Sokak köpekleriyle birlikte yaşamaya alışığız. Onlar bizim kamusal hayatımızın bir parçası. Sadece İstanbul’da değil, ülkenin her yerinde büyüklü küçüklü yerleşim yerlerinde birlikte bir hayat sürüyoruz, hem de yüzlerce yıldır. Şefkatle yaklaştığımız, başını okşayıp belki yiyecek bir şeyler verdiğimiz köpekler bazen bir çete halini alıp da üstümüze saldırdığında korku kaynağına dönüşür. Dolayısıyla sokak köpekleri söz konusu olduğunda şefkatle korku, sevgiyle nefret, korumayla yok etme arasında gidip gelen farklı düşünceler ve duygular içinde savruluruz. İşin geçmişine baktığımızda bu çatışmalı duygularımızın, her konuda olduğu gibi, Batılılaşma sürecimizle alakası olduğunu görüyoruz.

Birkaç aydır konu yine gündemde. Çoluk çocuğa saldıran köpekler, köpeklerden korkup kaza yapanlar, kampüsteki başı boş köpekler, köpekler tarafından hastanelik edilenler hakkındaki haberler arttıkça kentleri ve hatta ülkeyi yönetenler bu konuda açıklamalar yapıp sorunu çözeceklerini vadediyor, sıkıştıkları yerde birbirlerini suçluyorlar. Aslında hepimiz biliyoruz ki bu sorun çözülmeyecek, çünkü temelde bu bir sorun değil. Bu ülkenin insanları ne olursa olsun sokak hayvanlarıyla birlikte yaşamak istiyor, hem de yüzlerce yıldır böyle.

Bugün İstanbul’da 130 bin civarında sahipsiz köpek olduğu söyleniyor. Ankara için verilen rakam 80 bin. Rakamlar etkileyici. Onlardan kurtulmak için son yılların gözde yöntemi kısırlaştırmak. Ama Ankara Belediye Başkanı Mansur Yavaş bunun da bir çözüm olamayacağını açıkladı. Barınaklar ise itlaftan farksız, tepki çeken, acımasız bir yöntem. Sokak köpekleri Tanzimat’a kadar hayatın bir parçası kabul ediliyor. Ancak Batılılaşma ile onlardan kurtulmanın yolları aranıyor. İlk bulunan çözüm itlaf değil. Ünlü 1910 Sivriada (Hayırsızada) sürgününde olduğu gibi köpekleri kentten uzaklaştırmak tercih ediliyor. İtlaf daha yakın tarihlerde hayatımıza giriyor. 1970’ler ve 80’lerde çokça başvurulan bir yöntem. İstanbul’da da başka kentlerde de uygulanıyor. Ben çocukluğumun geçtiği kasabalardan birinde belediyenin avcılar kulübüyle anlaştığını, çiftelerini kuşanmış adamların sokakta köpekleri vurduklarını hatırlıyorum. Kasabanın doktoru buna çok kızmıştı. ‘Strikninli köfte’ gibi daha medeni bir yöntem, yani zehirlemek varken bu vahşetin sergilenmesini her yerde yüksek sesle eleştiriyordu…

Açık Radyo’da Kansu Şarman’la yaptığımız İstanbul Ansiklopedisi programında konuyu iki kere ele almıştık. (Podcast’leri Açık Radyo’nun sitesinde dinlenebilir.) Konuyla ilgili çalışan akademisyen Dr. Mine Yıldırım, bize köpeklere yönelik şiddetin toplumsal şiddetin arttığı bir dönemde kendini gösterdiğini, 12 Eylül’den sonra silahla itlafın askeri yöneticiler tarafından sıklıkla uygulandığını anlatmıştı. 1910’da binlerce köpeğin Sivriada’ya gönderilmesi, orada açlıktan birbirlerini yemeleri, kente kadar gelen sesleri toplumda öyle bir tepki uyandırıyor ki uzun süre köpekler rahat bırakılıyor. Bu dönem ilk hayvan hakları dernekleri kuruluyor. Ama 1950’lerde konu yine gündeme geliyor. Lütfi Kırdar döneminde belediyenin her yıl açıklanan icraatları arasında itlaf edilen köpek sayısı da mutlaka yer alıyor... Ama tepkiler de hiç dinmiyor. Çünkü şehir halkıyla köpekler arasında ‘korumacı’ bir ilişki var. ‘Kimsesiz’ bu canlıları seviyor ve kolluyoruz.

