Levanten’liğinden, hatta İtalyan’lığından hiç şüphesi yoktu. Beyoğlu’nun İtalyan mahallesi Tophane’de doğmuş, İtalyan okullarında okumuş, cemaatin kendi çabalarıyla inşa ettiği Casa d’Italia’nın (İtalyan Kültür Merkezi) muhteşem tiyatro temsillerinde parlak rollere çıkmıştı. Zaten o dönem Mussolini’nin tüm dünyadaki diasporalarda muntazaman aşılanmış öğretilerinden nasibini alarak da mükemmel bir vatandaş olmanın gururunu yaşıyordu.

Tamam, annesi Rum’du, fakat ataerkil aile düzeninde babanın kimliği belirleyiciydi, adı ve soyadı asla faça vermiyordu; sonuçta Rumluk, Yunanistan’la sık sık yaşanan krizler yüzünden de saklanması gereken, belki utanılacak, mümkünse inkâr edilebilecek bir kimlikti. Oysa, komşu ülkelerden, hatta tüm dünyadaki halklardan dostluk beklemeyen bir diyarın müşkül dönemlerinde, İtalya’nın diğer itilaf devletlerinin aksine Anadolu’ya dadanmamış olması asla unutulmamıştı; İtalyan’lık adeta bir dokunulmazlık kalkanı oluşturuyordu (ta ki çok sonra Öcalan krizi patlayana kadar!)

Fakat ne yazık ki 2. Cihan Harbinde babasının çalıştığı Mobil petrol şirketi İtalya vatandaşlığı taşıdığı için işine en azından bir süreliğine son vermiş, çocuklarının her şeye rağmen yazları adada geçirebilmeleri için fedakâr aile reisi boyacılık gibi daha mütevazı işlere bile girişmişti.

Varlık Vergisi veya 6-7 Eylül hadiseleri aileye fazla zarar veren krizler olmamıştı aslında, 1964 yılı gelip çatana kadar…

Türkiye Cumhuriyeti taraf olduğu uluslararası anlaşmalara aykırı şekilde, çoğu bürokratik sebeplerden Yunanistan vatandaşı olmayı sürdürmüş Rum ahalisini acilen tehcir etmeye koyulmuştu.

Bu karar karma evlilikleri de vurmuş, kocası ve iki kızının babası Yunanistan vatandaşı olduğu için bu haksız karar kendini İtalyan hisseden kadının evine de bir bomba gibi düşmüştü.

Yapabileceği fazla bir şey olmadığı için kocası doğup büyüdüğü İstanbul’u apar topar terk etmiş, kendisi ise annesini, babasını, çok sevdiği abisini, akrabalarını, arkadaşlarını, kısacası tüm hayatını bırakıp gitmesi gerektiğini bir türlü kabul edemiyordu. Zaman geçtikçe Yunanistan’ın, kendi vatandaşları olsalar da Türkiye’den gelenlere şefkatli bir kucak açmadığı kesinleşmişti. Türkiye tarafından ekonomik olarak herhangi bir imkâna sahip olmalarına izin verilmemiş sürgünler Yunanistan’da afallamış, hazırlıksız yakalananların arasında intiharlar bile başlamıştı.

Levanten kadın belirsiz bir istikbale doğru kocasının yanına iki kızıyla göç ettiğinde üzüntüsü katmerlenmiş, kendini tamamıyla yabancı hissettiği bir diyarda yaşamaya mecbur kaldığı için öfkelenmişti; öfkesi, kızgınlığı, eğretilik hissi hiçbir zaman dinmeyecekti…

Yönetmen ve Proje Tasarımı hanesinde adını görüğümüz İlyas Özçakır’ın elinden çıkma “Büyük Zarifi Apartmanı” adlı tiyatro oyununu defalarca makyajlanmaktan yorgun düşmüş Beyoğlu’nun kasvetli bir çıkmazında, nemli, soğuk ve karanlık bir akşamüzeri seyrettim.

Babamın vefatının birinci yıldönümü yaklaşırken, annemin Balıklı’nın İhtiyarhanesinden çıkmayacağı kesinleşmişken, Beyoğlu’nun başka bir çıkmazındaki kiralık daireyi boşaltmakla meşgul olan ben, ümidi tamamıyla kestiğim İstanbul’un kültürel hayatına bir tesadüfler zinciri sonucunda tekrar dahil olmuştum; üstelik etrafımızdaki savaşlardan dolayı moralim yerlerde sürünüyordu.

63 yıllık bir evliliğin yekûnu, hayatı boyunca metodik olmaya çalışmış bir annenin ihtimamla biriktirdikleri, ailenin bildiğim ve bilmediğim nesi varsa önümden bir resmigeçit gibi akıp dururken böyle bir piyese çekilmiş olmam gerçekten bir tesadüf müydü?

Ben tam doğacakken yaşanan ama bana teferruatlı şekilde anlatılmamış 64 sürgününü gayet aşina olduğum mimari bir doku içinde, duygusallığa asgari ölçüde kendimi kaptırarak izlemek belki de bir şans, adeta kontrollü bir katarsisti.

