3. Dünya Savaşı, İsrail'in Filistin'e dönük saldırıları tırmandırmasıyla birlikte yeni bir evreye geçti. Epeydir savaşın Ukrayna cephesinde yoğunlaşan hali farklılaştı, yeni odak Ön Asya oldu. Sıcak savaşın alanının genişlemesinin bütün dünyada kaçınılmaz bir biçimde yıkıcı etkilerinin olacağı şimdiden görülüyor. Savaşın paralelinde neo-faşizmin tırmanışı çeşitli siyasal iktidarların elini rahatlattı. Adeta her tür pervasızlığın yapılabildiği hatta kendinden görmediği herkesi katletme yetkisi veren bir süreci doğurdu.

Mücadele ederken hayatlarını ortaya koyanlar hariç hiç kimsenin bir şeye inanmadığı bu çağda, süreç kendi akışı dahilinde düşünsel ve ahlaki düzeylerde de ciddi tahribatlara yol açacaktır.

Çatışmanın başlaması öncesi kimin neyi, ne kadar etkilediğini bilmiyoruz ama sonrası yaygın adlandırmayla Orta Doğu'da iddiası bulunan güçler denklemi kendi lehlerine kurmak için hızla işe koyuldular.

İsrail yönetimi önceden fizibilitesini hazırladığı Gazze'yi işgal, Filistinlileri katletme/tehcir politikalarını Tevrat'tan yapılan alıntılar eşliğinde yürürlüğe koydu. Netanyahu yönetiminin süreci İran'a karşı topyekûn bir savaşa sürüklemek istediği görülüyor.

ABD, bölgede görece kaybettiği ağırlığını önce Doğu Akdeniz'e askeri güç yığınağı yaparak onarma yoluna girdi. Çin'in verdiği motivasyon sayesinde ABD'den özerkleşmeye başlayan Arap ülkelerini yeniden kendi istediği kıvama soktu.

Arap ülkeleri adeta gözüne far tutulmuş tavşana dönüştü. Arap yönetimleri İsrail'e karşı lafta bir takım adımlar atarken aslında Filistinlilerin yaşamını zerre kadar önemsemediklerini gösterdiler. Zira sadece kendi iktidarlarının ikbali için Filistin halkı bir koz olabildiği ölçüde onlar için anlamlıydı.

İran bölgede artan etkisini korumak ve doğrudan savaşa dahil olmama üzerine bir yol tutturdu. Lübnan'dan İsrail'e Hizbullah, Yemen'den Husi füze atakları, Suriye ve Irak'ta ABD hedeflerine milis saldırılarıyla bunu besledi. ABD de bu süreçte karşı ataklar yaptı. Bu çatışmalar karşılıklı saldırılarla devam ediyor.

Rusya, Hamas üzerinden bölgedeki etkisini genişletme arayışına girişti.

IŞİD de bu süreci kendi lehine değerlendirdi. Son dönem Suriye'deki etkinliğini ve saldırılarını artırdı. IŞİD bu hafta içinde Rakka, Humus ve Deyrizor yakınlarında Esad güçlerine saldırdı. En az 30 kişi hayatını kaybetti.

TC'ye gelince Erdoğan'la simgelenen iktidar bu süreci daha çok içeride devletle önemli ölçüde bütünleşmiş olan rejimi kalıcı hale getirmek için bir enerji alanı olarak gördü. Erdoğan adeta Netanyahu ile bir danışıklı dövüş süreci sergiledi, sergiliyor. Ne İsrail'e giden petrol akışı kesildi ne de silah yapımında kullanılan çelik ihracatı. Ancak İsrail'e karşı çokça gürültü yapılırken arada "muhalefet"in önemli bir kısmı iktidar payandası haline getirildi, "yargı darbesi", kentsel dönüşüm adı altında yeni mülk gaspı ve transferi yasasıyla da dikta kendi gediklerini tamamlama sürecini önemli ölçüde ilerletti. Halkların direnişiyle engellemediği takdirde bu gidiş, faşizmi resmi düzeye taşıyacak bir anayasa ile taçlandırılacak. İktidar içi "çekişen" aktörlerin bu başlıkta farklı niyetler taşıdığına dair ise bir işaret yok.

