Everest Yayınları'ndan okuyucuya sunulan “Ev Düşkünü Bazı Rüzgârlar”, Mehmet Mahsum Oral’ın ikinci kitabı. İlk kitabı ile aynı retorik, “anlatı” metinlerden oluşuyor. Bu edebî tür, yirminci yüzyıl edebiyatı içinde gelişmeler gösteriyor. Özellikle Henry James, Wayne Booth, Mikhail Bakhtin, Gerard Genette gibi alanında önde gelenlerin anlatı metinlerinde kendi terminolojilerini geliştirmeye çalışmaları bu yönde metinleri çok katmanlı, özel bir söylem haline getirmiş oluyorlar. Bir şeyleri anlatmanın çok farklı güzergâhları olsa da uygun anlatımı keşfetmek zor. Henry James’in belirttiği üzere “Anlatı söylemi, yazarın kendine has yöntemlerle belli bir kalıba sokmaya çalışmaktır.”

Anlatıcı, zaman, mekân üçlemesi arasındaki bağın okuyucu ile olan münasebeti yaşamsal bir kayda dönüştüğünde tekdüzelik ortadan kalkmakta, bu durum okumayı daha sarsıcı ve etkileyici kılıyor.

Anlatıcı, yaşadığı coğrafyayı ve zamanı karşılayan dil gücüne sahip. Çünkü yaşadığın yerin dili olmak, zamanla bütünlük sağlayan mekânların da varlığı, sesi ve yankısı olmayı gerektiriyor. Anlatılan sadece işitilen, görünen ve bilinenin değil varılmayanın da kaydını oluşturmaktan geçer. Bu noktada varılmayanın yalnızlığını unutmayan Oral, “Söylenmemiş olanın yalnızlığı varmış” diyerek yolculuğunu çoğu zaman kimsesiz kalan bir halkın yalnızlığıyla ilerletiyor. Yaşananların anlatıldığı zaman ile anlatının dile geldiği zaman arasındaki yolculuk ne kadar katedilirse unutma mahzenlerinde kalacak bilinmezlikler o denli açığa çıkıyor. Yazarın, hafızanın genişleyen deltasında insan varlığını kanıtlama ve kabullendirme mücadelesinin sonucunu tarihin farklı zamanlarına geçitler açarak ince dokunuşlarla anlatma çabası kurguyu şekillendiren temeli meydana getiriyor. Bununla birlikte yazar; söylenmeyen, kuyularda kalan ve mekânından mahrum edilenlerin kısıtlanan sesini bir coğrafyaya yaşatılan acıların gücüyle sentezleyerek ortaya koymaktan çekinmiyor.

Hikâye olmayı başaramamış, hikâyesi unutulan ya da anlatıcısını bekleyen gerçeklerin eşiğinden geçerken yazar; bütünleşmekten kendini alamadığı, başkalarının gözüyle görmemiz gereken sayısız farkındalığa aralık bırakıyor. Ancak Oral’ın bıraktığı aralık; insanın binlerce yıldır aradığı, var olma mücadelesinin en önemli parçası, kimlik ve kültür gibi olguların derinlik kazandığı, en basit haliyle insan ilişkilerinin ailevi boyut kazandığı “ev” ile bağlantılı yolculuklara açılıyor: “Evi yazdım, evleri. Söylendiği gibi bir yer olan değil, bir ruh hali olan evleri.” Bu noktada seçilen içerik, metinlerin deneyimsel yolculuklarıyla sınırlı kalmıyor. Biçimlendirici güç olarak insan ve şekillenen nesnenin –mekânın- birbirini her açıdan beslediği ev ve yurt sarmalı; alışılmışın dışındaki paradigmalarla ele alınıyor.

