Pera Müzesi’ndeki ‘Tam Yerinden’ sergisini gezerken İstanbul’un aslında nasıl da çirkin bir kent olduğunu hatırladım. Sergide yer alan en eski İstanbul manzaraları ve iki tane çok önemli panoramik resmin detaylarında kaybolmuş, yaşadığım kentin izlerini ararken fark ettim bunu.

Eciş bücüş evlerin dalgalı bir deniz gibi tepeleri kapladığı, camileri ve konakları bile yuttuğu bir İstanbul. Beş yüz yıl, iki yüz yıl önce de böyle, bugün de. Şimdi camiler ve saraylar değil rezidans ve gökdelenler var genel görüntüde. O ev denizi artık her biri arşa doğru yürüyen ve kentin siluetini bir bıçak gibi yırtan gökdelenleri yutamıyor. Hangisinin hangisini yuttuğu ve yutacağı belli değil.

İstanbul’un çirkinliği, yöneticilerinin basiretsizliği ve sakinlerinin aç gözlülüğünden kaynaklanıyor. Türkiye’nin pek çok diğer kenti gibi… İstanbul’un diğer Anadolu kentlerinden en önemli farkıysa onun çirkinliğinin bile bir güzelliği olması. Bunun bir sebebi tabii ki kültürel mirası, kat kat kenti kaplayan her tür yıkımdan geriye kalabilmiş en eski zamanlara ait anıtlar; saraylar, camiler, hamamlar, surlar... Diğer sebebi ise coğrafyası, ortasından akan geniş denizin iki yakasındaki tepeler ve her nasılsa aralarda kalabilmiş yeşil alanlar…

Bugün hala kenti seyretmeyi zevkli kılan bu sebepler 1700’lerin İstanbul’unda da böyleymiş. Melling gravürlerinde göre göre artık bellediğimiz o ‘eski İstanbul’u seyre dalan sadece 3. Selim’in davet ettiği ecnebi sanatçılar değil, aynı zamanda bizzat İstanbulluların kendisiymiş. O zamanlar İstanbul’un mesire yerleri kadar seyir terasları, kenti izleyip düşüncelere dalabileceğiniz yerleri pek gözdeymiş.

O zamanlar kentin manzarasını kimi sıvalı ve mavi ya da pembeye boyalı kimi kararmış ahşap, kiminin bahçe duvarı var kiminin yok, kiminin çatısında değnekler arasında çamaşırlar kuruyan, kiminin bir tarafı çökmüş öylece duran, kimi köşk kimi tek katlı bir baraka, bazıları hiçbir yere çıkmayan, kıvrıla kıvrıla uzanan daracık sokakların etrafına sıralanmış evler oluşturuyordu. Bugün de aynı manzarayı hepimizin içinde oturduğu o sevimsiz apartmanlar oluşturuyor. Ama artık kent çok çok daha büyük. İstanbul’un resmini yapmak, fotoğrafını çekmek için Boğaziçi kıyılarını görmek yetmez. Ondan daha beter halde olan çevre semtler var bir de. Anadolu’nun her yerinden gelen bizlerin, işçilerin, yoksulların ve yabancı göçmenlerin yaşadığı eski ya da çok yeni semtler.

“Her yere beton döküp her yeri şekillendirebilirsiniz. Evinizi yıkabilirsiniz, balkonunuzu büyütebilirsiniz, dışarıdan pencere, merdiven ekleyebilirsiniz. Üçüncü kata demir konstrüksiyonla çıkış yapabilirsiniz. Bu korkunç zengin bir yığıntı aynı zamanda.” İstanbullu sanatçı Antonio Cosentino yıllardır takip ettiği şehri böyle anlatıyor. O yığıntının içinde bir zenginlik, kışkırtıcı bir görsellik bulan sanatçılardan Cosentino. Hazır malzemeye, kent hayatının ürettiği görselliğe meraklı bir ressam. Resimlerinde kentin bu en plansız semtlerini, orada yaşayan insanları anlatır çoğu kez. Tam da o yaşam biçiminin bir simgesi haline getirdiği peynir, yağ tenekelerini kullanarak yaptığı heykeller ve enstalasyonlarla kendine özgü bir dünya kurmuş müstesna sanatçılardan biri.

