Sedat Küçükay’a, hürmetle…

Hakikatle hilenin sarmaş dolaş flörtü için biçilmiş kaftan, taklitler ve maskelerle dolu sahne: görülmenin ve görmenin o arkaik sahası… Bu büyülü ve bir o kadar da sıradan sahada her şeye yer vardır, yalana bile... Tarih ve tiyatro, siyaset ve tiyatro, eylem ve tiyatro: Bu türden erotik ikiliklerin cenderesinde insan ya yabanıl bir komedyendir ya da acınası bir vaiz, arası yok gibidir. Bu şatafatlı ikiliklerin geriliminden doğan gerçeklik talepleri hakikatin teminatı değildir, aksine gerçeklik olsa olsa bir ideolojidir, fazladan bir yük, başı sonu belli bir anlatı istenci, bir hikâye ticareti, ezcümle bir bütünlük ya da tamlık histerisidir… Gırtlağına kadar ideolojiye batmış bir gerçeklik talebi yalanı değil, çoğun absürdü, mantıksızlığı, düzensizliği kapı dışarı eder; bizatihi kendi saçmalığını, temelsizliğini, kontrolsüzlüğünü peçelemek için: güya tıkır tıkır işleyen bir dünyanın (bir metnin de) düşmez kalkmaz bir matematiği vardır; ama sahiden var mıdır? Şeytani bir mizahla iki kere ikinin dört etmesi büyük bir küstahlıktır, yaşam karekök almak değildir diyordu Dostoyevski: gerçekliğin buyurgan küstahlığına hakikatlerin düzen bozan, eksik gedik, zarif ama kudretli çabalarıyla karşı çıkılabilir mi?

***

Pekâlâ çıkılır... Uluç Esen’in yönettiği Moda Sahnesi’nin kıyak işlerinden Gösteri adlı oyun, bu oyunu sırtlayan on dört atölye talebesi amatör oyuncu ve bu oyuncuların tiyatroda (sadece tiyatro mu, politikada, ahlakta, dilde) gerçeklik addedilen düzenekle kurduğu belalı ilişki: Diyalog nedir? Sahne ve dekor nelerden oluşur? Seyirci kimdir? Anlatı neyi amaçlar? Başlangıç ve son nedir? Sokakta olanlar tiyatroya, tiyatroda olanlar sokağa sıçrarsa ne olur? Gösteri bu çetrefil sorunlarla gözü kara bir neşeyle haşır neşir: sahne tecrübesi olmayan oyuncularla hepi topu iki üç ay süren bir atölye çalışması, merkezinde Lorca’nın bitmemiş bir metni, bu kök-metnin etrafına Sofokles’ten, Çehov’dan ve Shakespeare’den ilave halkalar, ama daha da önemlisi oyuncuların bizzat kendi hikâyelerinden, kendi tecrübelerinden, cümlelerinden süzülüp gelen hakikat parçaları… Bu parçaları lehimleme, ara bölgelere dolgular yapma işi ise görünmez bir yazar olarak belli ki Uluç hocanın mesaisi ve nihayet kolektif üretimin leziz bir tezahürü olarak Gösteri: bir güzel yamalı bohça imgesinin sahnede cisim bulması…

***

Kolajdan, kesyap tekniğinden farklı olarak yamacılık kolay iş değildir, herhangi bir deliği yahut söküğü uygun bir parça ile onarma eski usul bir zanaattır, bu zanaatta ahenk ya da simetri elbette talidir: önemli olan bohçanın işlevini yerine getirmesi, taşıdığı malzemeyi saçıp dökmemesidir. Bir zanaatkâr olarak Uluç hocanın Gösteri’nin dikiş yerlerindeki lekelere, iğne yaralarına aldırmadığı da aşikâr. Bir hakikat parçasının bir başka hakikat parçasıyla, bir eylemin diğeriyle, bir öznenin bir başkasıyla karşılaşması için değil, buluşması için, bu buluşmanın estetiği ve siyaseti için iğne yaraları; muzip ve bulaşıcı bir hazla… Gelgeç anların yahut tesadüflerin insafına kalmış karşılaşmaların değil, gerisinde istencin, inisiyatifin, kararın yankılandığı bir buluşma, daha doğrusu buluşmalar oyunu Gösteri: varoluşları defolu, sökükten yana yamaya muhtaç yaşamların buluşması gerekiyordur; üstelik nerede, saat kaçta gibi sorulara takılmadan, derhal ve neresiyse hemen orada… Bir onarım, bir tamirat için bile olsa buluşma, Cemal Süreya’nın şu ürpertici dizelerindeki negatif ihtimalin basıncına rağmen:

Beklemek gövde kazanması zamanın;

Çok erken gelmişim seni bulamıyorum,

Bir şeyin provası yapılıyor sanki.

Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.”

Bir kumardır yerine göre, ya erken ya da geç; bulamamak, buluşamamak da mümkün, bekleyişler, kaçırmalar hep ihtimal dahilinde. Uluç hocanın attığı zar “bir şeyin provası” bir bakıma: Bu provada farklılıkların kişiliksizleşerek “yan yana dizilmesi” türünden bir buluşma arzusu iptal edilir; bir başka şey öne sürülür: her farklılığın kendi kaos çizgisini yanına aldığı, müşterek bir şarkıya değil, curcunaya karıştığı bir buluşma, bir ses topaklaşması, söz ve aksiyon deveranı… Bu buluşma düzleminde varsın bir imaj kendi başına çalışsın, bir imge ya da söz geri gelmemek üzere kopup ötelere uzansın, ağırbaşlı anlam kabuklarının altından saçmanın, tutarsızlığın, düzensizliğin iğneleri uç göstersin: iğneler… İktidarın gerçekliğini sökmek için değil, tam aksine iktidara maruz kalanların kendi hakikatlerini yeniden dikmeleri için, darmadağınık da olsa bu hakikatleri söze kavuşturmak, ifadeye büründürmek için, bir hikâyenin bir diğer hikâye üzerinde hiyerarşi kurmaması için yamalı bohça imgesi: usul usul demokratik siyaset tasavvuruna doğru da genişleyen bir imkân…

***

Dikişten ve iğnelerden bahis açılmışken… Turgut Uyar’ın Efendimiz Acemilik formülasyonunu ete kemiğe büründürmeden önce, 1957’de yazdığı “Dikiş Payı” başlıklı yazısı “yanılabilmeyi övüyorum,” diye kapanıyordu: Yanılabilmek bir kapasite, sınır aşan bir cüret, mahcup bir meziyettir ona göre. Aksayıp sekmeyen, beğenilme tutkusuna saplanmış, “kendine hazırlanmış yere gelip yerleşen”, hâsılı “usta” işi şiire çatışıyordu Turgut Uyar, bu şiirin bir de adı vardır: “dört başı dikili şiir.” Bu tür şiirde kuşkuya yer yoktur, her şey ölçülüp biçilmiştir, aşırıya kaçan, yadırgatan hiçbir duygu, düşünce ve görüntü yer almaz: tam ya da tamamlanmış şiir miti. Yanılmaktan ölesiye ürken bu şiirin sağ kalma şansı yoktur Turgut Uyar açısından: “tellim ortada kalacaktır.” Dört başı dikili şiir belki kusursuzdur ama hantaldır, ölü doğmuştur. Kuşku fukarası bu şiir tarzının karşısına Turgut Uyar üç başı dikili şiiri koyacaktır; henüz dikilmemiş, bulunmamış o eksik baş acemiliğin, tereddüt ve şüphenin, hayretin payıdır:

“Onların sadece üç başlarının dikili olması üstlerinde uğraşılmadığından, güzel olmasına özen gösterilmediğinden, üstünkörüye getirildiklerinden değildir. Tutulup tutulmayacaklarındandır. İçlerinde taşıdıkları kişiliktendir, tözdendir. Gerçek özdenliğin kendisini kolay kolay vermeyen bağı, utangaçlığı vardır onlarda. O şiirlerde başarısızlığa, yanılmaya, en az başarıya verildiği kadar pay verildiğindendir. Yerlerini kendileri yapmak dileğindedirler. Bu işte, dördüncü dikili başı bulmaktır, bulma çabasıdır. Şair şiirini bitirdiğinde, daha çoğu el yüzüne çıkarmaya yeltendiğinde, önüne geçemeyeceği bir kuşku içindedir. Şiirin bir yeri eksikmiş yahut fazlaymış yahut hepten saçmaymış gibi kıvranır, kaşınır, keşke der durur ama yapacağı bir şey de yoktur artık.”[1]