Ekrem Işın’a göre bunun temelinde dinsel nedenler yer alıyor. Evet köpek mekruh. Ama evde öyle. Sokak ise geleneksel olarak zaten kimsesizlere terk edilmiş bir yer. Oranın sakinleri de köpekler. Halk kültüründe köpeklere gösterilen koruyucu tavrın bir tür şefaat arayışıyla ilgisi var. Allah’ın yarattığı köpeklere iyi davranarak sevap kazanmak... Osmanlı İstanbul’unda köpeklerin sokaktaki varlığını faydacı gerekçelerle anlamlandırmak isteyenlerse onları ‘dört ayaklı belediye’ olarak tanımlıyor. Çöplerin sokaklara atıldığı o devirde, bunları yiyip kenti temizledikleri savunuluyor. Bir de her mahallenin köpek çetelerinin, bekçilik ettiği, yabancıları mahalleye sokmayarak orayı koruduğu görüşü var. Ama bunların hepsi bahane, esasen mesele kültürel ve vicdani.

Orhan Pamuk, ‘İstanbul Hatıralar ve Şehir’ kitabında Batılı seyyahların gözde konularına değinir. Yeniçeriler, hamallar ve köle pazarlarının zamanla yok olduğunu ama arka sokaklara hakim köpek çetelerinin varlığını bugün bile koruduklarını anlatır. 1806’da İstanbul’a inen Chateaubriand’ın ilk dikkatini çeken şeylerden biri de köpeklerdir. Batılıların yadırgadığı köpekler, zamanla kenti modernleştirmek isteyenlerin hep birinci meselelerinden biri olur.

Köpeklere karşı ilk ciddi hamleyi 2. Mahmut’un yapması bu anlamda şaşırtıcı değil. Köpekler yine bir adaya sürgün edilmiş ama sonra gelen tepkiler üstüne geri getirilmiş ve halk arasında ‘Yeniçeri ocağını bile kaldırdı ama köpekleri kaldıramadı’ denmiş… Ardından gelen başka padişahlar döneminde ve özellikle Tanzimat’tan sonra bu konu sık sık gündeme gelmiş. Sivriada’ya ve başka yerlere gönderilmiş köpekler. Ekrem Işın bu konuda Batılı elçilerin de etkisi olduğunu anlatıyor. Hatta Bab-ı Ali çıkışı İngiliz elçisine saldıran köpekler, iki ülke arasında diplomatik bir meseleye bile dönüşmüş. O meşhur 1910 sürgünü sırasında köpeklerin sokaklardan toplanmasını, şehir halkının nasıl da köpekleri korumaya çalıştığını ise Pierre Loti anlatmış. Nitekim 1912’de, yani iki yıl sonra İstanbul sokakları tekrar köpeklerle dolmuş.

Tabii bugün köpeklerle ilgili yaşadığımız mesele sadece Batılılara iyi görünmekle ilgili değil. Temelde modernleşmeyle ilgili bir sorun. Artık toplumun büyük çoğunluğu kentlerde yaşıyor ve artık başıboş köpekler sayıları arttığında her kentte mutlaka birilerini rahatsız ediyor. Gece geç saatte yalnız yürümek, çocukları tek başına sabahın erken saatinde okula göndermek hatta kendi evcil köpeğini gezdirmek başıboş hayvanların korkutucu olduğu anlara dönüşüyor. Yoksa köpeklerin şehrin en kalabalık sokaklarında bizimle birlikte gezindikleri, hatta kırmızı ışıkta durup yeşilde geçtikleri, kaldırımda uyuklarken yanından şefkatli bir bakışla yürüyüp gittiğimiz bir hayatı yaşıyoruz hepimiz. Ve sanıyorum buna razıyız. Onların tehlikeli oldukları anlara karşı tedbirimizi alıp hayatımızın içindeki varlıklarına karşı çıkmamak en temel eğilim.

Türkiye’de yaşayanlar sokak köpeklerini seviyor. Bu kültürümüzde var. En temelde onlar için üzülüyor, onları seviyor ve onlara zarar vererek günah işlemek istemiyoruz. Hayvan hakları aktivistleri, gaddar çözümler karşısında ses çıkartıyor ve mücadele ediyorlar ama bana sorarsanız onların çabalarından çok toplumsal kültür ve onun doğurduğu ‘rıza’ bu konuda etkili oluyor. Köpekler sokaklarda varlığını bugüne kadar korudu ve koruyacak.

