I.

Üniversite birinci sınıftan itibaren sistematik olarak materyalist bir eğitime maruz bırakıldım. On dört-yirmi iki yaşlarım arasında yüksek idealler uğruna nice fedakarlıklar yaptığımız bir cemaatin içerisinde bulundum. Daha sonrasında, 27 Nisan sürecinde yine yüksek idealler namına Genç Siviller Rahatsız grubuna katıldım. Yirmi iki yaşımdan itibaren, bir psikolojik rahatsızlık yaşamamamın sonucunda, psikoloji ve psikoterapi klasikleri okumak ve kendimi ve insanı ve insanın temel ihtiyaçlarını daha derinden anlamaya çalışmak zorunda kaldım. Ailemin siyasetle ilişkisi sonucunda, pek çok devlet adamıyla sohbet imkanı buldum. Bilim ve düşünce, bireysel tecrübe temelleri üzerinde yükselir derler. Bu denemede sizlerle tecrübelerim ve okuduklarım arasında yaşadığım çelişkiyi paylaşmak istiyorum.

İnsan ruh ve beden bütünlüğüne sahip bir varlık. İnsanın bedensel ihtiyaçları olduğu gibi ruhsal ihtiyaçları da var. Ve insanın yaşam hikayesini, tarihi ve toplumu bu iki ihtiyaç silsilesi beraberce belirliyor. Antik zamanlarda, yani Platonların ve Aristoların zamanında, felsefi düşünce insanın ruh ve beden bütünlüğü beraberce gözetilerek şekillendirilirmiş. Zira antikler sadece insanın değil, bir şehrin ve evrenin de bir ruhu olduğuna inanırlarmış. Fakat Descartes ve Galileo’dan sonra evren ruhsuz bir madde ve mekanizma olarak kavranmaya başlandı. Her ne kadar Descartes ruhu insanın içyüzü olarak kavramaya çalışsa da, On dokuzuncu yüzyıldan sonra evrim kuramı ve beyin bilim çalışmaları insanı da ruhsuz bir beden olarak görmeye başladı. Daha sonrasında toplum bilimleri bu kozmolojiye ve bu insanbilime göre şekillendi. Şu anda sadece doğa bilimlerinde değil, birkaç istisnayı saymazsak toplum bilimlerinde de materyalist görüş hakim. Ve bu materyalist görüş insan ruhunun ihtiyaçlarını bilmediği için insana gerçek mutluluğu sunma yeteneğine de sahip değil. Hele ki insan, toplum ve tarih, materyalist bir perspektifle şekillendirilmiş toplum bilimleri zemininde etüt edildiğinde insanı oldukça kötümser bir ruh hali kaplıyor ve insan dünyaya geldiğine pişman oluyor. Oysa bence insan, insanın içinde yaşadığı toplum, insanlık tarihi ve doğa benim kanaatime göre insanlara mutlu bir yaşam kurma yönünde hayli motivasyon da verebilecek bir potansiyele sahip. Bu denemede bu potansiyelin temellerini atmak istiyorum.

II.

Bu yazıya vesile olan şey, benim bundan birkaç gün önce materyalist bir antropolog olan Malinowski’nin Bilimsel Bir Kültür Teorisi adlı kitabını okumuş olmam. Son on altı yılda pek çok toplum bilimi klasiğini okudum ve onlardan çok şey öğrendim. Fakat öğrenmenin heyecanı geçtikten sonra, kendi ruhsal terapimi yapmaya çalışırken materyalist temellerde yazılmış bu külliyatın insanlığa ve benim bireysel yaşamıma nasıl bir katkısı olduğunu düşünmeye başladığımda, aslında belli ciddi faydalarıyla beraber, insana bu külliyatla sınırlı bir bakışın insan yaşamına hayli zarar verdiğini düşünmeye başladım. Bir süredir, okumuş olduğum ve hayranlık beslediğim bu düşünürlere eleştirilerimi kaleme dökmeyi arzuluyordum. Fakat bir türlü bir yerinden tutamıyordum. Nihayetinde Malinowski’nin kitabı ihtiyaç duyduğum kıvılcımı ateşledi ve ben de bu denemeyi yazmaya karar verdim. Birkaç gün düşündüm, kaba bir taslak hazırladım, sistematik bir plana bağlı kalmadan düşüncelerimi olduğu gibi aktarmaya karar verdim. Ele almak istediğim çok sayıda düşünür var. Bunu nasıl bütünlüklü bir kompozisyon haline getirebilirim bilmiyorum. Biraz dağınık bir metin olabilir. Fakat dağınık ve kusurlu da olsa temel mesajı aktarabildiğim takdirde kendimi başarılı olmuş sayacağım.

III.

Malinowski insanı temelde hayatta kalmadan başka bir amacı olmayan bir hayvan olarak tanımlıyor. Agamben’in dediği gibi ‘zoe’ olarak kavranan bir hayat bu. Yani bağrında hiçbir manevi boyut taşımayan salt hayvani varoluş. Bu hayvanın belli bedensel ihtiyaçları var: beslenme, cinsellik, korunma, barınma, sağlık, büyüme, vs. Ve Malinowski bizim ulvi ve kutsal bir değer atfettiğimiz, bazen uğrunda ölüme gitmeye razı olduğumuz kültürü, en temelde bu hayvanın bedensel ihtiyaçlarını doyurmak için ortaya çıkmış bir sistem olarak ele alıyor. Yani “din, bilim, sanat, vs kutsal saydığımız kültürün değeri nedir?” diye sorduğumuzda, Malinowski için, bunların insan denen hayvanın bedensel ihtiyaçlarını karşılamaktan başka bir değeri yok. Böyle olunca da kültür, hayvani varoluşa hizmet etmekten başka bir değere sahip olmuyor.

Malinowski kültür üzerine düşüncelerini materyalist evrim kuramına dayandırıyor. Descartes ve Galileo’nun açtığı yolu kemale erdiren evrim kuramına göre, insan, evrenin kenarında kıyısında tesadüfen ortaya çıkmış ve hayatta kalmaktan başka bir amacı olmayan bir yan üründen daha öte bir değere sahip değil. Ve evrim kuramında böylece kavranan insanın bağrında, ahlak, din, felsefe, hakikat, güzellik gibi bazen uğruna kendimizi feda ettiğimiz yüksek değerlerin herhangi bir yeri yok. Evrim kuramı için tüm bu yüksek değerler, kıt kaynakları ele geçirmek adına giriştiğimiz güç ve çıkar mücadelelerinin bir maskesi olmaktan başka bir anlam ifade etmiyor. Çünkü evrim kuramında insanın hayatta kalmaktan başka hiçbir amacı yok.

