Ben manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır... Zaman süratle ilerliyor; milletlerin, toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve bilimin gelişimini inkâr etmek olur...Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra, beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar....

Bilim ve fen nerede ise oradan alacağız ve her ulus kişisinin kafasına koyacağız. Bilim ve fen için kayıt ve şart yoktur.

Mustafa Kemal Atatürk

Yakından bildiğimiz bir söz ile girelim konuya: “Sizleri birer kıvılcım olarak gönderiyoruz, gür alevler halinde geri dönmelisiniz”...

Cumhuriyet ilan edilir edilmez ilk ele alınan işlerden biri de eğitim olur. O dönem okuryazarlık oranı yüzde 5 bile değildir; bu nedenle bilim, sanat, eğitim bilimleri gibi pek çok alanda yetiştirilmek üzere yurtdışına öğrenci gönderilmesi kararlaştırılır. Liseden mezun olmuş başarılı gençler arasında yapılan sınavlar sonucunda seçilen öğrenciler, Almanya ve Fransa öncelikli olmak üzere çeşitli ülkelere gönderilir. Atatürk’ün ilk kafilede giden öğrencilere yazdığı mektupta işte bu çok yakından bildiğimiz cümle geçer. Atatürk’ün “kıvılcım” olarak nitelediği bu gençlerin küllerinden yeniden doğan bir ulusun kalkınma hamlesindeki izleri önemlidir. Bilim yapabilmek için önce eğitim şarttır. Ama nasıl yapılacaktır?

Belki önce Türk devrimini oluşturan koşulların anatomisine bir bakış atmalı…

Evet, Osmanlı çok uzun yıllar Avrupalı rakiplerinin bilim devrimini yapmalarını hiçbir şey yapmadan izlemişti. Bilimsel ve teknik açıdan fark ancak 18. yüzyıldan itibaren devlet tarafından kabul edilmiş ve yenilik hareketlerine başlanmıştı. Matbaanın kuruluşu, askeri alanda bilim ve teknolojiden yararlanma eğilimi, mühendis okulu kurma çalışmaları hep bu atılımın parçalarıydı. Ancak bilimsel ve teknolojik atılım çabaları, tabandan gelen bir talep olmadığından ve halk tarafından da bilinip destek görmediğinden çoğu kez başarısız olmuştu. 20. yüzyıla gelindiğinde ise başta toprak kayıpları ve isyanlar nedeniyle birçok alanda ortaya çıkan sorunlara çözüm bulunamamış, bilim ve teknoloji zorunlu olarak ikinci plana atılmıştı.

Çok yakın zamanda kaybettiğimiz bilim tarihçimiz Osman Bahadır aslında önemli bir konuya dikkat çeker:

“1923 Türk devrimi, benzersiz ve anakronik bir devrimdir. Geri kalmış bir köylü ülkesinde gerçekleştirilmiş bir Aydınlanma ve cumhuriyet devrimidir. Türk devrimini yöneten, yürüten ve destekleyenler de nitekim, olmayan Osmanlı sanayicileri ve sermayedarları değil, genç subaylar, doktorlar, hukukçular, gazeteciler, öğretmenler vb.den oluşan entelektüel bir tabakaydı. Bu kadro, köylülerin ve bir kısım toprak sahiplerinin de desteğini arkasına alarak kurtuluşu gerçekleştirdi...” der ve sözlerini şöyle sürdürür: Atatürk’ün ve İsmet İnönü’nün bilime ve Aydınlanmaya verdikleri büyük önem, Cumhuriyet Aydınlanmasının Osmanlı aydınlanmasından farklı olarak devlet iktidarı aracılığıyla yönetilen ve bu nedenle de sürekliliğini ve yoğunluğunu daha kolay sağlayan sistematik bir Aydınlanma olmasının temel nedenidir.

Burada kilit nokta bilimin bizzat ülkeyi yönetenler tarafından sahiplenilmesi, iktidarların üzerinde bir devlet politikası olması. Cumhuriyetin ilk yıllarında olağanüstü kalkınma hamlesi işte tam da temelini bundan alıyordu. Bugün gelişmiş ülkelere baktığımızda istisnasız hepsinin ekonomik, sosyal ve toplumsal hedeflerine ulaşmak için doğru işleyen bir bilim ve teknoloji altyapısı ve sistemi kurduklarını görüyoruz. Sanayi Devrimi’ne çok önce başlayan İngiltere, Avrupa ve ABD’yi bırakın bir kenara kalkınma hamlesine geç başlayan Japonya, Güney Kore ve Çin önce taklit ürünlere yönelerek teknolojinin nasıl ortaya çıkarıldığını kavramaya çalıştı, bunun ekonomik büyümedeki etkileri ortaya çıktıkça AR-GE ve inovasyonun desteklenmesine geçildi. Hepsinde eğitim ve üniversite reformları yapıldı.