Yazar; siyasetin, sosyolojinin ve kültürün farklı anlamlarla doldurduğu “ev” olgusunu okuyucuya sunarken mekân algısını bilinen manasından uzaklaştırarak yeniden yorumluyor. Çok boyutlu formlarla ele alınan ve güçlü imgelerle sunulan “ev”, okuyucu açısından yeni ve farklı tanımlar kazanıyor. Oral; yazınsal bir boyut kazandırdığı evi/yurdu fiziksel, zamansal, bireysel ve toplumsal boyutlarını içine alacak biçimde çok yönlü bir tasvirle sunuyor.

Fransız filozof Gaston Bachelard “ev”in mahremiyet olduğunu vurgular. Oral da mahremiyet mekânı olan evin aynı zamanda bir “ruh hali” olduğunu ve insan hayatının geçmiş, şimdi ve geleceğini içerdiğini belirtiyor.

Mahsum Oral; sınırları belli olan, aidiyetle oluşagelmiş, içini dışardan saklayan ancak dışarıyı içine taşıyan simaları yansıtan, içinde yaşayanı kendinden ibaret kılan ama yine de toplumun bir parçası olmaktan uzak durmayan, insani sorunların çekirdeği, tahakküm ve gücün çıkış mekânı olan “ev”i dönüşüm ve deneyimin doğurduğu duyguyla harmanlayarak anlatmayı tercih ediyor.

“Evet, sonra rüzgâr düşmüş içeriye, çarpmış evin duvarlarına, dağılmış her bir tarafa.” ifadesi sınırsızlığı ve özgürlük algısını işaret etse de doğduğu evi terk edişe de vurgu yapıyor. Bir daha dönmemek üzere yurdunu terk eden bazı rüzgârlar; vardıkları coğrafyalarda, girdikleri evlerde sadece duvarları yıkmakla kalmayan, eşyayı yıkan/ateşe veren, insanı yok eden, olmaması gereken yerlere sürgün eden güce de sahip. Bu gücün evle sınırlı kalmayıp bir vatanı dahi talan edebileceğinin hasarlı kanıtları vardır tarihte. İnsanı baskılayan şey, ona hayat veren evi/yurdu olmamalıdır. Yazar, “Söylenmemiş olanın yalnızlığı var.” der “Köyüme Bakıyorum” adlı bölümde. Yalnız kalanı/bırakılanı aramaya yorar kalbini. Ancak yalnızlığı alınmış, olabildiğince kalabalık mekânlarda; duyulmayan ağıtlar, sesler, metinler belki de yok oluşlar daha derin bir yalnızlığa kuyulanır.

Açık söylemiyle bilinmeyen yaralara ses olan yazar: “Ben mesela kovulmayı hiç bilmedim, içinde doğru konuşacağım köyler yandıktan beri yalan söylüyorum.” diyerek yanan köylerde kalan sesini duyurur okuyucuya. Evine geleni hiçbir zaman kovmayanlar, kovmanın ne olduğunu elbette bilmez. Bu nedenle evlerine düşkün olan rüzgârlara her vakit kapılarını açık bıraktılar(?), böylece adına Anadolu’nun kapıları dedikleri evlerden bir daha çıkmadılar ve ev sahibini yurtsuz bırakma adına birçok isim verildi bu rüzgârlara. Ki yeterince ölmüş halkların özgürsüzlüğüne de kimse üzülmez.