Oysa evrene bu bakış hakim olmadan önce, antik zamanlarda, yani Platonların Aristoların zamanında, insan en yüksek ve kutsal bir biçim ve ideal olarak görünen Tanrı’nın yeryüzündeki en mükemmel yansıması olarak kavranırdı. Ve insanın bağrında sadece yaşamak değil, Tanrı’ya doğru yönelmek, Tanrısallaşmak ve Tanrı’yla bütünleşmek amaçları da yatardı. Yani insan Aristo ve Platon’un gözlerinde sadece yaşamak için değil, aynı zamanda iyi yaşamak için dünyaya gönderilmişti. Ve ahlak, din, felsefe, hakikat, bilim ve güzellik, yani bir bütün olarak kültür, Tanrısallaşma yolunda insanın yüreğine mal etmesi gereken kutsal değerler olarak kıymet kazanırdı. Yani kültürel değerler, evrim kuramının ve Malinowski’nin iddia ettiğinin hilafına, öylesine yüksek ve kutsaldı ki gerçekten de uğruna ölmeye değerdi.

IV.

Nietzsche de, bütün felsefesini insanın evrim kuramında zikredildiği üzere hayatta kalmak ve hayatta kalmak uğruna çevresiyle güç ve çıkar mücadelelerine girmekten başka bir amacı olmayan bir hayvan türü olarak insan fikri üzerine temellendirir. Haliyle Nietzsche için, bizim kutsal saydığımız ahlakın ve ahlaki değerlerin herhangi bir kutsallığı yoktur. Zaten böylesi bir hayvan olarak kavranmış insanın bağrında ahlaka zemin oluşturacak bir yer de yoktur. Bu sebeple Nietzsche, insanda ahlakın kökenini insan bedeninin maruz kaldığı travmatik bir bastırmaya dayandırır. Ve ahlakın kaynağı ve insanın en kutsal değeri olan merhameti ‘sürü ahlakı’ diyerek aşağılar.

Evrim kuramına göre insanın bağrında ahlaka yer olmadığı için ahlakın travmatik bir bastırmaya dayanmış olması lüzumu kendini Freud’da, Lacan’da, Durkheim’da ve Norbert Elias’da da devam ettirir. Oysa bu isimler daha hiç kültür görmemiş, konuşma yeteneği de olmayan bir memeli hayvanın kendi yavrusunu nasıl sahiplendiği ve yavrusunu tehlikelerden korumak için kendisini nasıl ölüme attığı üzerine tefekkür etmiş olsalardı, ahlakın kaynağı olan ‘merhamet’in organik bedenlerimize nasıl kazınmış olduğu üzerine de düşünce serdetme yeteneğine sahip olacaklardı. Hayvan yaşamı bir bütün olarak etüt edildiğinde, örneğin Robert Solomon’un Adalet Tutkusu adlı kitabı okunduğunda ya da çağdaş hayvan bilimi kitapları etüt edildiğinde, ahlak ve adalet duygusunun sadece bir insan yapıntısı değil, canlılığın temel bir belirleyicisi olduğu da görülecektir.

Dediğim gibi antikler, yani Aristo ve Platonlar için, evrendeki tüm canlı varoluş Tanrı’nın bir yansıması olarak anlam kazandığı ve her canlıda Tanrısallaşmak ve Tanrı’yla bütünleşmek gibi bir hedef olduğu için ahlak, adalet, merhamet gibi duygular evrim kuramının aksine sadece güç ve çıkarlara örtülen bir maske olarak değil, kozmozda ve evrende asli yeri olan değerler olarak görülebiliyordu. Fakat evrim kuramından sonra modern insan bu bakışı tamamen yitirmiştir.

V.

Materyalist evrim kuramının izinde giden Nietzsche için, sadece ahlak ve adalet duygusu değil, çok daha ötesinde düşünme, görme, işitme ve sevme gibi eskiden bize hakikati keşfetme imkanı verdiğine inandığımız yeteneklerimiz de bir hayvan olarak hayatta kalma çabamızın ortaya çıkardığı, hakikati keşfetme yeteneği olmayan ve sadece güç ve çıkar mücadelelerimiz adına anlam kazanan yeteneklerdir. Dediğim gibi Aristo ve Platonlar gibi düşünme, sevme, işitme ve görme gibi yeteneklerimiz Tanrısal düşünce, Tanrısal ve kozmik aşk ve Tanrısal müşahede, görüş ve işitişin insandaki yansımaları olduğu için bunlar kutsal ve hakikati keşfetme imkanı veren özelliklerimiz olarak görülürdü. Fakat evrim kuramı ve evrim kuramının izinde giden Nietzsche için bu kutsallık tamamen yok oldu.

Oysa eğer on dokuzuncu yüzyıl evrimcileri ve Nietzsche, kendi dönemlerindeki hızlı materyalizmin heyecanına kapılmamış ve çağımızın beyin bilim araştırmalarından haberdar olmuş olsalardı, örneğin Dan Charles’ın çığır açan çalışmalarına bakmış olsalardı, düşünme, sevme, işitme ve görme gibi ruhsal yeteneklerimizin zerresinin bile maddeden türetilemeyeceğini görmüş olurlardı. Canlıların evrim sürecinde radikal bir kopuş yaşanmadan canlıya düşünme, sevme, görme ve işitme gibi ruhsal yetenekleri kazandırabilmek mümkün değildir. Ve evrim tarihinde gerçekleşmesi gereken bu radikal kopuş evrim kuramının materyalist temellerini çökertir. Eğer bu yapılmış olsaydı, Nietzsche gibi materyalistler, eskiden bize hakikati keşfetme yeteneği verdiğine inandığımız bu yeteneklerimiz için maddeden daha başka, kozmik ve Tanrısal bir kaynak bulmak zorunda olduğumuzu da söylemek zorunda kalırlardı. Yani canlıların evrim tarihinde hayatta kalmak için güç ve çıkar ilişkilerine girmenin dışında başka ruhsal faktörlerin de rol oynadığını söylemek… Fakat böyle olmadı.

VI.

Marx da, tüm görüşlerini materyalist evrim kuramına dayandırır. Onun için insanı insanı yapan şey hayatta kalmak için karnını doyurmak zorunda olmasıdır. İnsanı hayvandan ayıran özellik ise, Marx’a göre, karnını doyurmak için alet yapabilme yeteneğidir. İnsanın özü Marx’da budur: yani bedenini doyurmak için yaşamak ve yaşamak için alet kullanarak emek sarf edip doğayı dönüştürmek. Marx buna üretim tarzı adını verir ve üretim tarzı, Marx için, insanın bedeni ve toplumun altyapısıdır. Marx için insan ruhu ise üstyapıdır ve bedenin ve üretim tarzının güdümü altındadır. “İnsanlar önce yaşar, sonra düşünür” der Marx. Haliyle Marx için bizim bazen kendimizi uğruna ölüme götürdüğümüz dinimiz, devletimiz, felsefi ya da ideolojik hakikatlerimizin, özünde, bedensel ve hayvani yaşamımızı sürdürme çabamızın ötesinde bir değeri yoktur.

