Yüzyıllar boyunca Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun limanı olarak gayet renkli bir sosyal yapıya sahip olmuş Trieste, İtalya’ya gecikmeli de olsa dahil edildikten sonra milliyetçi propagandanın kurbanı olmuştu. Mazideki karmakarışık demografik yapının adeta inkâr edilmesi sağlanmış, halkın İtalyanlık kimliğine sarılarak diğer tüm etnisiteleri yok sayması veya aşağılaması, hatta ezmesi mümkün kılınmıştı.

Yanıbaşlarında, sınırın hemen ötesindeki komünist Yugoslavya İtalya’nın derin devleti Gladyo tarafından öcü ilan edilmiş, üzerlerinden asalet akan Triesteliler Balkan halklarına resmen barbarlığı yakıştırıyorlardı.

Kentteki Osmanlı mezarlarına rağmen Türkiye ise, hakkında fazla bir şey bilinmeden adeta genlerde taşınan bir korkuyla çok uzaktaki bir tehdit olarak algılanırken Yugoslavya’nın dağıldığı savaş patlamış, kara yolu çalışmaz olunca Trieste, Türkiye ve Ortadoğu coğrafyası ticaretinin Avrupa’ya aktığı RORO gemilerinin kapısı haline gelmişti.

Yalnız sönmekte olan bir limana değil tüm kente adeta can veren bu bağlantıya rağmen ırkçılık almış yürümüş olduğundan, bilhassa lojistik şirketleri temsilciliklerinin Trieste’yi mekân tutması da pek fayda etmemişti.

Bir zamanlar Türkiye’de anlayışla karşılanıp akabinde tu kaka ilan edilmiş bazı agresif dini oluşumlarla bağlantılı kişiler şebeke misali peş peşe döner dükkânları açınca aradaki uçurum sanki daha da derinleşmişti.

Mekânlar yeterince temiz değildi, buram buram alışılmamış cinsten et kokuyordu, çoğu sakallı personel epeyce suratsızdı, üstelik dükkânlarda hiç kadın personel de yoktu; fakat fiyatların ucuzluğu dönercilerin nemrut kentte geceleri sokaklara akmaya yeni yeni özendirilmiş gençlerin alkol arası veya sonrası uğrak yerleri haline gelmesini sağlamış, sukûnete alışkın yaşlı Triesteliler isyan etse de bazı dükkânlar gürültücü müşterilerinin sokaklara taşması suretiyle sonunda kentin manzarasına dahil olup renk katmayı başarmıştı.

Bu sene 35. kez düzenlenmiş olan Trieste Film Festivali her ne kadar yakın coğrafyasına daha fazla alaka gösteriyor olsa da arada sırada spektrumunu Türkiye’ye kadar genişleterek bir zamanlar Akdeniz’in tabii olarak birbirine bağladığı diyarların çok da uzak ve farklı olmadığını hatırlatıyordu.

Fakat dikkat ettiğim kadarıyla sanki Covid ertesinde, festivalin programına dahil edilmiş Türkiye coğrafyası hakkındaki filmlere yönelik alaka iyice artmıştı.

Son yıllarda Türkiye’nin sesinin her vesileyle duyulmasını isteyen, ne olursa olsun hakkında konuşulmasını arzulayan zihniyetin sanki faydası olmuş, sinema salonu tıka basa dolmuştu. Üstelik seyirciler film bitiminde coşkularını hararetli ve ısrarlı alkışlarla ifade ettikleri gibi soru-cevap kısmında yönelttikleri isabetli suallerle mevzuya hâkimiyetlerini de ispatlıyordu.

Ukrayna ve Filistin’deki savaşlar Triestelilerin jeopolitik hassasiyetlerini mutlaka pekiştirmişti. Buz gibi esen Sibirya kökenli boraya rağmen kent merkezindeki tren istasyonunun yanıbaşında Türkiye’den gelen Kürtler dahil, sayıları iyice artmış mültecilerin açık havada konaklamak zorunda kalmaları bazı Triestelilerin utanmasına bile sebep olmuştu!