Kitaba kiracı metaforuyla başlıyor Oral: “Benden önceki kiracının, evin sahibinin rengine boyadığı bu eve bakıyorum, başka bir eve taşındığımda yerime geçecek kiracıya yine ev sahibinin rengine boyatıp teslim edeceğim bu evi. Büyük ihtimalle o da başka bir kiracı için aynısını yapacak. Böylece evin rengi hiç değişmeyecek ve biz hep, bir ev sahibinin rengiyle yaşayacağız bu evin hayatını.” Ötekinin, tercihlerinize kısıtlamalar getiren o muazzam kalabalıkları, hacim ve yoğunluk olarak arttıkça içinden çıkılmaz sahiplenme duygusuna sahip olanlar ile bu duygudan yoksun bırakılanlar arasında karşılıklı uzlaşılmaz boyutlara varan hasarlar oluşur... Yine de hatırlamakta fayda var: Mülk sahibinin kiracıdan evi istediği renge boyama isteği, başkalarını tahakküm altına alma noktasında ilk insan mücadelesine kadar dayanıyor. “Mücadele, insanların başkalarınca mahvedilmiş olduklarını görmeleriyle başlar.” diyor Paulo Freire. Oral, belki de bir kiracının mecbur kaldığı renklerden yola çıkarak başkalarıyla olan mücadeleye ve mahvedilmiş yaşamların nasıl açığa çıktığına dair ipuçları sunuyor bize. “İnsanın kendisine ait olmayan topraklarda neden hep nöbet tuttuğunu biliyorum ama.” demesi de bundan.

Oral’ın kitabı yüz sayfayı geçmese de kolayca bitirilecek kitaplardan değil. Farklı bir kurguyu üstleniyor. Gerçeğin kapısını aralayıp çekiliyor. Cümleleri yontuyor, fazlalık olan her sözcükten, cümleden rahatlıkla kurtarıyor metinleri. Böylece anlatıları meydana getiren gerçeğin/kurgunun ayırdına varırken yazıyı çeşitlendirecek her ögenin uyumlulaştırılmış rollerini gösteriyor. Sindirilmesi güç, tıkıştırılmış metinlerden çok uzak duruyor.

Metinlerinin bütünlük içeren yanı, kesin başlıklarla birbirinden ayırt edilmemesi dolayısıyla ilk okuyuşta bitirilecek bir kitap değil “Ev Düşkünü Bazı Rüzgârlar”. “Hep aynı şeyi yapanların düştükleri bezginliğe yakalanmamak için kendince bulduğu bir yöntemle parçaları hep aynı yerlerinden birleştirmediğini” metnin içinde belirtiyor yazar. Kurgunun yarattığı atmosferin de etkisiyle metnin biçimsel ögelere ayrılması söz konusu olmadığı gibi olay/nesne/zaman/kişi gibi iç içe geçişlerle gerçekleşen diyaloglar sıradan olayların ayrıntılarına güç veriyor: “Ev, ateşle oynamayı sevenlerle birlikte yaşıyor.” İnsanlar herhangi bir durum içindeki varoluşlarını zaman ve mekân bütünlüğünde bulundukları yerde kök salmış olarak kabul ederler. Bunu çoğunlukla yurt olarak açıklarlar dolayısıyla yurdun koşulları onların yaşamsal damgaları olur, o damgayla süreklilik gösterirler. Evlerini ateşe verenlerle yüzyıllardır aynı koşullarda yaşamış olmaları sıradanlıklarını derinleştirir. Bu durumsallığın idraki için belki de üstlendikleri damganın çetin bir şekilde parçalanması gerekir. “Başkaları bizim ışıklarımıza, biz başkalarının ışıklarına bakarak kendi karanlığımızı yorumluyorduk.”

Oral’ın yazı dünyası ayrıca yaşadığı yerin kültürel aynası, hafızası görevini üstleniyor. Ancak “Barbarlarla Beklerken” adlı kitabında “Aynanın geçmişi yok” derken belki unutup yaşamaya devam edenlere ince bir sitem gönderiyor. Çok kısa kurgulardan oluşan metinlerin girişinde genellikle “bakıyorum” sözcüğü ile karşılaşıyoruz. “Çocukluğuma bakıyorum, eve bakıyorum, köyüme bakıyorum, kente bakıyorum, gölgeye bakıyorum, mezarlığa bakıyorum, çöle bakıyorum…” gibi. Bu noktada görmekten ziyade görsel algısallık üzerinden olay ve konuyu birbiriyle bütünleştiriyor yazar. Zihninde yer alan ve bütünüyle kişisel olmayan ev/yurt resmini, sözcüklerin yaratma gücünden yola çıkarak, insanın sadece dilin olanaklarını kullanarak ses olma olgusunun yanı sıra bakarak, görerek erişilebilir bir anlatım yoluyla tamamlamayı seçiyor. Aslında yazıyı/anlamı aktarırken kullandığı üslupta belirleyici olan dil, kültürel ögelerin, sosyolojik etkenlerin, politik argümanların ve paradoksal koşulların bileşimini yansıtıyor. Bu dil aracılığıyla da yazar; mekân algısının farklılığını, çeşitliliğini ve tek gerçekliğe indirgenemezliğini göstermeye çalışıyor.