Marx için komünist toplum dışında tüm üretim tarzları üretim araçlarına sahip olanların bu araçlara sahip olmayanları sömürme temeli üzerine yükselmiştir. Haliyle Marx için her devlet, her din ve her ideoloji, yani her üstyapı kurumu, egemen sınıfın sömürülen sınıfı baskı altında tutmak için kullanmaktan öte bir değere sahip olmayan birer aygıttan ibarettir. Toplum Marx için güç ve çıkar savaşlarından başka bir şey değildir.

Marx zamanında Abraham Maslow ve Victor Frankl gibi hümanist ve varoluşçu psikologlar yoktu. İnsan mutluluğunun kökenlerini araştıran pozitif psikoloji bilimi de Marx zamanında yoktu. Peki eğer Marx, beden-ruh ve altyapı-üstyapı kuramını geliştirirken bu psikologlara baksaydı neler görürdü ve kuramını nasıl değiştirirdi?

İnsanın toplumuna ya da insanlığa katkı sunarak ve kendini kendinden daha yüksek bir ideale adayarak hayatına anlam katma çabası en az karnını doyurma ve biyolojik yaşamını sürdürme çabası kadar insanın temel bir ihtiyacıdır, bu psikologlar için. Ve pek çok dinin, din önderinin ve devlet adamının hayatına bakıldığında topluma ve insanlığa katkı sunarak ve gerekirse bu uğurda ölümü göze alarak hayata anlam verme çabasının bu insanlarda hayatta kalma çabasından çok daha öte bir hedef olduğu gözden kaçmayacaktır. Örneğin Buda’nın, Konfüçyüs’ün, Lincoln ve Gandhi’nin çile ve ıstırapla dolu yaşam hikayelerini Marxist bir perspektifle doğru dürüst analiz edebilmek mümkün değildir.

Pek çok insan için de “toplumumuz nasıl daha iyi bir toplum haline gelebilir?” sorusuna yanıt olarak verilmiş ideolojilere adanmış yaşamların ‘güç ve çıkarı maskelerle örtmek’ düşüncesiyle alakası yoktur. Sovyet ve Çin deneyiminden dolayı Marxizm’e düşman olan, fakat geleneksel yaşamın güzelliklerini yaşatabilmek için kendini muhafazakar ideolojiye adamış ve Avrupa’da hakim olan Marxizm’e sert, güçlü ve derinlikli eleştiriler getirdiği için toplumsal linç yeyip ağır bedel ödemiş Roger Scruton’un muhafazakarlık savunusunu basitçe güç ve çıkar savaşı zemininde kodlayamazsınız. Scruton ne aldatılmış bir figürdür ne de zengin kesimlerin sözcüsüdür. Sadece kendi inandığı hakikatleri bedelini ağır bir biçimde ödeyerek savunmuştur.

Marx bu psikologları okumuş olsaydı, sevme, sevilme, aidiyet duyma ve ait olduğumuz kimlik için gerekirse ölümü göze alarak fedakarlıklar yapma duygumuzun da en az hayatta kalma, hayatta kalmak için karnını doyurma, bu uğurda alet kullanarak doğayı dönüştürme çabası kadar temel bir insan ihtiyacı olduğunu fark edecekti. Kendini bir topluma, ulusa ve devlete ait hissetme ve bu toplumun, ulusun ya da devletin geleceği namına seferber olma duygusu en az güç ve çıkar mücadeleleri kadar devletleri, toplumları ve ulusları şekillendiren duygulardır. Amerikan Bağımsızlık Savaşlarında çekilen çileleri, Türk Kurtuluş Savaşındaki fedakarlıkları, Sömürge Karşıtı Mücadelelerde hakim olan kolektif ruh hallerini açıklamak için kullanılacak kavram seti güç ve çıkar değildir. Kimse güç ve çıkar için ölüme bile bile gitmez. Gücünü ve çıkarını artırmak için ölümü göze almak fikri kendi içinde çelişkilidir. Bu mücadeleleri anlamak için kullanılması gereken kavram seti bedene değil, ruha ve ruhun ihtiyaçlarına referans veren bir kavram seti olmalıdır.

Antikler için, Platon ve Aristo gibiler için insanın sadece yaşamak değil, aynı zamanda iyi yaşamak istediğini, iyi yaşamanın, yani güzel değerler için yaşamanın insanın fıtratına kazılı olduğunu ve bu düşünürler için dinin, devletin, toplumun sadece yaşamak için değil, aynı zamanda özünde iyi yaşamak uğruna kurulmuş olduğunu söylemiştim. Sanıyorum, Marx’ın bize öğrettiği pek çok şeyin yanı sıra, Marxist din, devlet, ideoloji ve toplum görüşünün özüne ‘iyi yaşam’ kavramı konularak bir reformdan geçmesi gerekiyor.

VII.

Materyalist evrim kuramına dayalı görüş geliştiren önemli insanlardan biri de Michel Foucault. Michel Foucault için, bizim bazen kendimizi uğruna ölüme götürdüğümüz hakikatlerin ve bilginin bir güç inşa etme ya da toplumu kontrol altında tutma dışında bir amacı yoktur. Yani hakikat kutsal filan değildir, o sadece güç elde etme çabasının bir aygıtı olmaktan ibarettir.

Foucault fikirlerini “Bilginin ve hakikatlerin amacı bilgelik kazanmak değil, güç elde etmektir” diyen bir Francis Bacon Avrupası ve devletlerin 17. Yüzyıldan itibaren kapitalizme ve sermaye birikimine hizmet etmek için şekillendiği ve bu uğurda fakirleri ezdiği Batı toplumu için geliştirdi. Bu sebeple önemli bir yere kadar haklı. Fakat yine de 17. Yüzyıldan itibaren Batı’da kapitalizme ve devlete karşı kolektif bir muhalefet dalgası da vardı ki, bu kesimlerin bilgiyi ve hakikati arzularkenki amacı toplumu daha iyi kontrol etmek değil, “bu toplum nasıl daha adil bir yer olabilir, bu toplum nasıl yaşanmaya değer bir yer olabilir?” sorusuna cevap aramaya yönelik bir ıstıraptı. Yani bilgi ve hakikat güçle ve toplumu kontrol arzusuyla ilgili olduğu kadar, ıstırapla, adalet tutkusuyla ve iyi yaşam umuduyla da üretiliyordu Batı’da.