İBB Yayınları tarafından basılan ‘İstanbul Atlası’ adlı kitapta 1996 yılından günümüze kadar çektiği fotoğraflar yer alıyor . Gültepe, Piyalepaşa, Kağıthane, Zeytinburnu, Gaziosmanpaşa, Sultangazi, Kuştepe, Başakşehir, Bahçelievler ve kentin en iyi korunmuş yeri sandığımız Adalar’da çekilmiş fotoğraflar bunlar. Renkler, evler, duvarlar, çatılar, kablolar, balkonlar, demirler, pencereler, çanak antenler, arabalar ve insanlar var bu fotoğraflarda. İstanbul karmaşası, keşmekeşi, plansızlığı, kendiliğindenliği, yoksulluğu ama neticede çirkinliği üstüne bir kitap gibi bu. Ama tabii sanatçının bunu bir ‘çirkinlik’ olarak görmediğini söyleyeyim, bu benim yorumum. Cosentino bir kuralsız ‘yığıntı’ olarak gördüğü kentsel dokuyu belgelemek, anlamak ve paylaşmak istiyor. Onun yaptığına ‘yığıntıya güzelleme’ de diyebiliriz. Ama fotoğraflara bakarken, onların temsil ettiği yaşantıyı olduğu kadar kentin bütününü, hepimizin paylaştığı İstanbul’u da düşünmemek mümkün değil.

Şişli’de, Kadıköy’de görüntü Kağıthane ve Gültepe’nin arka sokakları kadar vahim olmayabilir. Yine de planlı bir kentleşmenin, güzel yapıları ve kentsel dokusuyla iç içe yaşadığımız da kimse söyleyemez. Hatıralarımızla güzelleştirip bağlandığımız bütün o mahalleler aslında birer kentsel başarısızlık örneğidir. İstanbul’a has bir şey değildir bu, bize hastır. Bugün Anadolu kentlerinin hepsi öyle. Seyahat ederken sahil kentlerinin yeni gelişen mahallelerine bakın. Hepsi de kafasına göre yükselip alçalan, yayılan, araziye konumlanan o villa ve apartmanların yeni yığıntılar oluşturma yolunda atılmış tohumlar olduğunu hemen anlarsınız.

‘Çirkin güzel’ İstanbul’u adam etme tutkusu da Osmanlı padişahlarından günümüz siyasetçilerine her daim egemenlerin merakı oldu. Engelleyemedikleri, çünkü aslında bir parçası oldukları o keşmekeşin neticesi olan felaketler yangınlar gibi, deprem gibi gelip de kapıyı çalınca nizamnameler ve kanunlar birbirini izledi. Hep daha fena oldu. Ahşap doku yerini apartmanlara bıraktı. Yangından kurtulup depremin kucağına düştük. Zamanla sevdiğimiz İstanbul’u kaybedip hafızasızlaştık. Tam ona alışmışken şimdi bir kez daha ‘yenileneceğiz’.

Kentsel Dönüşüm Yasası geldi. Belli ki birileri İstanbul’un kent merkezindeki mahallelerini rezerv alan ilan edip topluca yıkıp yapma hayali kuruyor. Olur mu? Olur. Bu kez de o eciş bücüş kaotik mahalleler yerini binlercesi kilometrelerce uzanan Selçuklu çatılı apartmanlara, başı gökte rezidanslara dönüşür. Planlı, kurallı ve insanları yönlendiren, destekleyen bir kentsel planlamayı yıllar boyunca kararlılıkla uygulayıp kenti daha güzel ve daha nitelikli hale getirmekten daha kolay görünüyor olmalı bütün bunlar. O planlı gelişme ancak bu konuda ulusal bir mutabakat sağlandığında mümkün olabilir. O da şu siyasi iklimde pek zor. O nedenle biz kendi çirkinliğimizi yeniden üretmeye ve zamanla onu sevip, kaybedip yenilemeye devam edeceğiz gibi görünüyor.