TC yine bu süreçte Güney Kürdistan ve Rojava'ya dönük saldırı ve işgal harekâtlarını da aralıksız sürdürdü. Bu insanlık dışı politikaları nedeniyle ne NATO'dan ne de kimilerinin umduğu üzere Netanyahu yönetiminden tepki gördü.

Bu dönemde başta Filistinliler ve Kürtler olmak üzere bölge halklarının payına ise maalesef çokça ölüm düştü.

Ukrayna savaşı halihazırda Batı ile Rusya arasında var olan "dengeler"i koruyan bazı anlaşmaların iptali ya da askıya alınmasını daha önce sağlamıştı. Bunlardan biri bu yıl başında askıya alınan Yeni START (Stratejik Silahların Azaltılması Anlaşması) anlaşmasıydı. Bu anlaşma ABD ile Rusya'nın uzun menzilli nükleer savaş başlıklarının sayısını 1550 ile sınırlıyor ve iki ülkeye birbirini karşılıklı denetleme hakkı veriyordu.

Geçen günlerde ise Putin, Rusya'nın Kapsamlı Nükleer Deneme Yasağı Antlaşması (CTBT) onayını iptal etti. Halihazırda zaten NATO ve ABD yönetimi bu anlaşmaya uymadığı gibi NATO tatbikatlarında nükleer silahlarının kullanıma hazır olup olmadığı test ediliyordu.

Geçen hafta da "Soğuk Savaş" döneminden kalma Avrupa Konvansiyonel Silahlı Kuvvetler Antlaşması (AKKA) işlevsiz hale geldi. Rusya anlaşmadan çıkarken NATO da anlaşmayı askıya aldığını açıkladı. Böylelikle nükleer savaş, militarizm ve silahlanma yarışının önündeki kâğıt üzerinde olan son engeller de ortadan kalkmış oldu. Batılı bazı politikacıların sevindiğine, adeta ellerini ovuşturduğuna maalesef şahit olduk. İlk elden hem savaş sanayinin toplumlar üzerindeki baskı ve sömürüsünün artacağı aynı zamanda siyasal alanda da varsa "burjuva demokratik" normlar, bunların yerini kolayca neo-faşist baskı politikalarının alacağı söylenebilir.

BM'nin de giderek otoritesini yitirdiği, bu süreçte çok daha belirgin hâle geldi. BM Genel Kurulu'nda Gazze'de "acil, kalıcı ve sürekli bir insani ateşkes" ilan edilmesini isteyen karar tasarısı, büyük çoğunlukla kabul edilmesine rağmen somutta İsrail'i durduramadı. Benzer bir durum geçen hafta Küba'ya karşı ABD ambargolarını durdurmak için yapılan oylama için de geçerli. ABD ve İsrail hariç kimse tasarıya karşı çıkmazken yapılan oylamanın fiiliyatta bir hükmü olmadı.

Neo-faşizm yalan ve demagojiler eşliğinde yaygınlaşıyor. Son dönem Batı'da "terörle mücadele" kavramıyla eşdeğer bir biçimde "antisemitizmle mücadele" sözcükleri kullanılmaya başlandı. Ortada bir anti-semitizm olduğu doğru. Ancak bunun Batılı toplumlarda güncel halinin önemli ölçüde kaynağının devlet destekli neo-faşist hareketlere işaret ettiği ve köklerinin yüzyıllar ötesine uzanan Yahudilere karşı pogromlara, soykırıma dayandığı açıkken bugün Gazze'ye dönük İsrail saldırısına tepki üzerinden, Batı kendi günahlarının kefaretini azınlıklara, göçmenlere ödetmeye çalışıyor. Bin bir güçlükle göç edenleri dışlama, geri gönderme, gelmeye çalışanları da yeni yapılan İtalya-Arnavutluk anlaşmasında olduğu gibi belli bölgelere hapsetme doğrultusunda politikalar hız kazandı.