Aynı perspektiften bakarsak, Osmanlı-Türk toplumunun modernleşme hikayesi de toplumu daha iyi kontrol etme ve toplum üzerinde daha iyi güç kullanma arzusuyla üretilmedi. Osmanlı devlet eliti, 1789’da III. Selim döneminden başlayarak, modernleşme hamlesine giriştiğinde toplumu zaten kontrol ediyordu. Fakat savaşlarda ağır yenilgiler radikal bir modernleşme hamlesini mecbur kılmıştı. Osmanlı devlet eliti o döneme kadar kendini, toplumun, yani reaya’nın/sürü’nün, çobanı olarak görüyordu. Buradaki çoban-sürü benzetmesinin ruhu, sürünün sahibi olmak ve sürüye istediğini yaptırmak değil, sürüden ve sürüdeki her koyundan ve her koyunun gelişiminden sorumlu bir lider olmaktı. Örneğin Ruslarla savaşta ağır bir yenilgiden sonra, Ruslar Kırım’daki Müslümanları katliama maruz bırakınca, yaşadığı acıya dayanamayan I. Abdülhamit felç geçirmiş ve ölmüştü. Çünkü kendini, sürüyü istediği gibi kullanabilen bir lider olarak değil, sürüden Allah karşısında sorumlu bir halife olarak görüyordu. III. Selim de modernleşme hamlelerinde ölümü göze almış durumdaydı ve nihayetinde öldürülmüştü. Daha fazla güç için ölümü göze almak kendi içinde çelişkilidir. İnsan ancak kutsal bir değer, ideal ya da ıstırap namına ölümü göze alabilir.

İşte 1789 sonrası Osmanlı-Türk modernleşmesinin tüm aktörlerine, onların yaşam hikayelerine ve onların Batı’dan intikal eden bilgiyle ve hakikatlerle kurdukları ilişkisiye baktığınızda merkeze toplum üzerinde daha fazla güç kullanmak arzusunu değil, “toplumumuzu bizi tehdit eden Batı karşısında nasıl ayakta tutabiliriz?” ıstırabını göreceksiniz. Yani Osmanlı-Türk modernleşmesi ve onun bilgi ve hakikatle ilişkisinde eksen kavram, Foucalut’nun iddia ettiği gibi ‘güç’ değil, ‘ıstırap’tır.

Platon ve Aristo gibiler için, hayatın esasının sadece yaşamak değil, aynı zamanda iyi yaşamak, yani yüksek değerler ve idealler namına yaşamak olduğunu ve Platon ve Aristo gibi antikler için toplum ve ülkenin de bu zeminde kurulmuş varlıklar olduğunu söylemiştim. Aktif bir siyasetçi olmayan Platon’un Devlet’i yazarken ya da yine bir siyasetçi olmayan Aristo’nun Etik ve Politika’yı yazarken temel dertleri Yunan şehirlerini nasıl daha iyi kontrol edebiliriz değil, “Yunan şehirlerini nasıl daha iyi, daha ahlaklı, daha meziyetli ve daha erdemli hale getirebiliriz” sorusuna yanıt vermeye çalışmaktan ibaretti.

Bu gerçekleri görmeyip Foucault’nun bilgi-hakikat-güç kavramlarını her topluma şablon gibi uygulamak bir dogmatizmden ibaret olacaktır.

Bu denemenin başından beri iddiam şu: insan materyalist evrimcilerin ya da materyalist evrim kuramına yaslanan toplum bilimcilerinin iddia ettiğinin aksine sadece güç ve çıkar peşinde koşan bir beden ve hayvan değildir. O aynı zamanda yüksek bir ruhu olan ve ruhsal değerler namına çile çeken ve ruhsal değerler namına toplumu şekillendiren bir varlıktır. Ele almak istediğim son bir kuramcı kaldı: bütün bir toplum ilişkiler ağını ve toplumsal insanın psikolojisini güç ve çıkar etrafında analiz eden Pierre Bourdieu.

Pierre Bourdieu kuramını şekillendirirken açıkça bir materyalist olduğunu söylüyor. Bourdieu için için insan özünde güç, yani sembolik iktidar, peşinde koşan bir hayvandır ve insanın tüm sahip oldukları bu güç uğruna kullanılan bir sermayeden ibarettir. Paranın bir sermaye olduğunu zaten hepimiz biliyoruz. Fakat Bourdieu için, dostluk kurduğumuz insanlarla ilişkilerimiz de samimi ve hasbi değildir, bu ilişkiler sosyal sermaye adını alır. Yine hakikati öğrenme, güzelliği keşfetme ve hayatımıza anlam kattığına inanma gibi duygularla yaklaştığımız kültür de özünde kutsal filan değildir. Kültürel birikim Bourdieu da entelektüel sermaye adını alır. Yani Bourdieu için, insanın sahip olduklarının, güç ve sembolik iktidar peşinde peşkeş çekilen sermaye olmaktan başka bir değeri yoktur.

Bourdieu “insan ölümden korkar. Haz peşinde koşar. Acıdan kaçar. Ve güç sahibi olmak ve şan ve şöhrete kavuşmak için mücadele eder. İnsan varoluşunun başka bir anlamı yoktur” diyen bir materyalist Thomas Hobbes’un ve kapitalist iktisat biliminin ve insanın ruhsal boyutlarını hiçe sayan bir materyalist evrim kuramının kolektif olarak hükmettiği bir Avrupa atmosferinde yaşıyor ve yazıyor. Bu sebeple dediklerinin kısmi olarak geçerli olduğu gerçeğini reddetmeyeceğim. Fakat modern Avrupa’da bile kendini yüksek ideallere adamış ve bu uğurda ölümü göze almış Stefan Zweig gibi sanatçıları, bilimsel bir sorunu keşfetmek için on yıl kendini tüketerek kafa patlatmış Einstein ve Max Planck gibi bilim adamlarını, birinci dünya savaşında Avrupa barışı için bir kardeşlik halkası kurmuş Romain Rolland’ın etrafındaki insanların dostluk bağlarını, borsada yaptığı serveti sanatsal çalışmalara adamış Keynes gibi iktisatçıların parayla ilişkilerini Bourdieu’nun verdiği perspektifle sınırlı bir biçimde kavramaya çalışırsanız hata edersiniz.

VIII.

Bu denemenin başından beri zikrettiğim üzere Platon ve Aristo gibi antikler, kozmozu ve insanı ruhsal ve bedensel bir bütünlük olarak kavrıyor ve analizlerinde sürekli insanın ruhsal ve bedensel bütünlüğüne referans veriyorlardı. Aristo ve Platon için para bir sermaye değildi. Paraya sadece temel ihtiyaçlarımızı ölçülü bir biçimde karşılamak amacıyla sınırlı bir miktarda ihtiyaç duyuyorduk. Fazla para insan ruhuna zarar verirdi. Aristo ve Platon çıkar ve haz dostluğunu erdem ve güzel idealler namına kurulan dostluklardan ayırıyor ve çıkar ve haz temelinde değil, erdem peşinde dostluk kuruyorlardı. Yine Aristo ve Platon için bilgi ve kültür şan ve şeref getirsin diye öğrenilmiyordu. Platon ve Aristo, insan, bilgiyi ve kültürü kendi ruhuna mal etsin, ruhunu bu yolla şekillendirsin ve insan olmaya layık bir insan, yani Tanrısallaşmış ve Tanrı’yla bütünleşmiş bir insan olsun diye bilgiye ve kültüre kutsal bir değer veriyorlardı.