Piyesin oynandığı Zarifi Apartmanındaki eski dairenin duvarından eksilen tablolar, halılarla örtülmediği zaman iyice ortaya çıkan rabıtalar, hatta gıcırdamaları bile bizim apartmanın birebir eşiydi.

Azınlık psikolojisinin olmazsa olmazları siyasi pasiflik, korkaklık ve kendini serbestçe ifade edememeler de dejavü gibiydi.

Fakat benimki farklı bir istikbale yönelik gönüllü bir sürgüne hazırlanmamın yaslı süreciydi; ne de olsa artık buralarda yaşamamın benim gibilerin hayat kalitesini karşılayamaz hale gelmesinden kaynaklanıyordu. (Acaba çakallığı elden bırakmamış birileri arkamdan zil takıp oynayacak mıydı?)

Gayet hüzünlü piyesin başından sonuna, yakın tarih mevzubahis olduğunda malumat açısından Türkiye halkı kadar cahil bırakılmış Yunanistan halkının 64 sürgününü baştan keşfetmesine vesile olan “Bir tutam baharat” (“Politiki kuzina” – Tassos Boulmetis) adlı kurmaca filmin klişe duygusallığından neyse ki eser yoktu. Aradaki kara mizah ve ironik unsurlar ise gayet isabetliydi; sahne tasarımının oyuncaklı olması da cabası!

Peki, gitmemeyi başarmış karakteri canlandıran Çağdaş Ekin Şişman’ın sesinin meşhur şarkıcı Sotiria Bellou’yu hatırlatmasına ne demeli?

Tesir altında kaldığım zaman hıçkırıklarla ağlayabilen beni dizginleyen belki de Rum karakterleri canlandıran oyuncuların fazlasıyla düzgün Türkçe konuşmalarıydı. Genelde olduğu gibi trajikomik seviyede azınlık şivelerini taklit etmeye girişilmemesi aslında bir şanstı; esasen piyesin seslendiği kitle de zaten Türkiye’de bu ve bunun gibi sayısız mevzudan, bilhassa azınlık olma duygusundan bihaber, kendinden fazlasıyla emin yeni nesil değil miydi?

Sonuçta, geriye dönüp bakıldığında arzulanan olmuş, senelerden beri sinsice tatbik edilen “Bizans” oyunları Rumlar’ın kökünü çoktan kazımıştı; hatıralarını canlı tutmak da bu piyesi ortaya çıkaranlar gibi birkaç idealist ve cesur insana kalmıştı… (RL/AÖ)

QOSHE - Ben de mi gitsem? - Rosalino Levantino
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Ben de mi gitsem?

16 0
23.12.2023

Levanten’liğinden, hatta İtalyan’lığından hiç şüphesi yoktu. Beyoğlu’nun İtalyan mahallesi Tophane’de doğmuş, İtalyan okullarında okumuş, cemaatin kendi çabalarıyla inşa ettiği Casa d’Italia’nın (İtalyan Kültür Merkezi) muhteşem tiyatro temsillerinde parlak rollere çıkmıştı. Zaten o dönem Mussolini’nin tüm dünyadaki diasporalarda muntazaman aşılanmış öğretilerinden nasibini alarak da mükemmel bir vatandaş olmanın gururunu yaşıyordu.

Tamam, annesi Rum’du, fakat ataerkil aile düzeninde babanın kimliği belirleyiciydi, adı ve soyadı asla faça vermiyordu; sonuçta Rumluk, Yunanistan’la sık sık yaşanan krizler yüzünden de saklanması gereken, belki utanılacak, mümkünse inkâr edilebilecek bir kimlikti. Oysa, komşu ülkelerden, hatta tüm dünyadaki halklardan dostluk beklemeyen bir diyarın müşkül dönemlerinde, İtalya’nın diğer itilaf devletlerinin aksine Anadolu’ya dadanmamış olması asla unutulmamıştı; İtalyan’lık adeta bir dokunulmazlık kalkanı oluşturuyordu (ta ki çok sonra Öcalan krizi patlayana kadar!)

Fakat ne yazık ki 2. Cihan Harbinde babasının çalıştığı Mobil petrol şirketi İtalya vatandaşlığı taşıdığı için işine en azından bir süreliğine son vermiş, çocuklarının her şeye rağmen yazları adada geçirebilmeleri için fedakâr aile reisi boyacılık gibi daha mütevazı işlere bile girişmişti.

Varlık Vergisi veya 6-7 Eylül hadiseleri aileye fazla zarar veren krizler olmamıştı aslında, 1964 yılı gelip çatana kadar…

Türkiye Cumhuriyeti taraf olduğu uluslararası anlaşmalara aykırı şekilde, çoğu bürokratik sebeplerden Yunanistan vatandaşı olmayı sürdürmüş Rum ahalisini acilen tehcir etmeye koyulmuştu.

Bu karar karma evlilikleri de vurmuş, kocası ve iki kızının babası Yunanistan vatandaşı olduğu için bu haksız karar kendini İtalyan hisseden kadının evine de bir bomba gibi düşmüştü.

Yapabileceği fazla bir şey olmadığı için kocası doğup büyüdüğü İstanbul’u apar........

© Bianet


Get it on Google Play