Orijinali dört saat uzunluğunda olmakla beraber ticari gösterime iki buçuk saatlik kurgusuyla giren “Napolyon” (Napoleon), ele aldığı tarihi şahsiyetin Toulon, Austerlitz, Mısır, Rusya, Waterloo savaşlarını, sürgün dönemlerini ve karısı Josephine’le muharebelerini düz çizgide anlatan bir film. Filmografisinde “Thelma ve Louise”, “Gladyatör”, “Kara Şahin Düştü”, “Robin Hood”, “Marslı” gibi parlak halkalar bulunan yönetmen Ridley Scott, tarihçilerin, sanatçıların, Hegel ve Marx gibi filozofların ilgisinden hiçbir zaman uzak kalmamış Napolyon’u, ağır yenilgiler de almasına rağmen iktidar ve zafer hırsından kurtulamayan bir asker ve romantik bir âşık olarak çizmeyi tercih etmiş.

Aradan çok yıllar geçse de Sergey Bondarçuk’un “Waterloo” (1970) filminin tadı damağında kalmış, Stanley Kubrick’in gerçekleştiremediği projesi Napolyon filminin adeta yasını tutan bir sinemasever olarak merakla beklediğim filmlerden biriydi Ridley Scott’ın “Napolyon”u. Avrupa’nın feodal düzenini bozduğu için İngiltere’den Prusya’ya, Avusturya’dan Rusya’ya kadar kraliyet-çarlık rejimleri tarafından şeytanlaştırılan, kıtayı fetheden ve dünyayı fethetmeye kalkan bu büyük komutan, görkemli savaş sahnelerinin etkileyiciliği dışında ne yazık ki yeterince derinlikli biçimde ele alınamamış izlediğimiz filmde. Dört saatlik versiyon belki fikrimi değiştirebilir, bilemiyorum.

Fransızların hâlâ büyük saygıyla anıp ulusal gurur ikonu muamelesi yaptıkları Napolyon Bonapart’ı, filmin açılış sahnesinde 1789 devriminin kaotik günlerinde genç bir yüzbaşı olarak, Kraliçe Marie-Antoinette’nin giyotine çıkarılışını izlerken görüyoruz. Edip Cansever’in dediği gibi, “Ve Fransa biraz uğultulu” iken kariyer basamaklarını hızla çıkıyor, Toulon’da İngilizlere pabucunu ters giydirip generalliğe yükseliyor ve kocası devrim tarafından idam edilmiş iki çocuklu bir dul olan Josephine’le tanışıyor. Bundan sonrası, seferlere ve savaş meydanlarına, aynı zamanda da sıkça ihanetini gördüğü karısına tutkuyla bağlı bir adamın, darbelerle, taç giyip kendisini imparator ilan edişiyle, zafer ve yenilgilerle dolu serüveni olarak akıp gidiyor.

Bir Hollywood filminden tarihsel çözümlemeler anlamında elbette ki dört dörtlük bir yapı ve anlatım beklenemez… Ridley Scott da Napolyon’un karmakarışık dönem Fransa’sında ilerleyişini ve politik slalomlarını fırça darbeleriyle aktarmış, Robespierre, Fouche, Talleyrand gibi tarihsel figürleri çok kısa anlarla aralara sıkıştırmış, seyircinin ilgisini yalnızca dört beş savaş ve iki üç sevişme sahnesiyle diri tutmaya çalışmış. Elbe adasındaki ilk sürgününde kafese kapatılmış bir aslan gibi olan Napolyon’un hangi siyasi dengesizlikler sonucu Fransa’da bir kurtarıcı gibi karşılandığı, ülkedeki sınıfsal gelişmeler, iktidar katında sürekli değişen ilişkiler, öten savaş boruları, tüm Avrupa’nın Fransa’ya karşı neden birleştiği gibi mevzular, sanki “kafa şişirici” olarak görülmüş ve öylece geçiştirilmiş. Napolyon’un kendisiyle başlattığı asaleti ve imparatorluk soyunu devam ettirebilmek için erkek evlada sahip olma isteği ve bu nedenle Josephine’le boşanması kadar bile önem kazanmıyor bu hususlar. Napolyon’un sonunu getiren Waterloo Savaşı da hele ki Bondarçuk’un olağanüstü anlatımıyla ya da Stefan Zweig’ın satırlarıyla kıyaslanırsa, tatmin edici olmaktan hayli uzak. Mısır seferi sırasında piramitlerin bombalanmadığını, Napolyon’un o kadar da vahşi ve kibirli olmadığını not düşeyim.

Gözümüzün alıştığı Napolyon portrelerinden çok farklı bir resim veren Joaquin Phoenix ve Josephine rolündeki Vanessa Kirby, her şeyiyle Fransız olan ama İngilizce çekilen filmde ellerinden geleni yapmışlar. Sonuç olarak, Napolyon ve Josephine hakkında çok az şey bilen seyircileri tatmin edebilecek popüler bir film var karşımızda, ötesi pek yok.

QOSHE - Ve Fransa biraz uğultulu: ‘Napolyon’ - Tunca Arslan
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Ve Fransa biraz uğultulu: ‘Napolyon’

16 9
01.12.2023

Orijinali dört saat uzunluğunda olmakla beraber ticari gösterime iki buçuk saatlik kurgusuyla giren “Napolyon” (Napoleon), ele aldığı tarihi şahsiyetin Toulon, Austerlitz, Mısır, Rusya, Waterloo savaşlarını, sürgün dönemlerini ve karısı Josephine’le muharebelerini düz çizgide anlatan bir film. Filmografisinde “Thelma ve Louise”, “Gladyatör”, “Kara Şahin Düştü”, “Robin Hood”, “Marslı” gibi parlak halkalar bulunan yönetmen Ridley Scott, tarihçilerin, sanatçıların, Hegel ve Marx gibi filozofların ilgisinden hiçbir zaman uzak kalmamış Napolyon’u, ağır yenilgiler de almasına rağmen iktidar ve zafer hırsından kurtulamayan bir asker ve romantik bir âşık olarak çizmeyi tercih etmiş.

Aradan çok yıllar geçse de Sergey Bondarçuk’un “Waterloo” (1970) filminin tadı damağında kalmış, Stanley Kubrick’in gerçekleştiremediği projesi Napolyon filminin adeta yasını tutan bir sinemasever olarak merakla beklediğim filmlerden biriydi Ridley Scott’ın “Napolyon”u. Avrupa’nın feodal düzenini bozduğu için İngiltere’den Prusya’ya, Avusturya’dan Rusya’ya kadar kraliyet-çarlık rejimleri tarafından şeytanlaştırılan, kıtayı fetheden ve dünyayı fethetmeye kalkan bu büyük komutan, görkemli savaş sahnelerinin etkileyiciliği dışında ne yazık ki yeterince derinlikli........

© Aydınlık


Get it on Google Play