Bourdieu’nun materyalist insan düşüncesine taban tabana zıt bu idealist ve ruhçu felsefeyi bir zamanlar tamamen ve kısmen şimdi de Müslüman bireylerin karakterini şekillendiren tasavvuf mirasımızda da görebilirsiniz. Örneğin Feridüdddin Attar’ın İlahiname’si tam da Bourdieu’nun insan tasarımına bir reddiyedir. Şöyle der özet olarak Attar: “paranla hava atma. Temel ihtiyaçlarını karşılayacak kadar para sana yeter. Menfaat için dostluk kurma. Hasbi samimi dostluklar kur. Bilginle kimseye hava atma. Bilgiyi sadece ruhunu güzelce şekillendirebilmek için öğren. Ve ne kadar yücelirsen yücel, kibir yapma. İnsanlardan bir insan olduğunu bil. Ve kendine özel muamele isteme. Aksine en başta hor görülenler olmak üzere topluma hizmet etmeyi en büyük şeref bil.” İnsanı bir bedenden ibaret değil de, bir ruh ve beden bütünlüğü olarak ele alan ve insan bedenine ancak ve ancak ruhun ve ruhsal değerlerin bir hizmetçisi olarak değer veren Feridüddin Attar ve onun şahsında İslam tasavvufu için parasal, sosyal, entelektüel sermayeler ve sembolik iktidar kurma çabası tamamen zemmedilmiş faaliyetlerdir. İslam tasavvufu Bourdieu’nun tam zıddı değerlere sahip insanlar yetiştirmiştir. Ve bugün sadece son örnekleri ayakta kalmış olsa da, bu felsefe asırlarca İslam toplumuna hükmetmiştir.

IX.

Materyalist temellerde inşa edilmiş ve nihayeti insan evriminin materyalist yorumuna yaslanan: yani insanı özünde güç ve çıkar peşinde koşan; tüm hakikatleri ideolojik manipülasyon ya da toplumu kontrol etmek için üretilmiş sayan; insanların girdikleri dostlukları sadece sosyal bir sermaye olarak gören; devlet kurumunu sadece ve sadece fakirleri ezmek amacıyla kurulmuş bir örgütten ibaret olarak gören; insanın bilinçdışını vahşi arzuların yatağından ibaret bir yer olarak kodlayan; düşünme, sevme, görme, işitme gibi yeteneklerimizi evrim sürecinin yan ürünü sayan, vs bir insan ve toplum biliminin sınırlı perspektifiyle dünyaya, topluma, insana ve kendinize bakarsanız insanlardan, toplumdan, devletten, hayattan ve kendinizden nefret edersiniz. Ve hayata geldiğinize pişman olursunuz. Zira en başta kendi kendinizi bu teorilerle sınırlı bir bakışla etüt ettiğinizde kendinizi sefil ve aşağılık bir varlıktan ibaret görmekten başka bir seçeneğiniz yoktur.

Burada yaptığım eleştirilerde bahsettiğim kuramcıları tümden reddettiğim sanılmamalıdır. Dediğim gibi insanın ruh ve bedenin bütünleşik bir varlığı olarak kavrıyorum ve bu düşünürlerin insan ruhundan haberdar olmasalar da insan bedenini bir yere kadar ciddi analiz ettiğine inanıyorum. Yani bu kuramcılar insanın bedensel boyutuna dair sınırlı da olsa kıymetli şeyler söylüyorlar. Fakat insanın ruhsal bir boyutu, bu ruhsal boyutun ihtiyaçları ve bu ruhsal boyutun bedeni denetleme ve bedene ahlaki ve estetik bir biçim yeteneği de var. Bu boyut da birer birey olarak bizlerde ve toplumda işliyor, biz her zaman farkında olmasak da… Benim bu denemeyle söylemek istediğim, bir reddiye çekmekten daha çok, insanı daha bütünlüklü bir biçimde ele alma çabasının elzem olduğunu mütevazı bir biçimde hissettirmeye çalışmaktan ibaret.

Bu hususu çok önemli görüyorum. Zira materyalist sosyal bilimlere yaslanan bir dünya yarattık ve bu dünya 1980’den sonra materyalist iktisat bilimi üzerine kurulmuş neolberal felsefenin tüm yaşamlarımızı istila etmesi neticesinde içinde yaşanması tahammül edilemez bir hale dönüştü. Artık sevgililik ilişkileri bile bedensel haz maksimizasyona dayanan bir girişim olarak görülmeye başladık. İnsanlar bir zamanlar en kutsal değer saydığımız sevginin bile ruhsal boyutlarını hissedemez hale geldi. Ve bu dönüşümde, burada sıraladığım tüm bu kuramcıların düşünme, hissetme ve tahayyül etme yeteneklerimizi ele geçirmiş olmasının payı çok büyük. Umarım bu denemenin bu doğrultuda ufak da olsa bile katkısı olur.

X.

Çok iyi bir sosyal bilimler eğitimi aldım ve son on altı yılda pek çok sosyal bilim klasiği okudum. Başta okuduklarımı hiç sorgulamadan hap gibi yutardım. Ve hayatıma mal eder ve toplumu ve insanları analizlerimde dogma bellemiş gibi kullanırdım. Fakat sonrasında okumalarım genişledikçe ve derinleştikçe, kendi psikoterapimi yapma ihtiyacım aciliyet kesp ettikçe, insanları daha yakından tanıdıkça ve toplumumun sorunlarını daha yakından analiz etmeye başladıkça okuduğum düşünürlere karşı kuşkularım ciddi olarak yoğunlaştı. Modern zamanlarda bilimin ve felsefenin kişisel deneyim üzerine yükseldiğini söylemiştim. Kişisel deneyimlerim, çevremdeki dostlarıma dair gözlemlerim, kendi hayat maceram ve okuduğum düşünürler arasındaki ihtilaflı fikirleri etüt ettikçe, bu yazarları birer öğretmen ve üstat gibi okuyamamaya, onlarla kendi ruh dünyamda tartışmalara girişmeye başladım. Çok sofistike ve kendi ayakları üzerinde duran bütünlüklü bir kuram geliştirmek isterdim, fakat zihinsel yeteneklerim sınırlı ve ilaçlarım damla damla da olsa entelektüel yeteneklerimi söndürüyor. Yine de sosyal bilim disiplinlerinde okuyup da kendine has bir kuram geliştirmek isteyen insanlar için küçük de olsa bir katkı sunmak istedim.