Cumhuriyetin ilk kuruluş yıllarında, ekonomik ve kültürel altyapının yetersiz olmasından kaynaklanan sorunlar nedeniyle pek çok alanda olduğu gibi bilim ve teknoloji alanında da gelişme ve ilerleme oldukça yavaş olmuştur. Bunu bildikleri için Atatürk ve arkadaşları önceliği eğitim, dil devrimin ve sanayi kalkınmasına verirler.

Kurtuluş Savaşı sürerken 15 Temmuz 1921’de Ankara’da Türkiye Muallime ve Muallimler Kongresi (1.Maarif Kongresi) toplanır. Orada Mustafa Kemal Atatürk’ün yaptığı açılış konuşmasının bir bölümü şöyledir: “Silahıyla olduğu gibi dimağıyla da (aklıyla da) mücadele mecburiyetinde olan milletimizin birincisinde gösterdiği kudreti ikincisinde de göstereceğine asla şüphem yoktur.”

Atatürk’ün bilime ya da daha genel anlamda akla verdiği önemin izlerini takip edecek olursak karşımıza devasa dil devrimi gelir. Bilim, teknoloji, matematik ve sanat terimlerinin Türkçeleştirilmesi için kollar sıvanır. Bizzat Atamızın 1936-1937 yıllarında yazdığı Geometri kitabı bunun en somut göstergesidir. Oxford Üniversitesi’nen Geoffrey Lewis’e göre yeni geometri terimleri Atatürk’ün halkına en büyük armağanları arasında sayılmalıdır.

Türkiye’nin bilim ve teknoloji politikalarını tarihsel olarak incelersek:

1923 yılında toplanan İzmir İktisat Kongresi ile çağdaş anlamda ileri üretim teknikleri ile çalışan sanayi kolları oluşturulmaya çalışılmış; özel sektör aracılığı ile sanayileşme ve kalkınmanın gerçekleştirilmesi hedeflenmişti.

İkinci Dünya Savaşı ile birlikte, savaşın dışında kalınmasına rağmen, sanayiye yönelik yatırımlar büyük ölçüde azaltılmış ve bu kaynaklar savunma harcamalarına aktarılmıştı. Ancak savaşın başlamasından önce ve sonra pek çok bilim insanı ve üniversite profesörünün Türkiye’ye iltica etmesi ile birlikte hem yeni okullar kurulmuş hem de üniversite öğretimi açısından önemli reformlar yapılmıştı. Dönemin cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü önderliğinde Milli Eğitim Bakanı Hasan li Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç’un çabaları sayesinde köylerde yaşayan ve ilkokul mezunu vasfı taşıyan çocukların Köy Enstitülerinde eğitim görüp tekrar yaşadıkları köylere dönerek öğretmenlik yapması amaçlanmıştı.

1950 yılına Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi ile birlikte liberal bir ekonomik anlayış uygulanan politikalara da yansımıştı. Bir taraftan yeni üniversiteler kurulurken, bir yandan da tarım ve sanayide kitle üretimine ve teknoloji transferine geçilmişti. Bu dönemde diğer bir gelişme de yurtdışına gönderilen öğrenci ve mühendis sayısındaki artıştı.

1960’ta planlı ekonomiye geçilmesine ve buna bağlı olarak 1963’te Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu’nun (TÜBİTAK) kurulmasına kadar geçen süre zarfında planlı bir bilim ve teknoloji politikası uygulanmamıştı. Devlet Planlama Teşkilatı’nın (DPT) 1961’de kurulmasından iki yıl sonra, yani 1963’te, 1. Beş Yıllık Kalkınma Planı (BYKP) uygulamaya kondu. Bilim araştırma ve teknoloji konuları üniversite ve sanayi sektörleri arasında plana alındı ve ayrı bir başlık olarak geliştirilmeye başlandı.

TÜBİTAK bu dönemde iki temel görev yüklendi. İlki özellikle doğa bilimlerinde uygulamalı ve temel araştırmaları özendirmek; ikincisi ise bu alanda çalışmalar yapan genç araştırmacıları desteklemek. 1973 yılında ise TÜBİTAK’a bağlı olarak Marmara Bilimsel ve Endüstriyel Araştırma Merkezi’nin (MAM) kurulması önemli bir adım oldu. Tüm bunlara karşın ancak 4. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda (1979-1983) ilk defa teknoloji politikalarından söz edildi. Bilim ve teknoloji konusu bu planda özel bir başlık olarak ele alındı ve bilim ile teknoloji politikasında mevcut sorunlar aşağıdaki şekilde sıralandı:

Özetle şunu söyleyebiliriz:

Türkiye’de 1960’lı yıllarla birlikte bilim ve teknolojinin önemi anlaşılmış olsa da çeşitli nedenlerden dolayı somut politikalar geliştirilemedi. Oysa başta ABD, Japonya, Avrupa ülkeleri ve Güney Kore olmak üzere pek çok ülke bilim ve teknoloji alanında gelişmelerini sağlayan birçok kurumun ve mevcut bilimsel altyapılarının temellerini bu yıllarda atmışlardı.