Oral’ın söylem/anlatım çabasında ele aldığı örnekler sembolik yaklaşımla belirginleşiyor. Herhangi bir şeyi anlatmanın olanaklarından biri de kendinden başka bir şeyleri temsil edecek örnekleri bulmaktan geçer. Örneğin “Barbarlarla Beklerken” kitabında “Kar yağınca ayaklarımızdan çıkan seslerdik bir zaman.- Adlarını bu karın üzerinde yürümekten aldıklarını söylüyorlar, hırçınlıkları bundanmış.” ifadesinde isimler seslerle gösterilerek ad aktarması yoluyla insanların “ses”lere evrildiği görülüyor.

Ülkenin bir kısmının geçmişte -hatta bugün bile- kabul ettiği inkâr etme ve yok saymaya varan; bunu da “kart kurt” sesine dayandıran işte bu sese izafeten “Dağ Türk’ü” gibi bir teoriye indirgemeye çalışan seslere işaret ediyor yazar. Muktedirlerin kronolojinin dışına taşırdığı, ötekileştirmeyi bile kabul etmeyip olmamışlar dedikleri ve kendilerinden ibaret teorileri… Elbette insan yürüdüğünün sesini alır. Bu ses dünya üzerinde var olma mücadelesi veren herhangi bir halkın/bireyin sesi de olabilir ancak seslerin gerçekte ses olabilmesi için mücadeleyle, kültürle, tarihle, yeniliklerle, coğrafyayla, birikimle yoğrulması gerekir. Kadim bir halka sadece bastıkları yerin çıkardığı sesle “bu sesten ötürü” bizdendirler demek…

Ev düşkünü rüzgârların uğultularına kulak kabartım. Çok güçlü uğultuların okudukça anlamlara, evlere ve okuyucusuna vardığını gördüm. Gördüklerimden hareketle Mehmet Mahsum Oral’ın çok daha güçlü rüzgârların habercisi olduğunu söyleyebilirim.

“Ev Düşkünü Bazı Rüzgârlar”, Mehmet Mahsum Oral, Everest Yayınları, 2023, 96 sayfa.

(DM/AS)

QOSHE - Ev düşkünü rüzgârların uğultuları - Deniz Mahabad
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Ev düşkünü rüzgârların uğultuları

11 19
18.11.2023

Everest Yayınları'ndan okuyucuya sunulan “Ev Düşkünü Bazı Rüzgârlar”, Mehmet Mahsum Oral’ın ikinci kitabı. İlk kitabı ile aynı retorik, “anlatı” metinlerden oluşuyor. Bu edebî tür, yirminci yüzyıl edebiyatı içinde gelişmeler gösteriyor. Özellikle Henry James, Wayne Booth, Mikhail Bakhtin, Gerard Genette gibi alanında önde gelenlerin anlatı metinlerinde kendi terminolojilerini geliştirmeye çalışmaları bu yönde metinleri çok katmanlı, özel bir söylem haline getirmiş oluyorlar. Bir şeyleri anlatmanın çok farklı güzergâhları olsa da uygun anlatımı keşfetmek zor. Henry James’in belirttiği üzere “Anlatı söylemi, yazarın kendine has yöntemlerle belli bir kalıba sokmaya çalışmaktır.”