XI. A

Bu yazıyla gözettiğim birkaç hedef daha var: bir kısmı teorik bir kısmı pratik. Bir bir sayayım.

Son dönemde pek çok Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti tarihi kitabı etüt ettim ve Osmanlı’nın kuruluş felsefesinin ve Cumhuriyet’in kuruluş hikayesinin materyalist temellerde yapılmış analizlerinin bu hikayelerin ruhunu alabildiğine çarpıttığını gördüm. Güç, çıkar, ideolojik manipülasyon vs terimleriyle yapılan analizler tarihimizi anlama yeteneğine sahip değil. Her iki dönemde de ciddi yanlışlar oldu fakat bu dönemlerin ruhunu kavramak isteyen okur muhakkak merkeze çok daha ruhsal etmenleri oturtmak zorundadır. Osmanlı’nın kuruluşu, Moğol istilasından ve Selçuklu sarayının çürümüşlüğünden bezmiş bir halkın güzel bir dünya yaratmak adına seferber olmuşluğunun hikayesiydi. Cumhuriyet’in kuruluş hikayesinde ise Mustafa Kemal’in ülkeye dair ruhsal ıstıraplarını anlamamış yazar ya da okur ne Mustafa Kemal’in yanlışlarını anlayabilir ne de tarihimizin o dönemdeki ve sonrasındaki dinamiklerini….

Yine kendi ruhsallığa dayanan perspektifimle, pek çok dünya ve medeniyet tarihi kitabını analiz ettim. Ve dünyanın her yerinde güç, çıkar, ideolojik manipülasyon gibi materyalist kavramlarla izahı imkansız son derece yaşanmaya değer maceralar gördüm ve bu mücadelelerin insanlarını ahirette kardeşim gibi gördüm. Küresel bir çağda yaşıyoruz ve acilen medeniyetlerin barışına ihtiyacımız var. Fakat yeni yeni yazılmaya başlayan küresel tarih disiplinine ait kitaplar insanların ruhsal boyutlarını ve bu ruhsal boyutun keşfedilmesinin yarattığı küresel kardeşlik duygusunu uyandırma yeteneğine sahip değil. Çünkü bu küresel tarih ders kitapları da materyalist temellerde yazılıyor.

Bu denemeyle gözettim üçüncü bir hedef ülkemin geleceğiyle ilgili. Ülkemizde yüksek idealler namına kurulmuş sivil toplum örgütleri çok zayıfladı ve insanlarımız çok atomize oldu. Materyalist temellerde sosyoloji yapmış Max Weber şunu söylüyordu: insanlar sadece güç, prestij ve çıkar için toplumsal örgütler kurar. Oysa ben hayatımda en az iki defa güzel ve ruhsal idealler namına kurulmuş örgüt faaliyetlerine katıldım. Bunlardan biri on dört- yirmi iki yaş arası cemaat deneyimimdi diğeri ise 27 Nisan Darbesi sonrası Genç Siviller Rahatsız grubundaki maceram. Her ikisinde de güç, prestij ve çıkar için değil de güzel idealler namına kurulmuş örgütlerin, eğer doğru şekillendirilirse, ülkeye ve bireye nasıl kalite kattığını deneyimledim. Bu deneyimi bugünün atomize olmuş ve materyalist hedonizmden başka bir mutluluk kendilerine öğretilmemiş gençlerimizin de yaşamasını çok isterdim. Ve böylesi sivil toplum örgütlerine bugün ülkemizin çok ihtiyacı var.

Bu denemeyi on sekiz yaşımda okuduğum ve hayatımı dönüştürmüş bir idealist tarihçiye gönül borcu olarak da görebilirsiniz. Arnold Toynbee ve onun “büyük medeniyetleri ruhsal ıstırap sahibi insanlar kurar” dediği ve bir tarih klasiği olma vasfının yanında, bir ruhsal gelişim kitabı olarak da değerini hala koruyan iki ciltlik efsanevi Tarih Bilinci adlı kitabı. Bu kitabı doğduklarından beri neoliberal materyalizme maruz kalmış tüm dünya gençlerinin, en başta yeğenlerimin, hayat yolunda kişiliklerini şekillendirirken bir başucu kitabı olarak defalarca okumalarını çok isterdim. İlk baskısı 1978’de yapılmış kitabın ne yazık ki bugün baskısı yok. Ve modası geçmiş sanıldığı için hiçbir yayınevinin dikkatini çekmiyor. Oysa klasikler asla eskimez.

XII. Ek

Bu sathi denemeyi irdeleyen okur, beni evrim kuramına düşman sanabilir. Aksine ben insanların primatlardan evrimleştiğine inanıyorum. Fakat evrim kuramının materyalist yorumuna gerek ahlaki olarak gerekse de teorik olarak sonuna kadar karşıyım. Bu denemede evrim kuramının materyalist yorumuna ahlaki eleştirilerimi zikrettim. Evrim kuramının materyalist yorumunun açıklayıcı bir doğa teorisi olarak nerelerde tıkandığını ve bu tıkanıklığın doğa bilimlerimizde Darwin ve Galileo çapında bir kırılmayı nasıl zorladığını ise İslam ve Yirmi Birinci Yüzyıl adlı kitabımda uzun uzun anlatmştım. Bu hususla ilgilenen okur adı geçen kitabımdaki makalelerime müracaat edebilir.

Bu denemenin yazılmasına bir kültürel materyalist antropolog olan Malinowski’nin Bilimsel Bir Kültür kitabı vesile olmuştu. Ve bu deneme yoluyla insanın hayvandan daha ilk evrildiği dönemlerde bile hem bedensel hem de ruhsal ihtiyaçlarının olduğunu ve modern ya da ilkel olsun, ruhsal ve bedensel ihtiyaçlarını beraberce ahenkle doyuramayan bir toplumun başarısız sayılması gerektiğini söylemek istedim. Aliya İzzetbegoviç’in Doğu ve Batı Arasında İslam adlı kitabında dediği gibi hayvandan evrilmiş ilk insan bile hem alet yapardı hem de kült yoluyla Tanrı’ya tapardı. Malinowski’nin söylediğnin aksine, kült ve din, insanın türev değil, asli ve ruhsal bir ihtiyacıdır. Ve başarılı bir toplum Malinowski’nin sandığının aksine sadece bedene değil, ruha da hizmet etmek zorundadır. Bu denemeyi Aliya İzzetbegoviç’in klasikleşmiş eserine kısa bir dipnot olarak da düşünebilirsiniz.

Saygılarımla…

Esat ARSLAN

QOSHE - Ruh ve Beden Ortasında İnsan, Batılı Sosyal Teorinin Mütevazi Bir Eleştirisi - Esat Arslan
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Ruh ve Beden Ortasında İnsan, Batılı Sosyal Teorinin Mütevazi Bir Eleştirisi

16 0
30.04.2024

I.