Cem Erciyes: Gazeteci, yayıncı. 1971 doğumlu Cem Erciyes, İzmir Bornova Anadolu Lisesi’ni ve Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi. İstanbul Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler dalında yüksek lisans yaptı. Gazeteciliğe 1992’de Dünya Gazetesi’nde başladı. Dünya Kitap dergisi ve kültür sanat sayfalarında çalıştı. 1997 yılında Radikal’e geçti. Kültür Sanat Editörü ve Radikal Kitap Eki Yayın Koordinatörü, Ek Yayınlar Yönetmeni gibi görevler üstlendi… 2016 yılında Doğan Kitap’ın yayın direktörlüğünü üstlendi. Halen bu işi yapıyor. Çeşitli dergi, gazete ve internet sitelerinde yazıları yayımlandı. TRT’de, Açık Radyo’da kültür sanat ve tarih programları hazırladı, sundu.

QOSHE - İstanbul, çirkinliğin güzelliği - Cem Erciyes
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

İstanbul, çirkinliğin güzelliği

27 0
20.11.2023

Pera Müzesi’ndeki ‘Tam Yerinden’ sergisini gezerken İstanbul’un aslında nasıl da çirkin bir kent olduğunu hatırladım. Sergide yer alan en eski İstanbul manzaraları ve iki tane çok önemli panoramik resmin detaylarında kaybolmuş, yaşadığım kentin izlerini ararken fark ettim bunu.

Eciş bücüş evlerin dalgalı bir deniz gibi tepeleri kapladığı, camileri ve konakları bile yuttuğu bir İstanbul. Beş yüz yıl, iki yüz yıl önce de böyle, bugün de. Şimdi camiler ve saraylar değil rezidans ve gökdelenler var genel görüntüde. O ev denizi artık her biri arşa doğru yürüyen ve kentin siluetini bir bıçak gibi yırtan gökdelenleri yutamıyor. Hangisinin hangisini yuttuğu ve yutacağı belli değil.

İstanbul’un çirkinliği, yöneticilerinin basiretsizliği ve sakinlerinin aç gözlülüğünden kaynaklanıyor. Türkiye’nin pek çok diğer kenti gibi… İstanbul’un diğer Anadolu kentlerinden en önemli farkıysa onun çirkinliğinin bile bir güzelliği olması. Bunun bir sebebi tabii ki kültürel mirası, kat kat kenti kaplayan her tür yıkımdan geriye kalabilmiş en eski zamanlara ait anıtlar; saraylar, camiler, hamamlar, surlar... Diğer sebebi ise coğrafyası, ortasından akan geniş denizin iki yakasındaki tepeler ve her nasılsa aralarda kalabilmiş yeşil alanlar…

Bugün hala kenti seyretmeyi zevkli kılan bu sebepler 1700’lerin İstanbul’unda da böyleymiş. Melling gravürlerinde göre göre artık bellediğimiz o ‘eski İstanbul’u seyre dalan sadece 3. Selim’in davet ettiği ecnebi sanatçılar değil, aynı zamanda bizzat İstanbulluların kendisiymiş. O zamanlar İstanbul’un mesire yerleri kadar seyir terasları, kenti izleyip düşüncelere dalabileceğiniz yerleri pek gözdeymiş.

O zamanlar kentin manzarasını kimi sıvalı ve mavi ya da pembeye boyalı kimi kararmış ahşap, kiminin bahçe duvarı var kiminin yok, kiminin çatısında değnekler arasında çamaşırlar kuruyan, kiminin bir tarafı çökmüş öylece duran, kimi köşk kimi tek katlı bir baraka, bazıları hiçbir yere çıkmayan, kıvrıla kıvrıla uzanan daracık sokakların etrafına sıralanmış evler oluşturuyordu. Bugün de aynı manzarayı hepimizin içinde oturduğu o sevimsiz apartmanlar oluşturuyor. Ama artık kent çok çok daha büyük. İstanbul’un resmini yapmak, fotoğrafını çekmek için Boğaziçi kıyılarını görmek yetmez. Ondan daha beter halde olan çevre semtler var bir de. Anadolu’nun her........

© Artı Gerçek


Get it on Google Play