Anlatıcı, zaman, mekân üçlemesi arasındaki bağın okuyucu ile olan münasebeti yaşamsal bir kayda dönüştüğünde tekdüzelik ortadan kalkmakta, bu durum okumayı daha sarsıcı ve etkileyici kılıyor.

Anlatıcı, yaşadığı coğrafyayı ve zamanı karşılayan dil gücüne sahip. Çünkü yaşadığın yerin dili olmak, zamanla bütünlük sağlayan mekânların da varlığı, sesi ve yankısı olmayı gerektiriyor. Anlatılan sadece işitilen, görünen ve bilinenin değil varılmayanın da kaydını oluşturmaktan geçer. Bu noktada varılmayanın yalnızlığını unutmayan Oral, “Söylenmemiş olanın yalnızlığı varmış” diyerek yolculuğunu çoğu zaman kimsesiz kalan bir halkın yalnızlığıyla ilerletiyor. Yaşananların anlatıldığı zaman ile anlatının dile geldiği zaman arasındaki yolculuk ne kadar katedilirse unutma mahzenlerinde kalacak bilinmezlikler o denli açığa çıkıyor. Yazarın, hafızanın genişleyen deltasında insan varlığını kanıtlama ve kabullendirme mücadelesinin sonucunu tarihin farklı zamanlarına geçitler açarak ince dokunuşlarla anlatma çabası kurguyu şekillendiren temeli meydana getiriyor. Bununla birlikte yazar; söylenmeyen, kuyularda kalan ve mekânından mahrum edilenlerin kısıtlanan sesini bir coğrafyaya yaşatılan acıların gücüyle sentezleyerek ortaya koymaktan çekinmiyor.

Hikâye olmayı başaramamış, hikâyesi unutulan ya da anlatıcısını bekleyen gerçeklerin eşiğinden geçerken yazar; bütünleşmekten kendini alamadığı, başkalarının gözüyle görmemiz gereken sayısız farkındalığa aralık bırakıyor. Ancak Oral’ın bıraktığı aralık; insanın binlerce yıldır aradığı, var olma mücadelesinin en önemli parçası, kimlik ve kültür gibi olguların derinlik kazandığı, en basit haliyle insan ilişkilerinin ailevi boyut kazandığı “ev” ile bağlantılı yolculuklara açılıyor: “Evi yazdım, evleri. Söylendiği gibi bir yer olan değil, bir ruh hali olan evleri.” Bu noktada seçilen içerik, metinlerin deneyimsel yolculuklarıyla sınırlı kalmıyor. Biçimlendirici güç olarak insan ve şekillenen nesnenin –mekânın- birbirini her açıdan beslediği ev ve yurt sarmalı; alışılmışın dışındaki paradigmalarla ele alınıyor.

Yazar; siyasetin, sosyolojinin ve kültürün farklı anlamlarla doldurduğu “ev” olgusunu okuyucuya sunarken mekân algısını bilinen manasından uzaklaştırarak yeniden yorumluyor. Çok boyutlu formlarla ele alınan ve güçlü imgelerle sunulan “ev”, okuyucu açısından yeni ve farklı tanımlar kazanıyor. Oral; yazınsal bir boyut kazandırdığı evi/yurdu fiziksel, zamansal, bireysel ve toplumsal boyutlarını içine alacak biçimde çok yönlü bir tasvirle sunuyor.

Fransız filozof Gaston Bachelard “ev”in mahremiyet olduğunu vurgular. Oral da mahremiyet mekânı olan evin aynı zamanda bir “ruh hali” olduğunu ve insan hayatının geçmiş, şimdi ve geleceğini içerdiğini belirtiyor.

Mahsum Oral; sınırları belli olan, aidiyetle oluşagelmiş, içini dışardan saklayan ancak dışarıyı içine taşıyan simaları yansıtan, içinde yaşayanı kendinden ibaret kılan ama yine de toplumun bir parçası........

© Bianet


Get it on Google Play