Festivaldeki Ulysses çevirmek adlı müstesna belgeselin kahramanı da Türkiye’de yeterince hür olamayacağını idrak edip Hollanda’da yaşamayı tercih etmiş usta dilbilimci, şair, yazar ve çevirmen Kawa Nemir’di. Ömrünün bir kısmını Trieste’de geçirmiş olan James Joyce’un kallavi eserini Kürtçe’ye çevirme macerasının seyircileri cezbetmesi hiç de zor olmadı.

Eski İmparatorluk kenti Trieste’nin, çok dilli mazisine yakışır biçimde ülkenin en iddialı çevirmenlik eğitimi veren üniversitesine sahip olması da seyircinin alakasını keskinleştiriyordu.

Hazır bulunanlar arasında yer alan bir kadın çevirmen filmin sonunda, yazarlar ve muhtelif eserleri hakkında sık sık belgeseller çekildiğini, çevirmenlerin ise üvey evlat muamelesi gördüğünü hatırlattı. Mesleği ifa edenlerin yalnızlığından da bahseden çevirmen filmin yönetmenleri Aylin Kuryel ve Fırat Yücel’i, layık oldukları şekilde candan tebrik etti.

İtalya’da bile ilgi gören Türkiye yapımı televizyon dizilerindeki cilalı imaja rağmen salonda bulunan seyirciler Türkiye’deki baskı rejiminden fazlasıyla haberdar görünüyordu.

Mazide bilhassa Anadolu coğrafyasının muhtelif kadim halklarının dillerine yönelik baskının tekrar tekrar tedavüle sokulmasının günümüzdeki yansıması olarak Türkiye’de Kürtçe’nin hedefte olması Triestelileri epeyce meşgul ediyor gibiydi.

Linç kültürünün kitlelere rahatça yayılabilmesi amacıyla temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp önümüze sürülen icraatlardan hukuk dışı ana dil yasakları Türkiye topraklarının yanısıra Trieste’lilerin de yabancısı olduğu bir dinamik değildi ki aslında!

Coğrafi olarak Slovenya toprağı olabilecekken, üstelik 2. Cihan Harbi sonrası kent ve çevresinde kalabalık bir Sloven toplumu yaşamaya devam ediyor olmasına rağmen Slovence, Trieste’de yüksek sesle konuşulması neredeyse imkânsızlaşmış, bir iç mihrak dili olarak yıllarca lanetlenmişti.

Neyse ki çok da eski olmayan bir mazide imdatlarına Avrupa Birliği’nin “hoşgörü” kanunları yetişmiş, sokak tabelaları İtalyanca ve Slovence olmak üzere iki dille yazılmaya başladığı gibi, asırlar boyunca bir köye, bir vadiye veya bir mıntıkaya uygun görülmüş kadim isimlerin tekrar anılmasına imkân tanınmıştı.

Büyük bir olasılıkla salonda bulunan Sloven seyircilerden hiçbiri bu mevzuyu ne yazık ki yüksek sesle ifade edemedi; Kawa Emir tarafından Kürtçe’ye kazandırılmış Ulysses’in işaret ettiği, İrlanda/Birleşik Krallık arasındaki gerginlikle Kürdistan/Türkiye paralelliğine Trieste’nin karanlık mazisini iliştiremedi.

Belki de milliyetçilik mevzubahis olduğunda kendinde asla kusur görmeyip sesini hemen yükselterek üste çıkmaya, had bildirmeye ve meydan okumaya alışkın geri kafalı “İtalyan” vatandaşlarla tartışmaktan bıkmışlardı.

