Toplum Nuriye Gülmen’i 9 Kasım 2016’da Ankara Yüksel Caddesi’ndeki İnsan Hakları Anıtı önünde “İşimi Geri İstiyorum” talebiyle başlattığı eylemle tanıdı. Daha doğrusu tanımaya başladı. Çünkü bu demokratik hak talebi, kolluk kuvvetlerinin saldırısıyla kısa sürede, sadece Nuriye Gülmen’in değil, yasadışı gerekçelerle işlerinden çıkarılan herkesin hak isteme savaşımına dönüştü. Nuriye Gülmen işinden alındığında Selçuk Üniversitesi’nde görev yapıyordu. Çalışma alanı karşılaştırmalı edebiyat olan bir akademisyendi.

Karşılaştırmalı edebiyat... Onu görevden alanların, daha sonra ölüm orucuna dönüşen eylemine saldırı üstüne saldırı düzenleyenlerin, yaşamlarında büyük olasılıkla tek bir ciddi edebiyat yapıtı, tek bir şiir kitabı okumamış olan bu kişilerin, bu kavramın zengin çağrışımlarından zerrece haberleri var mıdır?

Nuriye Gülmen’i ve açlık grevinde birlikte oldukları Semih Özakça’yı o süreçte ziyaretlerine gittiğimde tanıdım.

Aylarca süren bu ölüm orucunda 59 kilodan 34 kiloya kadar düşen, bu süreçlerde tartaklanan, tutuklanan, hapis cezalarına çarptırılan bu genç kadının yüzünde, fotoğraflarında da hep görülen, o iyimser, o sevecen; bir edebiyatçıya, bir edebiyatsevere, bir edebiyat araştırıcısına yaraşan o sımsıcak gülümseyiş vardı.

Malatya Kitap Fuarı’nda onların açlık grevine simgesel de olsa bir günlük açlık greviyle destek olduğumu anımsıyorum.

Sonra, sanırım korona lanetinin araya girmesinin etkisiyle ilişkiler koptu.

Önümde şimdi onun, “Marmara (Siz Silivri diye okuyun!) Kapalı Ceza İnfaz Kurumu Mektup Okuma Komisyonu Görülmüştür” damgalı mektubu duruyor. (Damga öylesine kaba ve özensizce, ruhsuz bir duygusuzlukla vurulmuş ki basıldığı yerdeki birkaç sözcük, okunamıyor!

Zarif bir el yazısıyla, akıcı bir anlatımla yazılmış olan 23 Ekim 2023 tarihli mektup ancak bir edebiyat insanının elinden çıkmış olabilirdi. Önlü arkalı dört buçuk sayfadan oluşan mektubu buraya bütünüyle ne yazık ki alamıyorum. Sözünü etmek istediğim bölümlerin altını kurşun kalemle çizeyim dedim, neredeyse bütün satırların altı çizilmiş oldu. Bu nedenle elden geldiğince özetlemekten başka çare yok. “Değerli Hocam” diye başlayan bu değerli mektubun bütününü ise arşivimdeki yazar-arkadaş mektupları arasında yerini alacak.

Yazıyı şimdi mektubun yazarına, sevgili Nuriye Gülmen’e hitap ederek sürdüreyim.

Sevgili Nuriye, merak ettiğin konu, bir yazınsal yapıtın zihinde oluşmaya başlayarak yazılma sürecine dönüşmesi ve sonuçlanması, gerçekten de heyecan vericidir. Bunu kendi payıma kendi deneyimlerimle, şiirden biliyorum. Bir mucizenin gerçekleşmesi, bir armağan gibidir. Yokluğun varlığa dönüşmesi gibi bir şey... Bazen sancılı bir süreç, bazen apansız bir aydınlanma anıdır. Bu ikinci durumda insanın “bilinmeyen bir Tanrı’ya” teşekkür edesi gelir.

Nasıl Yazıyorlar?” başlıklı TDK yayını bir kitap anımsıyorum.