1983 yılında 300 kadar bilim insanı ve uzmanın katılımıyla “Türk Bilim Politikası” hazırlandı. Amacı, Türkiye’deki bilimsel ve teknolojik araştırmaları sistematik bir biçimde, belirli bir hedefe yöneltmek ve bilimsel bulguların kısa sürede toplum refahını artırıcı alanlarda kullanılmasını sağlamak olarak belirlenmişti. Yine aynı yıl, Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu (BTYK) kuruldu. Bu kurul günümüzde de ulusal bilim ve teknoloji politikalarının belirlenmesinden sorumlu en üst düzey karar organı.

Ancak genel olarak bakacak olursak Türkiye, ortaya konulan politikaları uygulamakta başarılı olamadı. Uygulanmaya çalışılan tüm politikalar ya hükümetlerin tam anlamıyla konuyu sahiplenmemesinden ya da ülke şartları ve farklı önceliklerin gündeme gelmesi nedeniyle rafa kaldırıldı.

1923-1980 yılları arasında bilim ve teknoloji altyapısının oluşturulmasında ve sanayide önemli yapısal dönüşümlerin sağlandığını söyleyebiliriz. Ancak 1980’lerde yeniden yapılanma politikalarıyla sanayi ve sanayileşme de bilimsel kalkınma da toplumsal bir hedef olmaktan uzaklaştı.

Büyük dönüşümlerin yaşandığı dijital çağın tam ortasındayız. Yapay zeka, robotik, büyük veri… Tüm bunlar bilim ve teknolojideki atılımları hızlandırıyor. Bilim ve teknoloji alt yapısı sağlam olan ve bilgiyi üreten ülkeler bunu ekonomik ve toplumsal refah olarak kendi vatandaşlarına sunarken bilgi, bilim ve teknolojiyi satın alanlar yani tüketenler yerinde sayıyor. Oysa teknolojik bilgi sınırını yakalamak isteyen bir ülke diğerlerine kıyasla daha hızlı koşmalı. Bir ülkenin bilgi toplumu gücü şu kriterlerle ölçülür:

Evet, teknoloji geliştirme ve yenilik konusunda bazı alanlarda yakalanan ivme var inkâr etmeyelim. Özellikle savunma sanayi ve oyun sektörü gibi alanlar. Ama tüm bunlar genele ve ortalamaya pek yansıyamıyor. Sıçrayamıyoruz; yavaş yavaş ilerliyoruz. Aşağıdaki grafikerde bu alanlarda Türkiye’nin dünyadaki yerini göreceksiniz.

Türkiye yüksek teknoloji ihracatının imalat sanayi ihracatı içindeki payına göre 156 “gelişen ve yükselmekte olan” ülke arasında 84. sırada. Buna göre, Türkiye “yüksek teknoloji yoğunluklu ürün ihracatının toplam imalat sanayi ihracatı içindeki payı” göstergesine göre, 2010-2021 yılları arasında yıllık ortalama ihracat payı %2.9.

Cumhuriyetin ikinci yüzyılına giriyoruz. Atatürk bu ülkeyi gençlere emanet etti. Yaklaşık 13 milyonluk (TÜİK 2021) 15-24 yaş grubunda “ne eğitimde ne istihdamda gençler”in (NENİG, M.A) oranı %24.7. Yaklaşık 3.2 milyon NENİG, “kendilerini çoğunlukla yaşadıkları maddi zorluklar karşısında hayal kırıklığına uğramış, çaresiz kalmış, yalnızlaştırılmış, kaygılı ve mutsuz, güçsüz hissediyor.

Üniversiteler “partili rektörlere” emanet edilerek gençlerimizin nitelikli eğitim almaları engelleniyor. Bağımsız bir birey olarak gelişmesi için olanaklar sunulması gereken gençlik, gelecek vaat eden tüketici bir kitle ve emek gücü ya da son yılların hâkim siyasal bakışına göre “dindar ve kindar” olarak biçimlendirilmesi gereken bir kaynak olarak görülüyor. Son 20 yılda yurtdışına çok ciddi bir beyin göçü verdik ve vermeye de devam ediyoruz.

Bilim ve teknoloji bu gidişatı durdurmak tersine çevirmek için hâlâ elimizde en önemli araç. Bilimin halka inmesi, popülerleşmesi bu yüzden de önemli. Bunu unutmayalım, unutturmayalım...

