Kıyılıp ağaç gövdesine de yazılır bazen. Oysa ayrılığın ve ayrılmışlığın adı bile yoktur çünkü dil varmaz ayrıldık demeye. Adı anılmaz, acıdan sayılmaz, görmezden gelinir, gözün yaşı gizlice silinir. Belki ara sıra o masaya gidilir. Kahve tek söylenir, çayın demlisi tek içilir. Yalnızca gözyaşı iki damladır, biri sana diğeri bana der gibi gizli saklı dökülür.
“Bir tahta masada adımız kalmış, görünce göz yaşım aktı sevgilim!”
Yaz günü mahalleli dışarıda eğlenedursun; kaseti elli kere başa sarıp Tahta Masa’yı yeniden dinler burnu gözü ağlamaktan heder olmuş mahallenin güzel kızı…
Ankara’da Olgunlar Sokağın sağlı sollu mekanlarında o küçük tahta masalar ne de çoktur. Rengarenk yağlı boyalı. Ceviz rengi, bazısı cilalı. Küçük ölçülü, belki ayağının biri aksak. İşte o masa başkadır; iki kalbin ritmi oradayken aynıdır ve masa o esnada aşka nazırdır. Evdir, yuvadır, çocuklara oda, misafire mekandır, iyi şeylerin yaşanacağı bir dünyadır. Konuşmaya vakit yetmez, masadan kalkıp ayrı evlere doğru yönelirken “cız” diye bir şey iner kalbe, kimsenin tanımlayamayıp herkesin yaşadığı o tuhaf ve can yakan: “cız etme!” haline ve her akşam rutin ayrılığa dayanamazken gün gelir ansızın yollar hepten ayrılır.
İyi günler çabucak bitmese, seven üzülmese ve sevilen gitmese. Azı mecburiyetmiş çoğu ihanetmiş ayrılığa sebep:
“Gidince anladım aşkın yalanmış,
Bu yalan kalbimi yaktı sevgilim !”
Kalp yanar, damardaki kan yanar, inançlar, hayaller, umutlar kül olur. Geçmişin geleceğe olan güveni yerle bir olur. Oysa yola böyle olsun diye çıkılmamış, sanki o küçük masada o büyük aşk binbir emekle doğurulmamış. Binlerce bahanesi olur ayrılığın ama sebep tektir. Bahaneler ötelenip yola devam edilir ama o bir sebep o irade içi sebep, işte ona ne çare!
“ Katlanırdım bil ki en derin yasa
Kolunda yabancı biri olmasa!”
Ölümle kaybetmekten daha zoru bu olsa gerek; ne de çabuktur kolunda yabancı birini görmek. Bu kadar kolay mıydı? Tahta masanın aşktan örtüsünü yeller ne de tez aldı? Ne acıdır o mahrum bırakılma hâli. Oysa sevgi hiç bırakmazdı o elleri, ihanet aklın ucundan dahi geçmezdi. Onca söz nereye verildi? Hepsi yalan mıydı? Yalandı. Hani birazcık doğrusu yok muydu o ellerin? İnsanın kalbi beş yaşına iner yalana inanmayı isterse. Başka bir şarkıda; “çok aşığın var diyorlar, yalan de yeter bana!” Dediği gibi…
Tülü içeri alıp pencereyi kapattı üzgün ve gözü yaşlı aşık kız. Hem derin yasa katlanmak hem de ateşlerde yürürken ardına bakmamak, dünü yok sayıp bugüne alışmak, sanki bir varmış bir de yokmuş masalına ilk kez duymuş gibi inanmak. Hayatın acımasız devam zorunluluğu…
Günümüzde aşk acısını unutup bambaşka yöne dümen çevirmek artık internet hızında. Ekle, beğen, emoje at, mesaj yaz. Her zevke ve her kaliteye hitap eden zengin ürün seçenekleriyle sosyal medya, ayrılık acısını birkaç saatte unutturuveriyor aklı başını çoktan terk etmişlere. Gerçi bu devrin yaşadığı aşk mı ve sonrası ayrılık mı o da tartışılası ayrı mevzu.
Nerede kaldı o ayağı kırık küçük tahta masada kulağa fısıldanan gelecek hayalleri? O masanın aşkın en saf haline inanmışlığı.
“Ayağı kırılmış o tahta masa
Senden çok vefalı çıktı sevgilim!”
Oysa vefaydı masanın sağlam ayağı, diğeri bağlılık öteki sadakat. Kırık olan ayak ise sözünde durmayan insanın tarafıydı.
İnsan, bin tane farklı yüzü tek bedende taşıyan en acımasız yaratık. İhanete en yakın sadakati kıl payı.
“Ayrılık da sevdaya dahil!” demişti Atilla İlhan.
Ayrılığın bir asaleti bir nazik ve kırılgan yanı var ki onu içe çekilerek belki gözden uzak belki ortalığa saçılıp hiç olmadık alemlere girmeden, en önemlisi yaşanan aşkın nispetinde adil, onurlu ve alın akıyla yaşayıp bitirmek gerekirdi. Aşk yaşanır, ayrılık başarılır. Onca yaşanmışlığı bunca başarısızlıkla noktalamamalıydı. Aslında insan en çok kendinde yanıldı ve kendine yenik düştü bu konuda…
İşte seksenlerin romantik şarkıcısı Ümit Besen’in aşktan ve ayrılıktan yana söylediği yürek yakan o şarkının bize bıraktığı hisler.
Aşkın en zor haline komşu ablanın ızdırabı ile şahit olan yedi yaşında küçük bir kızın gözünde, aşkın ilk tarifi elem keder ve gözyaşıydı. Seksenler, tüm kavramların gerçek anlamlarıyla yaşandığı son zamanlardı.
Yıllar geçti mahallenin eli mendilli, gözü yaşlı güzel kızı evli barklı yetişkin bir kadındı artık. Sordular bir gün :
“Hiç haber aldın mı o çocuktan?”
Gülümsedi ve kısık bir sesle mırıldandı:
“ O masa özlemle hep bizi anar
Üstünde binlerce anılar saklar
Sensiz gidemedim geçti yıllar
Masamız şimdi boş kaldı sevgilim
Senden çok vefalı çıktı sevgilim!”