Batı'nın genelinin bu süreçle birlikte insan hakları ve demokrasi gibi kavramları bir hayli aşındırdığı, artık Rusya, Çin gibi rakipleri karşısında kullanamayacağı da görünen bir durum. Fakat Batı'ya hayranlığını bir türlü objektif analiz boyutuna taşıyamayanların dediği gibi Batı kendi altını oymuyor, aksine toplumsal karşılığı da olan bir biçimde neo-faşizmin çeşitli varyasyonlarını sergileyerek kendini tahkim ediyor.

Örneğin ABD demokrasisinin geldiği durum, Batılı politikacıların Aydınlanma değerleriyle hiç bir alakalarının kalmamasını istediklerini açıktan gösteriyor. ABD geleneksel müttefiki İsrail'e koşulsuz destek vermekte tereddüt etmedi. Ancak yapılan katliamlar için mazeret üretmekte biraz zorlandı. Lafta Gazze'nin işgaline karşı çıktı. Fakat ateşkes ve barış için hiçbir adım atmadı, atılanları da engelledi. İç siyasette ise ABD Kongresi Temsilciler Meclisi üyesi, Demokrat Milletvekili Rashida Tlaib örneğinde olduğu gibi Filistin halkının haklarını savunanlar lince tabi tutuldu. Güya ifade özgürlüğüne çok önem verilen ülkede İsrail'in katliamlarına karşı çıkanların sesleri kısıldı. Sonunda ülke demokrasisi biri fiilen Filistinli katleden Biden (Son anketlerde Biden'a kamuoyu desteği yüzde 39'a kadar geriledi.), diğeri bunu az bulup, daha çok öldüreceğini ilan eden Trump'ın mı Amerika'nın yeni lideri olacağı tartışmasına indirgendi.

Eski başkan Obama ise "Hepimiz suç ortağıyız" diyerek olaya dahil oldu. Bunun günah çıkarmadan öte fiiliyatta bir anlamı var mı bilmiyorum ancak neredeyse dünya, vicdansız-vahşi politikacılar geçidinde buna bile şükür diyecek hâle geldi.

Bu süreçte Demokratların "sol" kanadı önemli ölçüde fos çıktı. Bırakın ülkelerinde süre giden-bence neo-faşist saikleri de olan- toplu katliamları engellemeyi, kendi sıra arkadaşları Rashida Tlaib'e bile doğru düzgün sahip çıkamadılar. Bu dönemde Senatör Bernie Sanders, milletvekili Alexandria Ocasio-Cortez gibi sembol isimler cesur olmaktan bir hayli uzak davranışlarıyla kimsenin hakkını hukukunu doğru düzgün savunamayacaklarını, çürümüş sistemin aksesuarı olmaktan öteye gidemeyeceklerini gösterdiler.

Buna kitlelerin uyanışı denilebilir mi emin değilim ancak bir silkiniş olduğu kesin. Ukrayna savaşından farklı olarak İsrail'in Filistin'e artan saldırıları karşısında hem barış hem de Filistin'e destek amacıyla dünya çapında çok sayıda gösteri düzenlendi. Hem de yasaklama ve engellemelere rağmen yapılmaya devam ediliyor.

Bugünün dünyasında geçmişten farklı olarak devletler, halkların siyaset yapma, bağımsız hareket etme olanaklarını alabildiğine kapatarak/manipüle ederek ve kapitalist yaşam biçimini dayatarak adeta yeryüzünün bütününü bir hapishaneye dönüştürdüler.

