Hiç kimsenin bilmediği bir dili konuşmak, öyle bir dilde yazmak isterdim. Bugün böyle diller varsa bile birini öğrenmek için gerekli enerji ve zamandan ne yazık ki mahrum olduğumdan, o meşhur üslup tanımı geliyor aklıma düşünürken ikinci aşamada: Belki de kendi dilim içinde “bir çukur kazmalıyım”, belki de kendi dilimi yabancı bir dil gibi kullanmayı denemeliyim. Peki neden? Bilmiyorum. Belli ki söylemek istediğim ama kimsenin anlamasını umursamadığım, belki de istemediğim şeyler var. Bu nedenle belki (kelimenin iki anlamıyla da) “stilize” etmeye kaçmak, sığınmak istiyorum.

Dil üstüne bir yerlerde birilerine bir şey anlatmam istendiğinde genellikle tipik bir Descartes’çı gibi davranmaya çalışıyorum, yani dil hakkındaki sağduyuyu, yaygın kabulleri sorgulamaya ya da sarsmaya meylediyorum. Sağduyuya ters düşme çabası teori için özel bir haz kaynağı olduğundan öbür uca savrulup kışkırtıcı tezler ileri sürmek cazip geliyor insana, ama mesele “ters”, “aykırı” biri olmaya indirgenemez. Dilin işlevi de konu olarak sağduyuya ters düşmek için birebir, ama derdim bu fırsatı kaçırmamak değil.

Elbette dilin temel işlevi iletişim. Sağduyu bu konuda haklı. Ama işlevleri iletişimden ibaret değil. Bu konuda da teori (ya da teorinin sevdalıları) haklı. Dilin, hiç de öyle tali sayılmayacak işlevlerinden biri düşünmek. Bir başka deyişle, içimizden konuşmak. Bu olguyu saptamak zor değil, buna karşılık şu soruya cevap vermek de pek öyle kolay değil: İçimizden konuşurken kiminle konuşuyoruz? “Kendi kendimizle” gibi cevaplar sayılmıyor. O “kendi” kim? Hangi dolayımdan geçerek konuşuyoruz onunla? Tek mi konuşuyoruz ona hitap ederken? Bize eşlik eden biri ya da birileri var mı? Bizi konuşturan var mı? “Kendi kendimizle” konuşurken bir kamu malını, kolektif bir ürünü kullanmamız neyi değiştiriyor? Başka bir yolu olabilir miydi bunun?

Dilin özellikle diplomaside bir şeyleri söylemekten ziyade söylememek, gizlemek için kullanıldığı bilinir. Demek ki işlevi iletişim kurmaktan ibaret değil. Dil iletişim kurmamak, iletişimi baltalamak için de kullanılabiliyor. (Bunun daha ziyade söylemle ilgili olduğu, konunun da retoriğin alanına girdiği doğru, ama biz şimdilik “dil” diye devam edelim söz etmeye.) İlaveten, tam iletişimin bir ütopya olduğunu varsayabiliriz. İletişim kurmak için azami çaba harcansa da iletişimin gerçekleşmediğine sık sık tanık olmuşuzdur, hatta kurban gitmişizdir çoğumuz (olabildiğince açık yazmaya çalıştığım, anlaşılmayı öncelikli olarak gözettiğim bu yazıların pek anlaşılmadığının söylendiği oldu örneğin). Başkasıyla konuşmak bir ütopyaya dönüşebiliyorken kendi kendimizle iletişim kurabildiğimizden nasıl emin olabiliriz?

Düşünmek kendi kendine konuşmaktır, peki ya duygulanmak? Duygularımızın kelimelere özel olarak ihtiyacı yok gibi. Dışavurmak için kullandıkları başka kanallar, mecralar var, malum. Bilincinde olduklarımızın bir kısmıyla yetinirsek: Gözlerimiz doluyor, belki ellerimiz titriyor, duygulu bir şey söylemiyor olsak bile sesimiz dalgalanıyor; anlamsız sesler, nidalar, ünlemler sözden önce çıkabiliyor ağzımızdan. Onun için tarife gelmediği söyleniyor duyguların. Yine de duyguların hiç geçmediği söylenemez herhalde kelimelerin dolayımından. Peki nasıl bir etkisi var kelimelerin duygular üstünde? Bilmiyorum, düşünmek lazım. Tabii bunu söyler söylemez aklıma geliyor: Dil kelimelerden ibaret olmadığına göre, duygularla ilişkili başka ne gibi öğeleri var dilin? Örneğin devrik dizimin duygu değerinin olabildiğini biliyoruz. Onun için kullanıyor şairler devrik dizimi. Peki nasıl taşıyor duyguyu bu devrik, –daha doğru adıyla– serbest dizim? Bu da ezbere cevap veremeyeceğim bir soru.