Üç başı dikili şiir köksüzdür, bir yere, bir sona bağlanmaz; şair yanılma korkusuyla, başaramama endişesiyle tatlı tatlı kıvranır; tüm o kaşınmalar da şiirsel hareketin yakıtıdır aslında. Şair bir taş alır eline, tam şekillenmeye yakınken atar o taşı elinden, acemiliğin efendilik makamına kurulması bu jeste bağlıdır: her türden tamlık arzusuna mukabil “yarım yamalak biçimler” bırakmak. Bir stratejiden öte bir adap, bir yordamıdır bu: Gösteri’deki yarım yamalak biçimlerin nadir ve körpe bir incelikle şiire yaklaşması…

***

Hakiki bir samimiyet ya da muhteva kendini kolayından açığa vurmaz, Turgut Uyar haklı, zira insandaki cevher daima utangaçtır. Gösteri’nin eti ne budu ne oyuncularının, acemi efendilerinin[2] hal vaziyeti: sahneye girer girmez hepsinde bir kaygı, titreyen dizler, dalgalanan bakışlar, mahcup bedenler… Ellerin nereye konulacağı bir muamma, sesim duyuluyor mu kuşkusunun sesim nerde sualinde çırpınması; tonlama ne âlemde, boşluklarla, unutuşlarla yol alan ezberler… Dağılmalar, toplanmalar… Bir oyun ne zaman başlar: galiba oyun bu acemi ustalar için çok önceden başlamış: provalarda ya da kıyafetler giyilirken değil sadece, iş yerlerinde, evlerde, otobüs duraklarında, vapur seferlerinde başlayan bir oyun… Başarısızlık endişesinin, zangır zangır titreyen dizlerin oyuna hiç olmayacağı kadar kişilik kazandırdığı vakıa…

***

Bir cenaze merasimiyle başlayan oyun –sonraki kimi eşiklerde de– melankoli burgacına tutulacakken –Nietzsche’nin lafıyla– “ağırlığın tini”nden sıyrılır. Gelgelelim acı yahut ıstıraptan sıyrılma jesti ebedi bir kaçışa değil, yeniden yakalanmaya ayarlıdır. Bir ağırlaşma ve hafifleme diyalektiği oyunun ritmini oluşturur. Kışladan bir kutuya konulup postaya verilen kemikler, havaalanlarına bırakılan mülteci bebekler, saç kurutma makinesini üşüyen oğluna verip diğer odada kendini asan bir kadın: melankolik burgacın mekaniği sözü ve eylemi sessizliğe doğru işletme eğilimindedir. Ne var ki, birdenbire bu mekaniği askıya alan, bağlamı çözen “aranızda Hıristiyan var mı?” sorusunun sahneye düşmesi ya da “biz buraya vaaz dinlemeye mi geldik, ne biçim bir tiyatro bu” türünden çıkışlar. Dramatik gerilim dağılır ve yeniden kurulur: ritim sağlama alınmıştır. Bu itibarla, post-dramatik diyecekken bir kalem sürçmesi midir oyunun alt başlığında geçen posttravmatik oyun tabiri. İster travmanın olsun isterse dramanın; bir şeyin sonrasının değil de öncesinin oyunu sanki Gösteri: olayın, başlangıcın, hikâyenin, ilk günah ya da suçun öncesi... Bir araya getirilen hakikatlerin amacı varoluşu haklı çıkarmak değil, daha ziyade itibarsızlaşmış “insan” mefhumunu yeniden düşünmek, tartışmak gibi: Bir tadilat teşebbüsü.

***

Oyunun kapanışına doğru kuvvetle muhtemel Uluç hocanın kaleminden çıkan (gerçi ne önemi var, yıllardır “kemiklerini” arayan bir Cumartesi Annesi’nin de pekâlâ ağzından dökülebilir) şu sözler, boşlukta çınlayarak:

“Komşular, arkadaşlar, yurttaşlar! Dinleyin beni… Gün ışığı haram oldu bize, artık gecenin karanlık örtüsüne sığınıyoruz birbirimizle dertleşmek için. Affınıza sığınıyorum. Adaletinize, vicdanınıza güveniyorum da çıktım karşınıza; iki çift laf etmeye; derdimi paylaşmaya. Benim derdim, sizin de derdinizdir biliyorum. Kolay değil bu zamanda bir araya gelmek, birtakım meselelerden bahsetmek. Bakın, dört bir yanımızı baykuşlar sarmış, anında efendilerine haber uçuruyorlar. Ama vicdanımız, vicdanlarımız bir araya gelmeye mecbur ediyor bizi. Ölüm haberleri alıyoruz uzaklardan, yakınlardan. Bir önceki ay, bir önceki hafta, hatta bir önceki gün kim öldü, neden öldü hatırlayanınız var mı? Adı neydi, kaç yaşındaydı, çoluğu çocuğu, bir anası babası var mıydı? Kimin için öldü, neyin uğruna savaştı? Savaştı mı? Yoksa serseri bir kurşuna mı hedef olmuştu? Onun için ölümsüzdür dediler, öyle mi gerçekten? Ben size bir şey diyeyim mi: o öldü ve şimdi kimse hatırlamıyor kim olduğunu.”

Demek hâlâ bir umut var: kırık kesik de olsa bir ses komşulara, arkadaşlara, yurttaşlara kadar ulaşabilir. Unutuşların hatırlamalarla dengelenmesinin başlıca koşulu dertleşmektir. Siyaset yapmak, yargılamak için değil, konuşmak için, müstakil dertlerin birbirini kırıp hakir görmediği, meselesini (sözünü, meramını) birbirinin üzerine boca etmediği; sessizliklere de zemin sunarak, belki çoğun susarak dertleşmek... Dertleşmek gemi azıya almış bir kayıtsızlık, umursamazlık rejiminin de panzehridir. Yamalarıyla, yaralarıyla, merak ve efkârlarıyla kamunun bir araya gelmesi: Gösteri buluşma imkânın bir dertleşme estetiğiyle kendini taçlandırdığı bir oyun: siyasal bir aksiyon ya da bir başlangıç imgesi düşünülecekse dertleşmeyle olacaktır bu… Atölyenin adı da bu açıdan manidar: Sıfırdan Sahneye. Evet, sıfır noktası… Sessizlikten sese, mahcubiyetten söze, toplumun çatlaklarından siyaset sahnesine, icabında Shakespeare hazretlerini de davet ederek: dertleşmek…

***

Gösteri’nin tek sefere mahsus bir oyun olması hüzünlü, belki bir kez daha, kim bilir: keşke yalnız bunun için sevseydim seni

[1] Turgut Uyar, Korkulu Ustalık, (Hz. Alaattin Karaca), İstanbul: YKY, s. 80-82.

[2] Kimi bir bankada memur, kimi bir yayıncı, kimi borç harç bir meyhane açmış bu oyuncuların isimleri: Diana Elif Karayel, Emine Ayhan, Havva Çiftçi, Lamia Su Kiriş, Murat Macit, Salih Coşkun, Seda Gül, Selda Ekincioğlu, Umut Avin, Yaren Taşdemir, Yücel Atasoy, Zehra Öztürkci, Zeynep Nisa Bayram, Zeynep Kazan. Elbette bir başka emek hattı da oyunun yönetmen yardımcılarının: Aysima Ateşeduran, Derya Özsoy. Işığın pirlerinden İrfan Varlı ağabey bir de…

QOSHE - Yamalı Bohçanın Güzelliği: Gösteri - Derviş Aydın Akkoç
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Yamalı Bohçanın Güzelliği: Gösteri

4 0
11.11.2023

Sedat Küçükay’a, hürmetle…

Hakikatle hilenin sarmaş dolaş flörtü için biçilmiş kaftan, taklitler ve maskelerle dolu sahne: görülmenin ve görmenin o arkaik sahası… Bu büyülü ve bir o kadar da sıradan sahada her şeye yer vardır, yalana bile... Tarih ve tiyatro, siyaset ve tiyatro, eylem ve tiyatro: Bu türden erotik ikiliklerin cenderesinde insan ya yabanıl bir komedyendir ya da acınası bir vaiz, arası yok gibidir. Bu şatafatlı ikiliklerin geriliminden doğan gerçeklik talepleri hakikatin teminatı değildir, aksine gerçeklik olsa olsa bir ideolojidir, fazladan bir yük, başı sonu belli bir anlatı istenci, bir hikâye ticareti, ezcümle bir bütünlük ya da tamlık histerisidir… Gırtlağına kadar ideolojiye batmış bir gerçeklik talebi yalanı değil, çoğun absürdü, mantıksızlığı, düzensizliği kapı dışarı eder; bizatihi kendi saçmalığını, temelsizliğini, kontrolsüzlüğünü peçelemek için: güya tıkır tıkır işleyen bir dünyanın (bir metnin de) düşmez kalkmaz bir matematiği vardır; ama sahiden var mıdır? Şeytani bir mizahla iki kere ikinin dört etmesi büyük bir küstahlıktır, yaşam karekök almak değildir diyordu Dostoyevski: gerçekliğin buyurgan küstahlığına hakikatlerin düzen bozan, eksik gedik, zarif ama kudretli çabalarıyla karşı çıkılabilir mi?