Ne de olsa 1920 yılında örgütlenmiş faşistlerin Trieste’de Slovenlere ait muhteşem Halk Evi (Narodni dom) binasını yakması Sloven azınlığa yönelik baskının sembolü haline gelmiş, gerginlik ve birbirinden tatsız dinamikler ilerleyen yıllarda alıp yürümüştü; şehrin merkezindeki görkemli yapı Slovenlere ancak 2022’de iade edilmiş olmasına rağmen, günümüzde Trieste Üniversitesi Tercümanlar ve Çevirmenler için Modern Diller Bölümü olarak hizmet vermeyi sürdürmesi manidar değil miydi?

Ruhumuzdaki kör nokta

Festivaldeki diğer çarpıcı “Türkiye” filmi aslında Almanya yapımı Kör noktada (Im toten winkel/Punto cieco) Triesteliler’in Miela tiyatrosunun sinema salonunu seyircilerin tekrar tıkabasa doldurduğu, aynı günün akşam seansında gösterildi. Filmin yönetmeni Ayşe Polat her ne kadar sevecen varlığını bizden esirgemiş olsa da 35. Trieste Film Festivalinin kataloğunda ifade ettiği şekilde Türkiye’deki bazı kör noktaları teferruatlarıyla afişe etmiş oldu.

Geçen sene İstanbul Film Festivalinin ulusal yarışmasında Altın Lale ödülüne hakkıyla layık görülmüş olan Polat daha önceki işlerinde travma ve ruhtaki tesirlerine odaklandığını, bu filminde ise travmayı yaratanlara dikkat çekmek istediğini belirtmiş.

Anadolu’nun gayet hüzünlü kentlerinden Kars’ta geçen çirkin hadiseler, sürekli takip, korku ve paranoya dünyasına seyirci ister istemez sürüklenirken empati kurmamıza yönelik çabada oyuncu kadrosunun ne kadar muvaffak olduğunu söylemek de şart.

Kürtlere ve genel anlamda rejimle hemfikir olmanyalara yönelik mafyatik tarzda baskılar, sonu gelmeyen gözetlemeler, faili meçhul kalmış cinayetler, yakılıp gizlice gömülen cesetler ve daha birçok dinamik sonunda kendini zehirleyen bir akrebin makus talihine evriliyor. Filmde vicdanıyla az çok temasta olan karanlık güvenlik gücü mensubu bir kalleşlik okyanusunda debelenirken paranoyalarının esiri oluyor ve mazideki kabahatlerinin bedelini eninde sonunda katmerli şekilde ödüyor.

Triesteli bir seyircinin sinemadan ayrılırken telefonda, adeta kendi namına intikam alınmışçasına “Çok güzel bir filmden çıktım!” dediğini şahsen duydum.

Arızanın, psikopatlığın, gaddarlığın tavan yaptığı karabasan gibi bir filme “Çok güzel…” sıfatını yakıştırma alışkanlığını, kötülüğü, şiddeti, savaşı ve daha birçok felaketi gündelik bir şeymiş gibi özümsememizi isteyenlerin zaferi olarak da algılayabiliriz.

Zaten Trieste bu hususlarda fazlasıyla kabarık bir sicile sahip, İtalya’nın kendine has kentlerinden biri. Faşist lider Mussolini’nin ırkçı icraatlarını ilk olarak Trieste’de, denize nazır devasa Unità d’Italia meydanındaki balkondan duyurması ve akabinde İtalya hudutları içindeki tek Nazi fırınının burada aktive edilmesi bile yeterli bir vahşet sicili sayılmaz mı?

Son aylarda silahlı askerlerin koruduğu heyula gibi Trieste sinagogunun eskisine göre daracık bir cemaate sahip olması da manidar değil mi?

