Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın bütün evrelerinde (Amasya Genelgesi, Erzurum ve Sivas Kongreleri, Büyük Millet Meclisi’nin açılışı, 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, Cumhuriyetin ilanı, 1924 Anayasası) Türk milletine rehberlik eden, ona yol gösteren en temel ilke “ulusal egemenlik” olmuştur. Bu temel ilke TBMM’nin varlık sebebidir. Gücünü “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesinden alır.

Cumhuriyetimizin kurucu kadroları bu temel ilkeyi yaşama geçirmenin hukuki altyapısını oluştururken temel olarak JeanJacques Rousseau’nun, ilk kez 1913’te Türkçeye çevrilen Toplum Sözleşmesi adlı kitabında ileri sürdüğü ulusal egemenliğin “tek” ve “devredilemez” oluşu tezinden yararlandılar. Buradan hareketle ulusal egemenliğin merkezine Büyük Millet Meclisi’ni koydular ve o gün bugündür TBMM ulusal egemenliğin kendini gösterdiği, hukuken varlığını ortaya koyduğu yerdir.

Ortada “toplum sözleşmesi” hükmünde bir “anayasa” ve ona bağlı bir “anayasal düzen” olmaksızın herhangi bir meclisin, “tek” ve “devredilemez” olan ulusal egemenliğin “merkez”i olması ve ulus adına egemenlik yetkisini kullanması söz konusu olamaz. 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’ndan itibaren bugüne kadar yürürlüğe konulan bütün anayasalar (1924, 1961 ve 1982 anayasaları), ulusal egemenliği esas alan Meclis odaklı bir anayasal düzeni hedeflemiştir. Bu temel doğrultu, Meclis odaklı parlamenter demokratik sistem yerine “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi”ni getiren anayasa değişikliğiyle (16 Nisan 2017) terk edilmiştir. Bilgisayarın başına geçip “bul-değiştir” komutuyla anayasada ve ilgili yasalarda geçen “başbakanlık” ibaresini “cumhurbaşkanı” (cumhurbaşkanlığı da değil, cumhurbaşkanı!) ibaresiyle değiştirmekle bu tuhaf sistem değişikliğinin her alanda kolayca uygulanabileceğini varsaymak kuşkusuz büyük bir yanılgıydı.

2018’den bugüne eylemli olarak uygulanan ve ülke yönetimini (hükümeti) Meclis’ten alıp Saray’a taşıyan bu sistemin gün geçtikçe ülkeyi nasıl bir çıkmaza sürüklediği ortadadır. “Yeni anayasa” arayışlarının ardındaki asıl amaç, ulusal egemenliğe dayalı, özgürlükçü, demokratik bir anayasa hazırlamak değil, cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin lafzına ve ruhuna uymayan mevcut anayasal düzeni bu tuhaf sisteme uydurma arzusudur.

Hangi niyet ve istekle olursa olsun, Meclis’te yeni bir anayasa yapma ve bunu halkoyuna sunma girişimleri her şeyden önce yürürlükteki anayasanın anayasada değişiklik yapma usulüne (Md. 175) aykırıdır. Bunu adı gibi bilen Meclis başkanı yine de “Hakikaten siviller eliyle yapılmış, parlamentoda yapılmış, demokrat, kuşatıcı bir anayasanın yapılması Türkiye için elzemdir” diyerek siyasal partilere yeni anayasa çağrısı yapabilmektedir. Yeni anayasa çağrısı, ısrarcı olunmasa da propaganda amacıyla yerel seçimler sırasında zaman zaman dile getirildi. Ancak 31 Mart yerel seçim sonuçları Saray’ın pek çok hevesini kursağında bıraktığı gibi “Saray anayasası” hevesini de başka bahara bıraktırmıştır. Yerel seçim sonuçları halkın demokratik toplum düzeninden, itiraz kültüründen, demokratik hak ve özgürlüklerinden, kentlerinden, kasabalarından, köylerinden vazgeçmediğini; “tek adam” merkezli antidemokratik hükümet etme sistemini, keyfiliği, otoriterliği, totaliterliği, emeğin ve emekçinin hor görülmesini, alay edilmesini benimsemediğini ve benimsemeyeceğini açıkça ortaya koymuştur.

Türkiye’nin elbette ulusal egemenlik esasına dayalı, parlamentosuyla, siyasal partileriyle, yerel ve merkezi yönetim sistemleriyle, sivil toplumuyla özgürlükçü, demokratik bir anayasaya gereksinimi vardır. Bu yadsınamaz. Ancak, yürürlükte bir anayasa varken ve bu anayasada anayasa değişikliğinin nasıl yapılabileceği açıkça belirlenmişken (Md. 175), anayasanın bu hükmünü yok sayarak, anayasada değişiklik yapmanın ötesine geçip yeni bir anayasa yapmak nasıl mümkün olabilir? Türkiye, en geniş katılımla, demokratik bir biçimde oluşturulmuş bir kurucu Meclis eliyle yeni bir anayasa hazırlamanın ve bu anayasayı halkoyuna sunmanın yolunu bulmalı ve bunun yasal, anayasal altyapısını oluşturabilmelidir.

QOSHE - Saray’ın anayasa çıkmazı - İbrahim Berksoy - Olaylar Ve Görüşler
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Saray’ın anayasa çıkmazı - İbrahim Berksoy

54 20
08.04.2024

Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın bütün evrelerinde (Amasya Genelgesi, Erzurum ve Sivas Kongreleri, Büyük Millet Meclisi’nin açılışı, 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, Cumhuriyetin ilanı, 1924 Anayasası) Türk milletine rehberlik eden, ona yol gösteren en temel ilke “ulusal egemenlik” olmuştur. Bu temel ilke TBMM’nin varlık sebebidir. Gücünü “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesinden alır.

Cumhuriyetimizin kurucu kadroları bu temel ilkeyi yaşama geçirmenin hukuki altyapısını oluştururken temel olarak JeanJacques Rousseau’nun, ilk kez 1913’te Türkçeye çevrilen Toplum Sözleşmesi adlı kitabında ileri sürdüğü ulusal egemenliğin “tek” ve “devredilemez” oluşu tezinden yararlandılar. Buradan hareketle ulusal egemenliğin merkezine Büyük Millet Meclisi’ni koydular ve o gün bugündür TBMM ulusal egemenliğin kendini gösterdiği, hukuken varlığını ortaya koyduğu yerdir.

Ortada “toplum sözleşmesi” hükmünde bir “anayasa” ve ona bağlı bir “anayasal düzen” olmaksızın herhangi bir meclisin, “tek” ve “devredilemez” olan ulusal egemenliğin “merkez”i olması ve ulus adına egemenlik yetkisini kullanması söz konusu olamaz. 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’ndan itibaren bugüne kadar yürürlüğe konulan bütün anayasalar (1924, 1961 ve 1982 anayasaları), ulusal egemenliği esas alan Meclis odaklı bir anayasal düzeni hedeflemiştir. Bu........

© Cumhuriyet


Get it on Google Play