***

Pekâlâ çıkılır... Uluç Esen’in yönettiği Moda Sahnesi’nin kıyak işlerinden Gösteri adlı oyun, bu oyunu sırtlayan on dört atölye talebesi amatör oyuncu ve bu oyuncuların tiyatroda (sadece tiyatro mu, politikada, ahlakta, dilde) gerçeklik addedilen düzenekle kurduğu belalı ilişki: Diyalog nedir? Sahne ve dekor nelerden oluşur? Seyirci kimdir? Anlatı neyi amaçlar? Başlangıç ve son nedir? Sokakta olanlar tiyatroya, tiyatroda olanlar sokağa sıçrarsa ne olur? Gösteri bu çetrefil sorunlarla gözü kara bir neşeyle haşır neşir: sahne tecrübesi olmayan oyuncularla hepi topu iki üç ay süren bir atölye çalışması, merkezinde Lorca’nın bitmemiş bir metni, bu kök-metnin etrafına Sofokles’ten, Çehov’dan ve Shakespeare’den ilave halkalar, ama daha da önemlisi oyuncuların bizzat kendi hikâyelerinden, kendi tecrübelerinden, cümlelerinden süzülüp gelen hakikat parçaları… Bu parçaları lehimleme, ara bölgelere dolgular yapma işi ise görünmez bir yazar olarak belli ki Uluç hocanın mesaisi ve nihayet kolektif üretimin leziz bir tezahürü olarak Gösteri: bir güzel yamalı bohça imgesinin sahnede cisim bulması…

***

Kolajdan, kesyap tekniğinden farklı olarak yamacılık kolay iş değildir, herhangi bir deliği yahut söküğü uygun bir parça ile onarma eski usul bir zanaattır, bu zanaatta ahenk ya da simetri elbette talidir: önemli olan bohçanın işlevini yerine getirmesi, taşıdığı malzemeyi saçıp dökmemesidir. Bir zanaatkâr olarak Uluç hocanın Gösteri’nin dikiş yerlerindeki lekelere, iğne yaralarına aldırmadığı da aşikâr. Bir hakikat parçasının bir başka hakikat parçasıyla, bir eylemin diğeriyle, bir öznenin bir başkasıyla karşılaşması için değil, buluşması için, bu buluşmanın estetiği ve siyaseti için iğne yaraları; muzip ve bulaşıcı bir hazla… Gelgeç anların yahut tesadüflerin insafına kalmış karşılaşmaların değil, gerisinde istencin, inisiyatifin, kararın yankılandığı bir buluşma, daha doğrusu buluşmalar oyunu Gösteri: varoluşları defolu, sökükten yana yamaya muhtaç yaşamların buluşması gerekiyordur; üstelik nerede, saat kaçta gibi sorulara takılmadan, derhal ve neresiyse hemen orada… Bir onarım, bir tamirat için bile olsa buluşma, Cemal Süreya’nın şu ürpertici dizelerindeki negatif ihtimalin basıncına rağmen:

Beklemek gövde kazanması zamanın;

Çok erken gelmişim seni bulamıyorum,

Bir şeyin provası yapılıyor sanki.

Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.”

Bir kumardır yerine göre, ya erken ya da geç; bulamamak, buluşamamak da mümkün, bekleyişler, kaçırmalar hep ihtimal dahilinde. Uluç hocanın attığı zar “bir şeyin provası” bir bakıma: Bu provada farklılıkların kişiliksizleşerek “yan yana dizilmesi” türünden bir buluşma arzusu iptal edilir; bir başka şey öne sürülür: her farklılığın kendi kaos çizgisini yanına........

© Birikim


Get it on Google Play