Akdeniz memleketlerinden İtalya ile Türkiye arasındaki benzerliklerden yola çıkarak iki ülke halklarının birbirlerini daha da yakından tanımalarının vakti geldi de geçiyor…

(MT/EMK)

QOSHE - Trieste’de derinleşen Türkiye feraseti - Murat Türker
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Trieste’de derinleşen Türkiye feraseti

17 0
27.01.2024

Yüzyıllar boyunca Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun limanı olarak gayet renkli bir sosyal yapıya sahip olmuş Trieste, İtalya’ya gecikmeli de olsa dahil edildikten sonra milliyetçi propagandanın kurbanı olmuştu. Mazideki karmakarışık demografik yapının adeta inkâr edilmesi sağlanmış, halkın İtalyanlık kimliğine sarılarak diğer tüm etnisiteleri yok sayması veya aşağılaması, hatta ezmesi mümkün kılınmıştı.

Yanıbaşlarında, sınırın hemen ötesindeki komünist Yugoslavya İtalya’nın derin devleti Gladyo tarafından öcü ilan edilmiş, üzerlerinden asalet akan Triesteliler Balkan halklarına resmen barbarlığı yakıştırıyorlardı.

Kentteki Osmanlı mezarlarına rağmen Türkiye ise, hakkında fazla bir şey bilinmeden adeta genlerde taşınan bir korkuyla çok uzaktaki bir tehdit olarak algılanırken Yugoslavya’nın dağıldığı savaş patlamış, kara yolu çalışmaz olunca Trieste, Türkiye ve Ortadoğu coğrafyası ticaretinin Avrupa’ya aktığı RORO gemilerinin kapısı haline gelmişti.

Yalnız sönmekte olan bir limana değil tüm kente adeta can veren bu bağlantıya rağmen ırkçılık almış yürümüş olduğundan, bilhassa lojistik şirketleri temsilciliklerinin Trieste’yi mekân tutması da pek fayda etmemişti.

Bir zamanlar Türkiye’de anlayışla karşılanıp akabinde tu kaka ilan edilmiş bazı agresif dini oluşumlarla bağlantılı kişiler şebeke misali peş peşe döner dükkânları açınca aradaki uçurum sanki daha da derinleşmişti.

Mekânlar yeterince temiz değildi, buram buram alışılmamış cinsten et kokuyordu, çoğu sakallı personel epeyce suratsızdı, üstelik dükkânlarda hiç kadın personel de yoktu; fakat fiyatların ucuzluğu dönercilerin nemrut kentte geceleri sokaklara akmaya yeni yeni özendirilmiş gençlerin alkol arası veya sonrası uğrak yerleri haline gelmesini sağlamış, sukûnete alışkın yaşlı Triesteliler isyan etse de bazı dükkânlar gürültücü müşterilerinin sokaklara taşması suretiyle sonunda kentin manzarasına dahil olup renk katmayı başarmıştı.

Bu sene 35. kez düzenlenmiş olan Trieste Film Festivali her ne kadar yakın coğrafyasına daha fazla alaka gösteriyor olsa da arada sırada spektrumunu Türkiye’ye kadar genişleterek bir zamanlar Akdeniz’in tabii olarak birbirine bağladığı diyarların çok da uzak ve farklı olmadığını hatırlatıyordu.

Fakat dikkat ettiğim kadarıyla sanki Covid ertesinde, festivalin programına dahil edilmiş Türkiye coğrafyası hakkındaki filmlere yönelik alaka iyice artmıştı.

Son yıllarda Türkiye’nin sesinin her vesileyle duyulmasını isteyen, ne olursa olsun hakkında konuşulmasını arzulayan zihniyetin sanki faydası olmuş, sinema salonu tıka basa dolmuştu. Üstelik seyirciler film bitiminde coşkularını hararetli ve ısrarlı alkışlarla ifade ettikleri gibi soru-cevap kısmında yönelttikleri isabetli suallerle mevzuya hâkimiyetlerini de ispatlıyordu.

Ukrayna ve Filistin’deki savaşlar Triestelilerin jeopolitik hassasiyetlerini mutlaka pekiştirmişti. Buz gibi esen Sibirya kökenli boraya rağmen kent merkezindeki tren istasyonunun yanıbaşında Türkiye’den gelen Kürtler dahil,........

© Bianet


Get it on Google Play