Şu ara elimin altındaki bir kitaptan, V. Nabakov’un “Edebiyat Dersleri”nden birkaç bölümü (özellikle Çehov’un “Martı”sına ilişkin sayfaları) zevkle okudum.

Mektubunun F tipinden sonra bir süredir açılmakta olan “yeni tip” cezaevleri konusundaki bölümünde yazdıkların ise tüyler ürpertici.

Böylece yapılmak istenen şey cezalandırmak değil yok etmektir. Ve kuşkusuz sadece siyasal hasımlara, akla, aydınlığa, güzelliğe, iyiliğe, cesarete, insancalığa yönelik olarak. Şu satırları mektubundan aynen alıyorum: “Hapishaneleri üç katlı yapmışlar. En alt kattan gökyüzü ancak bir çizgi halinde görülebiliyormuş, o da tel kafesin ardından. Tam bir tabutluk yapmışlar. Buralarda kalan tutsakların çarpıcı benzetmeleri var. Mesela havalandırmanın bir kuyu hissi yarattığını söylüyorlar. Duvarlar yüksek, zemin küçük, kapı üstünüzden kilitleniyor ve tek başınasınız. Diri diri mezara gömülmek olarak tarif ediyorlar burada tutulmalarını.

Bu iblisçe uygulamaya karşı çıkmak namus ve insanlık görevidir.

Böylece bu yeni hapishaneler konusunu herkese duyurmuş olalım.

Mektubundaki bir kavramla ve sana katılarak ve aynı zamanda da 24 Kasım’daki (Arkadaşlarından öğrendim!) doğum gününü kutlayarak bitireyim sevgili Nuriye Gülmen: “İnsanın bu hayatta kapladığı yer” ancak ve her koşulda adalet ve özgürlük için savaşmakla bir anlam kazanabilir...

QOSHE - Nuriye Gülmen’den mektup - Ataol Behramoğlu
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Nuriye Gülmen’den mektup

26 18
22.11.2023

Toplum Nuriye Gülmen’i 9 Kasım 2016’da Ankara Yüksel Caddesi’ndeki İnsan Hakları Anıtı önünde “İşimi Geri İstiyorum” talebiyle başlattığı eylemle tanıdı. Daha doğrusu tanımaya başladı. Çünkü bu demokratik hak talebi, kolluk kuvvetlerinin saldırısıyla kısa sürede, sadece Nuriye Gülmen’in değil, yasadışı gerekçelerle işlerinden çıkarılan herkesin hak isteme savaşımına dönüştü. Nuriye Gülmen işinden alındığında Selçuk Üniversitesi’nde görev yapıyordu. Çalışma alanı karşılaştırmalı edebiyat olan bir akademisyendi.

Karşılaştırmalı edebiyat... Onu görevden alanların, daha sonra ölüm orucuna dönüşen eylemine saldırı üstüne saldırı düzenleyenlerin, yaşamlarında büyük olasılıkla tek bir ciddi edebiyat yapıtı, tek bir şiir kitabı okumamış olan bu kişilerin, bu kavramın zengin çağrışımlarından zerrece haberleri var mıdır?

Nuriye Gülmen’i ve açlık grevinde birlikte oldukları Semih Özakça’yı o süreçte ziyaretlerine gittiğimde tanıdım.

Aylarca süren bu ölüm orucunda 59 kilodan 34 kiloya kadar düşen, bu süreçlerde tartaklanan, tutuklanan, hapis cezalarına çarptırılan bu genç kadının yüzünde, fotoğraflarında da hep görülen, o iyimser, o sevecen; bir edebiyatçıya, bir edebiyatsevere, bir edebiyat araştırıcısına yaraşan o sımsıcak gülümseyiş vardı.

Malatya Kitap Fuarı’nda onların açlık grevine simgesel de olsa bir günlük açlık greviyle destek olduğumu anımsıyorum.

Sonra,........

© Cumhuriyet


Get it on Google Play