Bunlar dışında, tekrarların da duygularla bir bağı olduğu aşikâr: aynen tekrarlanan kelimeler veya ibareler (“Kaç defa söyledim sana, kaç defa?” ya da şiirsel/müzikal ve romantik örnekler: “Vay gönül, vay bu gönül, vay gönül, ey vay gönül”, “Yârin lebin Hayâlî görmüş değil göz ammâ / Ah ol göz ile ol kaş, ah ol göz ile ol kaş”), “doğru kelimeyi” ararcasına, kendini ifade etmek için kıvranırcasına tekrarlanan anlambirim (“güzel, hoş, tatlı bir metin”).

Elbette duyguları ifade etmek için geliştirdiğimiz teknikler de iletişime dahil. Ama muhtemelen amaç iletişimden ibaret değil yine. Belki de öncelikli amaç başkasından ziyade “kendine” iletmektir. Yalnız olduğunuz bir anda sinirlenince bağırmanız gibi.

Belki dilin kökeninde de başkasıyla iletişim kurma değil kendi kendimizle konuşma ihtiyacı etkili olmuştur, kimbilir. (Evet, nihayet, kışkırtıcı bir tez.) Belki kendimize kızdığımız bir anda “söylenirken”, homurdanırken ortaya çıkmıştır dil. Sonra belki omzumuza dokunmuştur biri, ona açıklamaya gayret etmişizdir. Belki onun için bu kadar zor oluyordur iletişim kurmak. Ve belki onun için dil teorisinde iletişim modellerimiz hâlâ biraz ilkeldir.

Hasılı, kimsenin bilmediği bir dilde olmasa da muhtemelen tam olarak anlamadığı bir dilde konuşuyor, yazıyor olabilirim zaten. Züğürt tesellisi mi bu? Belki. Bir başka ihtimal: Belki hepimiz değilse bile çoğumuz kendi dilimizde birer çukur kazıyoruzdur, ama o çukurlar yazarların, şairlerin kazdıkları kadar derin ya da özel değildir. Ve iletişim kurmak o çukurlardan çıkma, o çukurları doldurup kapatma ya da o hendeklerden atlatma çabasıdır. Kimbilir.

Savaş Kılıç: 1975'te doğdu. Türk Dili ve Edebiyatı ve dilbilim eğitimi gördü. İngilizce ve Fransızcadan çevirileri, çeşitli dergi ve kitaplarda yayımlanmış yazıları var. Metis Yayınları'nda editör olarak çalışıyor.

QOSHE - Dilin işlevi - Savaş Kılıç
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Dilin işlevi

28 44
05.01.2024

Hiç kimsenin bilmediği bir dili konuşmak, öyle bir dilde yazmak isterdim. Bugün böyle diller varsa bile birini öğrenmek için gerekli enerji ve zamandan ne yazık ki mahrum olduğumdan, o meşhur üslup tanımı geliyor aklıma düşünürken ikinci aşamada: Belki de kendi dilim içinde “bir çukur kazmalıyım”, belki de kendi dilimi yabancı bir dil gibi kullanmayı denemeliyim. Peki neden? Bilmiyorum. Belli ki söylemek istediğim ama kimsenin anlamasını umursamadığım, belki de istemediğim şeyler var. Bu nedenle belki (kelimenin iki anlamıyla da) “stilize” etmeye kaçmak, sığınmak istiyorum.

Dil üstüne bir yerlerde birilerine bir şey anlatmam istendiğinde genellikle tipik bir Descartes’çı gibi davranmaya çalışıyorum, yani dil hakkındaki sağduyuyu, yaygın kabulleri sorgulamaya ya da sarsmaya meylediyorum. Sağduyuya ters düşme çabası teori için özel bir haz kaynağı olduğundan öbür uca savrulup kışkırtıcı tezler ileri sürmek cazip geliyor insana, ama mesele “ters”, “aykırı” biri olmaya indirgenemez. Dilin işlevi de konu olarak sağduyuya ters düşmek için birebir, ama derdim bu fırsatı kaçırmamak değil.

Elbette dilin temel işlevi iletişim. Sağduyu bu konuda haklı. Ama işlevleri iletişimden ibaret değil. Bu konuda da teori (ya da teorinin sevdalıları) haklı. Dilin, hiç de öyle tali sayılmayacak işlevlerinden biri düşünmek. Bir başka deyişle, içimizden konuşmak. Bu olguyu saptamak zor değil, buna karşılık şu soruya cevap vermek de pek öyle kolay değil: İçimizden konuşurken kiminle konuşuyoruz? “Kendi kendimizle” gibi cevaplar sayılmıyor. O “kendi” kim? Hangi dolayımdan geçerek konuşuyoruz onunla? Tek mi konuşuyoruz ona hitap ederken? Bize eşlik eden biri ya da birileri var mı? Bizi konuşturan var mı? “Kendi kendimizle” konuşurken bir kamu malını, kolektif bir ürünü kullanmamız neyi değiştiriyor? Başka bir........

© Artı Gerçek


Get it on Google Play