Ukrayna savaşı başlamadan önce yanlış hatırlamıyorsam sadece Yunanistan'da bir savaş karşıtı gösteri düzenlenmişti. Savaş başladıktan sonra elbette çokça gösteri yapıldı ancak orada kaldı. Bu kez ise ortada bir bilinç sıçraması olduğu iddia edilemez ancak savaşa karşı genel tutum biraz daha artmış gözüküyor. Hatta Ukrayna savaşında kafalarına bir kask geçirip NATO siperlerine balıklama atlayan aydınlarımız bile "barış" talep eder hale geldi. Elbette yapılan gösteriler öncelikle tepki boyutuna hapsolmaktan kurtulmalı. 3. Dünya Savaşı'nı bitirmeye ve yeni bir dünyayı kurmaya dönük örgütlü bir harekete dönüşmeli. Ancak o zaman devam eden "iklim yıkımı"nı da hesaba katarak umutlu bir gelecekten bahsedebiliriz.

Yazı uzadı farkındayım ancak yaşadıklarımızı kısaca özetlemek pek mümkün değil. Hele hele başımıza gelenlerden nasıl kurtuluruz diyorsak olanları çeşitli boyutlarıyla değerlendirmek zorundayız. O yüzden affınıza sığınarak biraz daha uzatacağım.

Neo-faşizmin geldiği boyutu görme açısından Orta Amerika ülkesi Panama'da yaşananlar önemli. Ülkede Ekim ayı ortasından bu yana bir bakır madeni şirketinin sözleşmesinin 20 yıl uzatılması nedeniyle protesto gösterileri yapılıyor. Halk madenin doğaya büyük zarar verdiği görüşünde. Ayrıca sözleşme uzatılırken usulsüzlük ve yolsuzluk yapıldığını dile getiriyorlar. İşin bu kısmı bir yana bu hafta içinde kameraların önünde yaşlıca bir "beyaz" adam, protesto yapan "renkli" iki kişiyi silahla katletti. Rahatlıkla silah taşıyan, gerektiğinde belinden silahı çekip, hoşuna gitmeyenleri öldürmekte tereddüt etmeyen bu şahıs acaba cesareti, katletme ehliyetini nereden aldı? Daha önce kim bilir kaç kişiyi öldürdü? Sakın bu katile öldürme lisansını veren şey nihayetinde güçlünün dediğinin olduğu, yaptığının yanına kâr kaldığını gösteren günümüzün egemen politik aklı olmasın? Ve elbette ölenler ve öldüren arasındaki "renk" farklılığı da tesadüf değildi.

Dünyada son dönemde neo-faşizmin kendini şu ya da bu biçimde sergilediği çokça olay var. İlk aklıma gelenler: Bangladeş'te öldürülen grevci işçiler, Pakistan'ın 300 binden fazla Afganlıyı sınır dışı etmesi, İran'da kadınlara dönük artan baskılar, İspanya'da büyüyen neo-faşist hareket, Orta Amerika ülkesi El Salvador'u Nazi toplama kampına çeviren Devlet Başkanı Bukele'nin anayasaya aykırı olmasına rağmen ikinci kez seçilmeyi dayatabiliyor oluşu.

Guatemala'da da aynı kafa seçimlerin sonucunu tanımamak için direniyor. Sosyal demokrat seçilmiş başkan Arevalo'nun partisi kapatıldı. Özetle yargı yoluyla darbe yapıldı. Benzer bir durum Peru'da uzun zamandır geçerli. Sivil darbeyle iktidarı ele geçiren ve 60'tan fazla insanın ölümünden sorumlu olan Boluarte yönetimine ses çıkaran yok! Uluslararası platformlarda kabul edilebiliyor. Ya da Arjantin'i düşünün, devlet başkanı seçilme ihtimali yüksek olan Milei, 30 bin kişiyi işkencelerle katleden failleri aklayacağını bas bas bağırarak söyleyebiliyor...