QOSHE - Tahta masa - Ayşe Gülçin İlhan
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Tahta masa

9 1
09.03.2024

Çivit mavi yağlı boyalı pencereden kuş desenli naylon tül bir yolunu bulup dışarı taşmayı başarmış, evin genç kızı da tülü içeri alıp alelacele kapatmıştı pencereyi. Müzik çalara teyp denirdi eskiden. İşte o teypte eski kasetten hiç eskimeyen şarkı dalga dalga yayılmış sokağa. Yaz günü herkes akşamüstü serinlik bulma umuduyla dışarıda. Kimi dondurma kimi kağıt helva telaşında.
Seksenlerde en çok dinlenen şarkıların başındaydı:
Tahta masa…
Bir ayağı kırık, eskimiş, ceviz rengi sanki insanın yaş almışlığı gibi anlamca kıymetli bir masa.
Şarkı, masanın üstüne örtü olup serilmiş sanki ve dünyanın hiçbir yerinde yok o masadan, hiç kimse o masada el ele oturan o iki kişiden daha mutlu değil. Başı göğe ermiş, iki kelamdan biri ya; “canım” olmuş ya da “sevgilim!”
Masa ne denli küçük; başbaşa verilmiş aşk o kadar büyük. Baş göz edilemediyse eğer, işte o zaman daha da büyük.
Aşk bu… El ele verilir başlarken lâkin ayrılığın acısı tek başına çekilir. Aşkın iki adı vardır hep; iki aşığın baş harfleri ya tahta bir masaya yahut bir banka kazınır. Kıyılıp ağaç gövdesine de yazılır bazen. Oysa ayrılığın ve ayrılmışlığın adı bile yoktur çünkü dil varmaz ayrıldık demeye. Adı anılmaz, acıdan sayılmaz, görmezden gelinir, gözün yaşı gizlice silinir. Belki ara sıra o masaya gidilir. Kahve tek söylenir, çayın demlisi tek içilir. Yalnızca gözyaşı iki damladır, biri sana diğeri bana der gibi gizli saklı dökülür.
“Bir tahta masada adımız kalmış, görünce göz yaşım aktı sevgilim!”
Yaz günü mahalleli dışarıda eğlenedursun; kaseti elli kere başa sarıp Tahta Masa’yı yeniden dinler burnu gözü ağlamaktan heder olmuş mahallenin güzel kızı…
Ankara’da Olgunlar Sokağın sağlı sollu mekanlarında o küçük tahta masalar ne de çoktur. Rengarenk yağlı boyalı. Ceviz rengi, bazısı cilalı. Küçük ölçülü, belki ayağının biri aksak. İşte o masa başkadır; iki kalbin........

© Anayurt


Get it on Google Play