Cem Erciyes: Gazeteci, yayıncı. 1971 doğumlu Cem Erciyes, İzmir Bornova Anadolu Lisesi’ni ve Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi. İstanbul Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler dalında yüksek lisans yaptı. Gazeteciliğe 1992’de Dünya Gazetesi’nde başladı. Dünya Kitap dergisi ve kültür sanat sayfalarında çalıştı. 1997 yılında Radikal’e geçti. Kültür Sanat Editörü ve Radikal Kitap Eki Yayın Koordinatörü, Ek Yayınlar Yönetmeni gibi görevler üstlendi… 2016 yılında Doğan Kitap’ın yayın direktörlüğünü üstlendi. Halen bu işi yapıyor. Çeşitli dergi, gazete ve internet sitelerinde yazıları yayımlandı. TRT’de, Açık Radyo’da kültür sanat ve tarih programları hazırladı, sundu.

QOSHE - Yüz elli senelik sokak köpekleri meselemiz - Cem Erciyes
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Yüz elli senelik sokak köpekleri meselemiz

48 0
01.01.2024

Sokak köpekleriyle birlikte yaşamaya alışığız. Onlar bizim kamusal hayatımızın bir parçası. Sadece İstanbul’da değil, ülkenin her yerinde büyüklü küçüklü yerleşim yerlerinde birlikte bir hayat sürüyoruz, hem de yüzlerce yıldır. Şefkatle yaklaştığımız, başını okşayıp belki yiyecek bir şeyler verdiğimiz köpekler bazen bir çete halini alıp da üstümüze saldırdığında korku kaynağına dönüşür. Dolayısıyla sokak köpekleri söz konusu olduğunda şefkatle korku, sevgiyle nefret, korumayla yok etme arasında gidip gelen farklı düşünceler ve duygular içinde savruluruz. İşin geçmişine baktığımızda bu çatışmalı duygularımızın, her konuda olduğu gibi, Batılılaşma sürecimizle alakası olduğunu görüyoruz.

Birkaç aydır konu yine gündemde. Çoluk çocuğa saldıran köpekler, köpeklerden korkup kaza yapanlar, kampüsteki başı boş köpekler, köpekler tarafından hastanelik edilenler hakkındaki haberler arttıkça kentleri ve hatta ülkeyi yönetenler bu konuda açıklamalar yapıp sorunu çözeceklerini vadediyor, sıkıştıkları yerde birbirlerini suçluyorlar. Aslında hepimiz biliyoruz ki bu sorun çözülmeyecek, çünkü temelde bu bir sorun değil. Bu ülkenin insanları ne olursa olsun sokak hayvanlarıyla birlikte yaşamak istiyor, hem de yüzlerce yıldır böyle.

Bugün İstanbul’da 130 bin civarında sahipsiz köpek olduğu söyleniyor. Ankara için verilen rakam 80 bin. Rakamlar etkileyici. Onlardan kurtulmak için son yılların gözde yöntemi kısırlaştırmak. Ama Ankara Belediye Başkanı Mansur Yavaş bunun da bir çözüm olamayacağını açıkladı. Barınaklar ise itlaftan farksız, tepki çeken, acımasız bir yöntem. Sokak köpekleri Tanzimat’a kadar hayatın bir parçası kabul ediliyor. Ancak Batılılaşma ile onlardan kurtulmanın yolları aranıyor. İlk bulunan çözüm itlaf değil. Ünlü 1910 Sivriada (Hayırsızada) sürgününde olduğu gibi köpekleri kentten uzaklaştırmak tercih ediliyor. İtlaf daha yakın tarihlerde hayatımıza giriyor. 1970’ler ve 80’lerde çokça başvurulan bir yöntem. İstanbul’da da başka kentlerde de uygulanıyor. Ben çocukluğumun geçtiği kasabalardan birinde belediyenin avcılar kulübüyle anlaştığını, çiftelerini kuşanmış adamların sokakta köpekleri vurduklarını hatırlıyorum. Kasabanın doktoru buna çok kızmıştı. ‘Strikninli köfte’ gibi daha medeni bir yöntem, yani zehirlemek varken bu vahşetin sergilenmesini her yerde yüksek sesle eleştiriyordu…

Açık Radyo’da Kansu Şarman’la yaptığımız İstanbul Ansiklopedisi programında konuyu iki kere ele almıştık. (Podcast’leri Açık........

© Artı Gerçek


Get it on Google Play