ABD'nin neo-faşist politikacılara desteği ve darbelerde ABD'nin rolünün olması onlara çokça ses çıkarılmamasına yetiyor. Ancak olanlar sadece Sam Amca'nın politikalarıyla açıklanabilecek gibi değil. Görünen o ki kapitalizmin genel siyasal tercihi bu yönde. 3. Dünya Savaşı yürürlükte olduğu sürece bu eğilim artarak büyüyecek. Savaştan egemen sınıflar memnun. Ütopya yoksunu toplumlar sadece yaşayabilme uğruna kendilerine sunulan her yemi açık ağızla bekliyorlar...

İki kere ikinin dört etmediği bir zaman diliminde yaşıyoruz. Bugün 30-40 yıl öncesinde olmayan/olamayan birçok şey söz konusu. Siyaset elitleri politikayı kitlelerden soyutlayabilecek ve aynı zamanda onları manipüle edebilecek kabiliyete ulaştı. Bunları söylemek olanları kabullenmeyi elbette gerektirmiyor. Ancak siyaset düşünürken, yaparken bunlar yokmuş gibi davranamayız.

Nitekim bugünün siyasal hareketleri, onların savundukları düşünceler, toplumla kurduğu ilişkiler geçmişe nazaran bir hayli farklılık gösteriyor. Genel olumsuz gidişatı, bugün yaşadığımız acıları nostalji yüklü ağıtlarla sonlandıramayacağımız çok açık. İnsanların kendi geleceklerine sahip çıkmalarını sağlamak için var olan sağcı eğilimlere teslim olmadan daha gerçekçi politikalara yönelmeliyiz. Ancak o zaman "başka" bir şeylerden bahsetmeye başlayabiliriz... (AS/AÖ)

QOSHE - Neo-faşizm: Zulüm ehliyeti - Aykan Sever
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Neo-faşizm: Zulüm ehliyeti

7 0
11.11.2023

3. Dünya Savaşı, İsrail'in Filistin'e dönük saldırıları tırmandırmasıyla birlikte yeni bir evreye geçti. Epeydir savaşın Ukrayna cephesinde yoğunlaşan hali farklılaştı, yeni odak Ön Asya oldu. Sıcak savaşın alanının genişlemesinin bütün dünyada kaçınılmaz bir biçimde yıkıcı etkilerinin olacağı şimdiden görülüyor. Savaşın paralelinde neo-faşizmin tırmanışı çeşitli siyasal iktidarların elini rahatlattı. Adeta her tür pervasızlığın yapılabildiği hatta kendinden görmediği herkesi katletme yetkisi veren bir süreci doğurdu.

Mücadele ederken hayatlarını ortaya koyanlar hariç hiç kimsenin bir şeye inanmadığı bu çağda, süreç kendi akışı dahilinde düşünsel ve ahlaki düzeylerde de ciddi tahribatlara yol açacaktır.

Çatışmanın başlaması öncesi kimin neyi, ne kadar etkilediğini bilmiyoruz ama sonrası yaygın adlandırmayla Orta Doğu'da iddiası bulunan güçler denklemi kendi lehlerine kurmak için hızla işe koyuldular.

İsrail yönetimi önceden fizibilitesini hazırladığı Gazze'yi işgal, Filistinlileri katletme/tehcir politikalarını Tevrat'tan yapılan alıntılar eşliğinde yürürlüğe koydu. Netanyahu yönetiminin süreci İran'a karşı topyekûn bir savaşa sürüklemek istediği görülüyor.

ABD, bölgede görece kaybettiği ağırlığını önce Doğu Akdeniz'e askeri güç yığınağı yaparak onarma yoluna girdi. Çin'in verdiği motivasyon sayesinde ABD'den özerkleşmeye başlayan Arap ülkelerini yeniden kendi istediği kıvama soktu.