Üniversite birinci sınıftan itibaren sistematik olarak materyalist bir eğitime maruz bırakıldım. On dört-yirmi iki yaşlarım arasında yüksek idealler uğruna nice fedakarlıklar yaptığımız bir cemaatin içerisinde bulundum. Daha sonrasında, 27 Nisan sürecinde yine yüksek idealler namına Genç Siviller Rahatsız grubuna katıldım. Yirmi iki yaşımdan itibaren, bir psikolojik rahatsızlık yaşamamamın sonucunda, psikoloji ve psikoterapi klasikleri okumak ve kendimi ve insanı ve insanın temel ihtiyaçlarını daha derinden anlamaya çalışmak zorunda kaldım. Ailemin siyasetle ilişkisi sonucunda, pek çok devlet adamıyla sohbet imkanı buldum. Bilim ve düşünce, bireysel tecrübe temelleri üzerinde yükselir derler. Bu denemede sizlerle tecrübelerim ve okuduklarım arasında yaşadığım çelişkiyi paylaşmak istiyorum.

İnsan ruh ve beden bütünlüğüne sahip bir varlık. İnsanın bedensel ihtiyaçları olduğu gibi ruhsal ihtiyaçları da var. Ve insanın yaşam hikayesini, tarihi ve toplumu bu iki ihtiyaç silsilesi beraberce belirliyor. Antik zamanlarda, yani Platonların ve Aristoların zamanında, felsefi düşünce insanın ruh ve beden bütünlüğü beraberce gözetilerek şekillendirilirmiş. Zira antikler sadece insanın değil, bir şehrin ve evrenin de bir ruhu olduğuna inanırlarmış. Fakat Descartes ve Galileo’dan sonra evren ruhsuz bir madde ve mekanizma olarak kavranmaya başlandı. Her ne kadar Descartes ruhu insanın içyüzü olarak kavramaya çalışsa da, On dokuzuncu yüzyıldan sonra evrim kuramı ve beyin bilim çalışmaları insanı da ruhsuz bir beden olarak görmeye başladı. Daha sonrasında toplum bilimleri bu kozmolojiye ve bu insanbilime göre şekillendi. Şu anda sadece doğa bilimlerinde değil, birkaç istisnayı saymazsak toplum bilimlerinde de materyalist görüş hakim. Ve bu materyalist görüş insan ruhunun ihtiyaçlarını bilmediği için insana gerçek mutluluğu sunma yeteneğine de sahip değil. Hele ki insan, toplum ve tarih, materyalist bir perspektifle şekillendirilmiş toplum bilimleri zemininde etüt edildiğinde insanı oldukça kötümser bir ruh hali kaplıyor ve insan dünyaya geldiğine pişman oluyor. Oysa bence insan, insanın içinde yaşadığı toplum, insanlık tarihi ve doğa benim kanaatime göre insanlara mutlu bir yaşam kurma yönünde hayli motivasyon da verebilecek bir potansiyele sahip. Bu denemede bu potansiyelin temellerini atmak istiyorum.

II.

Bu yazıya vesile olan şey, benim bundan birkaç gün önce materyalist bir antropolog olan Malinowski’nin Bilimsel Bir Kültür Teorisi adlı kitabını okumuş olmam. Son on altı yılda pek çok toplum bilimi klasiğini okudum ve onlardan çok şey öğrendim. Fakat öğrenmenin heyecanı geçtikten sonra, kendi ruhsal terapimi yapmaya çalışırken materyalist temellerde yazılmış bu külliyatın insanlığa ve benim bireysel yaşamıma nasıl bir katkısı olduğunu düşünmeye başladığımda, aslında belli ciddi faydalarıyla beraber, insana bu külliyatla sınırlı bir bakışın insan yaşamına hayli zarar verdiğini düşünmeye başladım. Bir süredir, okumuş olduğum ve hayranlık beslediğim bu düşünürlere eleştirilerimi kaleme dökmeyi arzuluyordum. Fakat bir türlü bir yerinden tutamıyordum. Nihayetinde Malinowski’nin kitabı ihtiyaç duyduğum kıvılcımı ateşledi ve ben de bu denemeyi yazmaya karar verdim. Birkaç gün düşündüm, kaba bir taslak hazırladım, sistematik bir plana bağlı kalmadan düşüncelerimi olduğu gibi aktarmaya karar verdim. Ele almak istediğim çok sayıda düşünür var. Bunu nasıl bütünlüklü bir kompozisyon haline getirebilirim bilmiyorum. Biraz dağınık bir metin olabilir. Fakat dağınık ve kusurlu da olsa temel mesajı aktarabildiğim takdirde kendimi başarılı olmuş sayacağım.

III.

Malinowski insanı temelde hayatta kalmadan başka bir amacı olmayan bir hayvan olarak tanımlıyor. Agamben’in dediği gibi ‘zoe’ olarak kavranan bir hayat bu. Yani bağrında hiçbir manevi boyut taşımayan salt hayvani varoluş. Bu hayvanın belli bedensel ihtiyaçları var: beslenme, cinsellik, korunma, barınma, sağlık, büyüme, vs. Ve Malinowski bizim ulvi ve kutsal bir değer atfettiğimiz, bazen uğrunda ölüme gitmeye razı olduğumuz kültürü, en temelde bu hayvanın bedensel ihtiyaçlarını doyurmak için ortaya çıkmış bir sistem olarak ele alıyor. Yani “din, bilim, sanat, vs kutsal saydığımız kültürün değeri nedir?” diye sorduğumuzda, Malinowski için, bunların insan denen hayvanın bedensel ihtiyaçlarını karşılamaktan başka bir değeri yok. Böyle olunca da kültür, hayvani varoluşa hizmet etmekten başka bir değere sahip olmuyor.

Malinowski kültür üzerine düşüncelerini materyalist evrim kuramına dayandırıyor. Descartes ve Galileo’nun açtığı yolu kemale erdiren evrim kuramına göre, insan, evrenin kenarında kıyısında tesadüfen ortaya çıkmış ve hayatta kalmaktan başka bir amacı olmayan bir yan üründen daha öte bir değere sahip değil. Ve evrim kuramında böylece kavranan insanın bağrında, ahlak, din, felsefe, hakikat, güzellik gibi bazen uğruna kendimizi feda ettiğimiz yüksek değerlerin herhangi bir yeri yok. Evrim kuramı için tüm bu yüksek değerler, kıt kaynakları ele geçirmek adına giriştiğimiz güç ve çıkar mücadelelerinin bir maskesi olmaktan başka bir anlam ifade etmiyor. Çünkü evrim kuramında insanın hayatta kalmaktan başka hiçbir amacı yok.

