Yaşadıklarımı, öğrendiklerimi başkalarıyla paylaşma konusunda “cömert” olduğumu söyleyebilirim. Yazdıklarım, kitaplarımdan söz etmek yerine edindiğim o deneyimleri/gözlemleri paylaşmanın etkilemekten çok aşılama olduğunu inanlardanım.

Görerek, dokunarak yaşamak; göstererek, anlatarak öğretmek...

İbrahim dedem bilge bir insandı. Atlara düşkündü, arıcılık yapardı. İki tutkusu da onun uğraşıydı aslında. Severek bir işi yaşama uğraşı edinmenin ne demek olduğunu ondan öğrendim diyebilirim. Bir de “dört kitap”ın varlığını, birbirini nasıl bütünlediğini de onun anlattıklarından öğrenmiştim.

Bilgelik ne satın alınır ne de gösterilir derdi. Atlara ve arılara yakın durarak sevmeyi ve hayatın sırrını keşfetmeyi öğrenirseniz sözü de kulağımda küpedir.

El atına binen tez iner” deyişi ise onun taşı gediğine koyan biri olma özelliğini hatırlatır bana. Toprağından hiç kopmamıştı, “Ben bu duvarın kertenkelesiyim” sözünü en çok ona yakıştırırdım.

İnsan kendi gücü, bilgisi, bilinci, donanımı, çalışma azmi ve disipliniyle kendini bir yere taşır. Bunun öyle birden bire oluşamayacağı gerçeği ortada. Yani başlayan ve süren bir hayatın emekleme dönemlerinde edinilen deneyimler, birikimler sizi bir yerden bir yere taşır. Birdenbire olmak, oluşmanın mümkün olmadığını anlamak için iyi bir doğa/yaşam gözlemcisi olmak bile yeter.

Geçenlerde, yıllar sonra rastlaştığımız bir çocukluk arkadaşımın hali, tavrı, duruşuna yansıyan yaşama tarzı bana çok şeyi anlatıyordu. Öyküsünü bilirdim, ailesini tanırdım. Hırsı yıkıcıydı. Bu nedenle ortaokulda paylaştığımız sıra arkadaşlığından kopmuştuk. Hep önde olmak, göze girmek; bu uğurda herkesi ezebilecek bir çaba göstermek onun en temel özelliğiydi.

Sonra, yollarımız ayrıldı.

Bir gün, doğduğumuz kentte bir işadamı, kulüp yöneticisi olarak karşıma çıktı. Küçümser bir bakışla: “Demek kitaplar yazıyorsun, okumaya vaktim yok, çocuklar söyledi. Bak buralar da benim, şu gördüğüm binlerce metrekarelik alan eşimin ailesinin, yörenin en modern işletmesini, kocaman bir AVM’yi yapacağız burada...”

Sonrasında anlattıklarını dinler görünsem de o hırsı ve kibrinden hiçbir şey yitirmediğini hatırlatan tavırlarından dolayı, yemek davetini nazikçe geri çevirmiş, ayrılmıştım ofisinden.

Kendisini zirvede, bir yerlerde gördüğü kesindi. Dışarı çıktığımda gözüm kentin gelip yaslandığı dağın zirvesindeydi. Çocukluğumdan beri o yüce dağ hep öyle asil, görkemli bakıyordu ovaya. Kendi zirvesini yaratmanın enginliğindeydi.

Oysa ovada, o yüceliğe erişmek için yapılmış onlarca suni/beton yapı zirvesi vardı. Ve bir dolu cüce insanlar! Birilerine tutunarak zirvelere taşındıklarını sananlar... Çocukluk arkadaşım da bunlardan biriydi. Dağ her şeyin farkındaydı ama onların kendi küçük/cılız zirvelerinde bu olup bitenlerin farkında olduklarını hiç sanmıyorum!

Giderek uzaklaştığımız “olumluluk toplumu” gerçeğini hatırlamak bile yaşadığımız çöküntüyü, değersizleşmeyi, ruh kamaşmasını anlamaya yetmiyor. Öylesine körleşen bir yaşama sarmalı içendeyiz ki yaşadığımız iç kanamanın bile farkında değiliz.

Byung-Chul Han, şunu diyordu:

Olumluluk toplumu hiçbir olumsuz duyguya da izin vermez. Böylece insanlar eziyet ve acıyla başa çıkma, buna biçim verme becerisini yitirirler.(1)

Aktarılamayan deneyim, “özerk insan” olamama halimizi de açıklar sanırım. Kendi olmanın mayasını oluşturan her bir deneyimi yaşanan zamanların zenginliği olarak görmek gerekir. Bunu da ancak giderek, karşılaşarak, görüp eyleyerek sağlarız.

Özerkliği yeterince öğrenememiş insanlar yapacakları şeyleri kendileri için değil, kim olduğu belli olmayan birileri için yaparcasına gerçekleştirirler” diyordu Engin Geçtan. (2) Hayatın her alanına bu bilinç aşısını taşımadığımız sürece bağlı ve bağımlı olmanın kölesiyizdir. Bir tür zihin kamaşması; görememe, anlayamama, sürüleşme...

Her şeyi sıradanlaştıran bir “güç”ün tutsağı olma hali...

Bir toplumun, insanın sürüklendiği yeri görebilmek için sanırım İranlı yönetmen Muhammed Resulof’un Şeytan Yoktur filmini izlemenin zamanı...

(1) Byung-Chul Han, Şeffaflık Toplumu, çev. Haluk Barışcan, Metis Yay., 2017, s. 78

(2) Engin Geçtan, Zamane, Metis Yay., 2010, s. 100

QOSHE - İnsan, kendi zirvesini yaratandır! - Feridun Andaç
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

İnsan, kendi zirvesini yaratandır!

27 14
05.12.2023

Yaşadıklarımı, öğrendiklerimi başkalarıyla paylaşma konusunda “cömert” olduğumu söyleyebilirim. Yazdıklarım, kitaplarımdan söz etmek yerine edindiğim o deneyimleri/gözlemleri paylaşmanın etkilemekten çok aşılama olduğunu inanlardanım.

Görerek, dokunarak yaşamak; göstererek, anlatarak öğretmek...

İbrahim dedem bilge bir insandı. Atlara düşkündü, arıcılık yapardı. İki tutkusu da onun uğraşıydı aslında. Severek bir işi yaşama uğraşı edinmenin ne demek olduğunu ondan öğrendim diyebilirim. Bir de “dört kitap”ın varlığını, birbirini nasıl bütünlediğini de onun anlattıklarından öğrenmiştim.

Bilgelik ne satın alınır ne de gösterilir derdi. Atlara ve arılara yakın durarak sevmeyi ve hayatın sırrını keşfetmeyi öğrenirseniz sözü de kulağımda küpedir.

El atına binen tez iner” deyişi ise onun taşı gediğine koyan biri olma özelliğini hatırlatır bana. Toprağından hiç kopmamıştı, “Ben bu duvarın kertenkelesiyim” sözünü en çok ona yakıştırırdım.

İnsan kendi gücü, bilgisi, bilinci, donanımı, çalışma azmi ve disipliniyle kendini bir yere taşır. Bunun öyle birden bire oluşamayacağı gerçeği ortada. Yani başlayan ve süren bir hayatın emekleme dönemlerinde edinilen deneyimler, birikimler sizi bir yerden bir yere taşır. Birdenbire olmak, oluşmanın mümkün olmadığını anlamak için iyi bir doğa/yaşam gözlemcisi olmak bile yeter.

Geçenlerde, yıllar sonra rastlaştığımız bir........

© Cumhuriyet


Get it on Google Play