Arap ülkeleri adeta gözüne far tutulmuş tavşana dönüştü. Arap yönetimleri İsrail'e karşı lafta bir takım adımlar atarken aslında Filistinlilerin yaşamını zerre kadar önemsemediklerini gösterdiler. Zira sadece kendi iktidarlarının ikbali için Filistin halkı bir koz olabildiği ölçüde onlar için anlamlıydı.

İran bölgede artan etkisini korumak ve doğrudan savaşa dahil olmama üzerine bir yol tutturdu. Lübnan'dan İsrail'e Hizbullah, Yemen'den Husi füze atakları, Suriye ve Irak'ta ABD hedeflerine milis saldırılarıyla bunu besledi. ABD de bu süreçte karşı ataklar yaptı. Bu çatışmalar karşılıklı saldırılarla devam ediyor.

Rusya, Hamas üzerinden bölgedeki etkisini genişletme arayışına girişti.

IŞİD de bu süreci kendi lehine değerlendirdi. Son dönem Suriye'deki etkinliğini ve saldırılarını artırdı. IŞİD bu hafta içinde Rakka, Humus ve Deyrizor yakınlarında Esad güçlerine saldırdı. En az 30 kişi hayatını kaybetti.

TC'ye gelince Erdoğan'la simgelenen iktidar bu süreci daha çok içeride devletle önemli ölçüde bütünleşmiş olan rejimi kalıcı hale getirmek için bir enerji alanı olarak gördü. Erdoğan adeta Netanyahu ile bir danışıklı dövüş süreci sergiledi, sergiliyor. Ne İsrail'e giden petrol akışı kesildi ne de silah yapımında kullanılan çelik ihracatı. Ancak İsrail'e karşı çokça gürültü yapılırken arada "muhalefet"in önemli bir kısmı iktidar payandası haline getirildi, "yargı darbesi", kentsel dönüşüm adı altında yeni mülk gaspı ve transferi yasasıyla da dikta kendi gediklerini tamamlama sürecini önemli ölçüde ilerletti. Halkların direnişiyle engellemediği takdirde bu gidiş, faşizmi resmi düzeye taşıyacak bir anayasa ile taçlandırılacak. İktidar içi "çekişen" aktörlerin bu başlıkta farklı niyetler taşıdığına dair ise bir işaret yok.

TC yine bu süreçte Güney Kürdistan ve Rojava'ya dönük saldırı ve işgal harekâtlarını da aralıksız sürdürdü. Bu insanlık dışı politikaları nedeniyle ne NATO'dan ne de kimilerinin umduğu üzere Netanyahu yönetiminden tepki gördü.

Bu dönemde başta Filistinliler ve Kürtler olmak üzere bölge halklarının payına ise maalesef çokça ölüm düştü.

Ukrayna savaşı halihazırda Batı ile Rusya arasında var olan "dengeler"i koruyan bazı anlaşmaların iptali ya da askıya alınmasını daha önce sağlamıştı. Bunlardan biri bu yıl başında askıya alınan Yeni START (Stratejik Silahların Azaltılması Anlaşması) anlaşmasıydı. Bu anlaşma ABD ile Rusya'nın uzun menzilli nükleer savaş başlıklarının sayısını 1550 ile sınırlıyor ve iki ülkeye birbirini karşılıklı denetleme hakkı veriyordu.

Geçen günlerde ise Putin, Rusya'nın Kapsamlı Nükleer Deneme Yasağı Antlaşması (CTBT) onayını iptal etti. Halihazırda zaten NATO ve ABD yönetimi bu anlaşmaya uymadığı gibi NATO tatbikatlarında nükleer silahlarının kullanıma hazır olup olmadığı test ediliyordu.

Geçen hafta da "Soğuk Savaş" döneminden kalma Avrupa Konvansiyonel Silahlı Kuvvetler Antlaşması........

© Bianet


Get it on Google Play