QOSHE - Bilimde çok yavaş ilerliyoruz - Özlem Yüzak
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Bilimde çok yavaş ilerliyoruz

9 0
29.10.2023

Ben manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır... Zaman süratle ilerliyor; milletlerin, toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve bilimin gelişimini inkâr etmek olur...Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra, beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar....

Bilim ve fen nerede ise oradan alacağız ve her ulus kişisinin kafasına koyacağız. Bilim ve fen için kayıt ve şart yoktur.

Mustafa Kemal Atatürk

Yakından bildiğimiz bir söz ile girelim konuya: “Sizleri birer kıvılcım olarak gönderiyoruz, gür alevler halinde geri dönmelisiniz”...

Cumhuriyet ilan edilir edilmez ilk ele alınan işlerden biri de eğitim olur. O dönem okuryazarlık oranı yüzde 5 bile değildir; bu nedenle bilim, sanat, eğitim bilimleri gibi pek çok alanda yetiştirilmek üzere yurtdışına öğrenci gönderilmesi kararlaştırılır. Liseden mezun olmuş başarılı gençler arasında yapılan sınavlar sonucunda seçilen öğrenciler, Almanya ve Fransa öncelikli olmak üzere çeşitli ülkelere gönderilir. Atatürk’ün ilk kafilede giden öğrencilere yazdığı mektupta işte bu çok yakından bildiğimiz cümle geçer. Atatürk’ün “kıvılcım” olarak nitelediği bu gençlerin küllerinden yeniden doğan bir ulusun kalkınma hamlesindeki izleri önemlidir. Bilim yapabilmek için önce eğitim şarttır. Ama nasıl yapılacaktır?

Belki önce Türk devrimini oluşturan koşulların anatomisine bir bakış atmalı…

Evet, Osmanlı çok uzun yıllar Avrupalı rakiplerinin bilim devrimini yapmalarını hiçbir şey yapmadan izlemişti. Bilimsel ve teknik açıdan fark ancak 18. yüzyıldan itibaren devlet tarafından kabul edilmiş ve yenilik hareketlerine başlanmıştı. Matbaanın kuruluşu, askeri alanda bilim ve teknolojiden yararlanma eğilimi, mühendis okulu kurma çalışmaları hep bu atılımın parçalarıydı. Ancak bilimsel ve teknolojik atılım çabaları, tabandan gelen bir talep olmadığından ve halk tarafından da bilinip destek görmediğinden çoğu kez başarısız olmuştu. 20. yüzyıla gelindiğinde ise başta toprak kayıpları ve isyanlar nedeniyle birçok alanda ortaya çıkan sorunlara çözüm bulunamamış, bilim ve teknoloji zorunlu olarak ikinci plana atılmıştı.

Çok yakın zamanda kaybettiğimiz bilim tarihçimiz Osman Bahadır aslında önemli bir konuya dikkat çeker:

“1923 Türk devrimi, benzersiz ve anakronik bir devrimdir. Geri kalmış bir köylü ülkesinde gerçekleştirilmiş bir Aydınlanma ve cumhuriyet devrimidir. Türk devrimini yöneten, yürüten ve destekleyenler de nitekim, olmayan Osmanlı sanayicileri ve sermayedarları değil, genç subaylar, doktorlar, hukukçular, gazeteciler, öğretmenler vb.den oluşan entelektüel bir tabakaydı. Bu kadro, köylülerin ve bir kısım toprak sahiplerinin de desteğini arkasına alarak kurtuluşu gerçekleştirdi...” der ve sözlerini şöyle sürdürür: Atatürk’ün ve İsmet İnönü’nün bilime ve Aydınlanmaya verdikleri büyük önem, Cumhuriyet Aydınlanmasının Osmanlı aydınlanmasından farklı olarak devlet iktidarı aracılığıyla yönetilen ve bu nedenle de sürekliliğini ve yoğunluğunu daha kolay sağlayan sistematik bir Aydınlanma olmasının temel nedenidir.

Burada kilit nokta bilimin bizzat ülkeyi yönetenler tarafından sahiplenilmesi, iktidarların üzerinde bir devlet politikası olması. Cumhuriyetin ilk yıllarında olağanüstü kalkınma hamlesi işte tam da temelini bundan alıyordu. Bugün gelişmiş ülkelere baktığımızda istisnasız hepsinin ekonomik, sosyal ve toplumsal hedeflerine ulaşmak için doğru işleyen bir bilim ve teknoloji altyapısı ve sistemi kurduklarını görüyoruz. Sanayi Devrimi’ne çok önce başlayan İngiltere, Avrupa ve ABD’yi........

© Cumhuriyet


Get it on Google Play