Oysa evrene bu bakış hakim olmadan önce, antik zamanlarda, yani Platonların Aristoların zamanında, insan en yüksek ve kutsal bir biçim ve ideal olarak görünen Tanrı’nın yeryüzündeki en mükemmel yansıması olarak kavranırdı. Ve insanın bağrında sadece yaşamak değil, Tanrı’ya doğru yönelmek, Tanrısallaşmak ve Tanrı’yla bütünleşmek amaçları da yatardı. Yani insan Aristo ve Platon’un gözlerinde sadece yaşamak için değil, aynı zamanda iyi yaşamak için dünyaya gönderilmişti. Ve ahlak, din, felsefe, hakikat, bilim ve güzellik, yani bir bütün olarak kültür, Tanrısallaşma yolunda insanın yüreğine mal etmesi gereken kutsal değerler olarak kıymet kazanırdı. Yani kültürel değerler, evrim kuramının ve Malinowski’nin iddia ettiğinin hilafına, öylesine yüksek ve kutsaldı ki gerçekten de uğruna ölmeye değerdi.

IV.

Nietzsche de, bütün felsefesini insanın evrim kuramında zikredildiği üzere hayatta kalmak ve hayatta kalmak uğruna çevresiyle güç ve çıkar mücadelelerine girmekten başka bir amacı olmayan bir hayvan türü olarak insan fikri üzerine temellendirir. Haliyle Nietzsche için, bizim kutsal saydığımız ahlakın ve ahlaki değerlerin herhangi bir kutsallığı yoktur. Zaten böylesi bir hayvan olarak kavranmış insanın bağrında ahlaka zemin oluşturacak bir yer de yoktur. Bu sebeple Nietzsche, insanda ahlakın kökenini insan bedeninin maruz kaldığı travmatik bir bastırmaya dayandırır. Ve ahlakın kaynağı ve insanın en kutsal değeri olan merhameti ‘sürü ahlakı’ diyerek aşağılar.

Evrim kuramına göre insanın bağrında ahlaka yer olmadığı için ahlakın travmatik bir bastırmaya dayanmış olması lüzumu kendini Freud’da, Lacan’da, Durkheim’da ve Norbert Elias’da da devam ettirir. Oysa bu isimler daha hiç kültür görmemiş, konuşma yeteneği de olmayan bir memeli hayvanın kendi yavrusunu nasıl sahiplendiği ve yavrusunu tehlikelerden korumak için kendisini nasıl ölüme attığı üzerine tefekkür etmiş olsalardı, ahlakın kaynağı olan ‘merhamet’in organik bedenlerimize nasıl kazınmış olduğu üzerine de düşünce serdetme yeteneğine sahip olacaklardı. Hayvan yaşamı bir bütün olarak etüt edildiğinde, örneğin Robert Solomon’un Adalet Tutkusu adlı kitabı okunduğunda ya da çağdaş hayvan bilimi kitapları etüt edildiğinde, ahlak ve adalet duygusunun sadece bir insan yapıntısı değil, canlılığın temel bir belirleyicisi olduğu da görülecektir.

Dediğim gibi antikler, yani Aristo ve Platonlar için, evrendeki tüm canlı varoluş Tanrı’nın bir yansıması olarak anlam kazandığı ve her canlıda Tanrısallaşmak ve Tanrı’yla bütünleşmek gibi bir hedef olduğu için ahlak, adalet, merhamet gibi duygular evrim kuramının aksine sadece güç ve çıkarlara örtülen bir maske olarak değil, kozmozda ve evrende asli yeri olan değerler olarak görülebiliyordu. Fakat evrim kuramından sonra modern insan bu bakışı tamamen yitirmiştir.

V.

Materyalist evrim kuramının izinde giden Nietzsche için, sadece ahlak ve adalet duygusu değil, çok daha ötesinde düşünme, görme, işitme ve sevme gibi eskiden bize hakikati keşfetme imkanı verdiğine inandığımız yeteneklerimiz de bir hayvan olarak hayatta kalma çabamızın ortaya çıkardığı, hakikati keşfetme yeteneği olmayan ve sadece güç ve çıkar mücadelelerimiz adına anlam kazanan yeteneklerdir. Dediğim gibi Aristo ve Platonlar gibi düşünme, sevme, işitme ve görme gibi yeteneklerimiz Tanrısal düşünce, Tanrısal ve kozmik aşk ve Tanrısal müşahede, görüş ve işitişin insandaki yansımaları olduğu için bunlar kutsal ve hakikati keşfetme imkanı veren özelliklerimiz olarak görülürdü. Fakat evrim kuramı ve evrim kuramının izinde giden Nietzsche için bu kutsallık tamamen yok oldu.

Oysa eğer on dokuzuncu yüzyıl evrimcileri ve Nietzsche, kendi dönemlerindeki hızlı materyalizmin heyecanına kapılmamış ve çağımızın beyin bilim araştırmalarından haberdar olmuş olsalardı, örneğin Dan Charles’ın çığır açan çalışmalarına bakmış olsalardı, düşünme, sevme, işitme ve görme gibi ruhsal yeteneklerimizin zerresinin bile maddeden türetilemeyeceğini görmüş olurlardı. Canlıların evrim sürecinde radikal bir kopuş yaşanmadan canlıya düşünme, sevme, görme ve işitme gibi ruhsal yetenekleri kazandırabilmek mümkün değildir. Ve evrim tarihinde gerçekleşmesi gereken bu radikal kopuş evrim kuramının materyalist temellerini çökertir. Eğer bu yapılmış olsaydı, Nietzsche gibi materyalistler, eskiden bize hakikati keşfetme yeteneği verdiğine inandığımız bu yeteneklerimiz için maddeden daha başka, kozmik ve Tanrısal bir kaynak bulmak zorunda olduğumuzu da söylemek zorunda kalırlardı. Yani canlıların evrim tarihinde hayatta kalmak için güç ve çıkar ilişkilerine girmenin dışında başka ruhsal faktörlerin de rol oynadığını söylemek… Fakat böyle olmadı.

VI.

Marx da, tüm görüşlerini materyalist evrim kuramına dayandırır. Onun için insanı insanı yapan şey hayatta kalmak için karnını doyurmak zorunda olmasıdır. İnsanı hayvandan ayıran özellik ise, Marx’a göre, karnını doyurmak için alet yapabilme yeteneğidir. İnsanın özü Marx’da budur: yani bedenini doyurmak için yaşamak ve yaşamak için alet kullanarak emek sarf edip doğayı dönüştürmek. Marx buna üretim tarzı adını verir ve üretim tarzı, Marx için, insanın bedeni ve toplumun altyapısıdır. Marx için insan ruhu ise üstyapıdır ve bedenin ve üretim tarzının güdümü altındadır. “İnsanlar önce yaşar, sonra düşünür” der........

© dibace.net


Get it on Google Play