Soğuk Savaş’ın bitiminden itibaren Türkiye’nin Batı kampındaki konumu hem içeride hem dışarıda tartışılıyor. Her ne kadar kimi uzmanlarca “NATO’dan atalım” gibi görüşler zaman zaman dile getirilse de ABD ve Batı dünyasında sertlik yanlıları dahil olmak üzere genel eğilimin “Türkiye’yi çadırın içinde tutmak” yönünde olduğu biliniyor. Bunun için her aşamada devreye sokulan en temel mekanizma ise NATO. NATO vasıtasıyla Türkiye’nin seçenekleri sınırlanıyor ve eli kolu bağlanıyor. Son olarak Finlandiya ve İsveç’in üyelikleri sürecinde karşılaştığımız durum, bunun tipik bir örneği. Rusya’dan S 400 alınca F 35 projesinden çıkarılıp, Ankara’ya “size F 16 verelim” denilmesi, F 16 talebi yapılınca bunun “Yunanistan’a karşı kullanılmama ve İsveç ile Finlandiya’nın NATO’ya üyeliğinin onayına bağlanması, daha en başından bu stratejinin bir uygulamasıydı.

Şunun altını net bir şekilde çizelim: Batı’ya bu imkanı sunan, AK Parti Hükümeti’nin Atlantik sisteminin sınırlarını aşma iradesinden yoksun olmasıdır. Hem ekonomide hem dış politikada Ankara’nın Atlantik’e bağımlılığı, bugün Türkiye’nin karşı karşıya olduğu en önemli sorundur.

Mesele, silah alımları konusunda ABD’nin Türkiye’ye kazık atmasından ibaret değil. Daha vahimi, “ABD ve Batı ile sıkı pazarlık yapıyoruz” görüntüsüyle içine girilen yolun, Türkiye’nin ulusal güvenlik çıkarlarını tehlikeye atması. Şu soruya yanıt verilmelidir: Yukarıda sözünü ettiğimiz süreç boyunca Türkiye’nin ulusal güvenlik çıkarlarına yönelik ABD tehditlerinde artış mı azalma mı olmuştur? Mesela, ABD’nin Türkiye’ye yönelik stratejisinin en önemli göstergelerinden biri olan PKK’ya desteği azaldı mı? Hayır, tam tersine ABD PKK’yı koruyup kollamada herhangi bir geri adım atmadı. Dahası, Türkiye’nin PKK’ya yönelik hava operasyonlarına resmi olarak karşı çıkmakla kalmayıp, Türkiye’nin insansız hava aracın düşürdü ve bunu büyük bir pervasızlıkla açıkladı. Öte yandan Ankara “ABD ve Batı ile uzlaşayım” derken Doğu Akdeniz’den kaynaklanan ABD tehdidinin ağırlığında artış oldu. 7 Ekim’deki Aksa Tufanı operasyonun hemen ardından Doğu Akdeniz’e uçak gemileri gönderilmesinin bahanesi Filistin’dir ama hedefi, Türkiye dahil bölge ülkeleridir.

Batı açısından meselenin özü, bugün dünyanın ilk 10 ekonomisi içinde yer alan Türkiye’nin sahip olduğu dengeleri değiştirme potansiyelini harekete geçirmesini önlemektir. Bunun için Türkiye’nin çıkarlarının ortak olduğu ülkelerle bölgesel ve küresel ölçekte ittifaklar kurarak oyun kuruculuk imkanlarını kullanması, Atlantik kampının mekanizmaları vasıtasıyla baltalanıyor. Sadece şu son 10 yıldaki gelişmeler, Türkiye’nin eylemlerinin uluslararası alandaki etkisini anlamak için yeterlidir. 24 Temmuz 2015’te başlatılan Türkiye’nin PKK’ya yönelik topyekun harekatları, ardından Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı, Pençe harekatları ve Karabağ’ın kurtarılması Türkiye’nin bölgesel ittifaklardan da yararlanarak yaptığı dünya ölçeğinde dengeleri değiştiren eylemleridir. Türkiye’nin Rusya ile ortaklığının her iki ülkenin de menfaatine olan sorun çözücü etkisi burada belirleyicidir. Rusya’nın yanısıra İran’ın dahil olduğu Astana ortaklığı, Türkiye’nin Suriye’den kaynaklanan tehditleri azaltmasını sağlamıştır. Fakat zurnanın zırt dediği yer şurasıdır: Bu eylemlerin, ancak Türkiye’ye yönelik tehditlerin doğru saptandığı tutarlı bir stratejiye uygun olarak planlı ve kararlı olarak uygulanması durumunda kalıcı bir başarı elde etmek mümkündür. Türkiye’nin oyun kurucu potansiyeli ancak böyle harekete geçirilir.

QOSHE - Türkiye’nin ‘oyun kurucu’ potansiyeli - Fikret Akfırat
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Türkiye’nin ‘oyun kurucu’ potansiyeli

24 52
07.12.2023

Soğuk Savaş’ın bitiminden itibaren Türkiye’nin Batı kampındaki konumu hem içeride hem dışarıda tartışılıyor. Her ne kadar kimi uzmanlarca “NATO’dan atalım” gibi görüşler zaman zaman dile getirilse de ABD ve Batı dünyasında sertlik yanlıları dahil olmak üzere genel eğilimin “Türkiye’yi çadırın içinde tutmak” yönünde olduğu biliniyor. Bunun için her aşamada devreye sokulan en temel mekanizma ise NATO. NATO vasıtasıyla Türkiye’nin seçenekleri sınırlanıyor ve eli kolu bağlanıyor. Son olarak Finlandiya ve İsveç’in üyelikleri sürecinde karşılaştığımız durum, bunun tipik bir örneği. Rusya’dan S 400 alınca F 35 projesinden çıkarılıp, Ankara’ya “size F 16 verelim” denilmesi, F 16 talebi yapılınca bunun “Yunanistan’a karşı kullanılmama ve İsveç ile Finlandiya’nın NATO’ya üyeliğinin onayına bağlanması, daha en başından bu stratejinin bir uygulamasıydı.

Şunun altını net bir şekilde çizelim: Batı’ya bu imkanı sunan, AK Parti Hükümeti’nin Atlantik sisteminin sınırlarını aşma iradesinden yoksun olmasıdır. Hem ekonomide hem dış politikada Ankara’nın Atlantik’e bağımlılığı, bugün Türkiye’nin karşı karşıya olduğu en önemli........

© Aydınlık


Get it on Google Play