Siyaset ve demokrasiyle sorunumuz çok, dünya da bizden pek farklı değil. Siyaset insan olmanın en muteber eylemi, siyasal demokrasi kendinin ve ülkenin kaderini belirleme fırsatı, vatandaşlık demokrasiyi, cumhuriyeti kuran temel. Ancak bu övgülerin bugün pek fazla insanda karşılık bulduğu söylenemez.

Bir yanımız hala bunlara inanmak istiyor kuşkusuz; ne de olsa bireysel kurtuluşların ötesi, daha iyi, daha adil bir yaşam ve toplu çözümler ancak siyasetten beklenebilmekte. Buna karşın birçok ülkede bir yandan siyasetten uzaklaşılırken, öte yandan sağ partilerin yükselip demokrasinin ‘seçilmiş otokratlar‘a yol açar hale geldiği görülüyor ki bunun hikmeti ne diye sormamak mümkün değil!

Soruya farklı yanıtlar verilmekte ve çoklukla bireydeki değişimlerden söz edilmekte ama bana kalırsa, en geçerli yanıt küreselleşen kapitalizm ve neoliberalizmin tüm dünyada bir yandan siyaseti kendine benzetirken, öte yanda işlevsiz bırakması yönünde… Neoliberal kapitalizm tüm dünyada ‘üst ahlak’ haline gelmiş, ekonomi dışındaki alanları da kendine benzetmiş, bundan da en büyük nasibi siyaset almıştır demek abartı olmaz.

Neden derseniz, sermayenin devletin desteğine ihtiyacı var; siyaset de devletin dümenini tutan mekanizma. Hem demokrasiden yana görünüp hem devlete egemen olmak istendiğinde, izlenecek tek yol siyasetin dümenine oturmak olmakta. Dümen zaten çoklukla onların elindeydi diyebilirsiniz; doğru da olur. Ancak neoliberalizmin egemen hale gelip devletin toplumsal sorunlar karşısında laf gevelemekten öteye gitmediği günümüz farklı.

Siyaset ve demokrasi konusuna kuşkuyla bakanlar haklı çıktılar da denilebilir. Örneğin Winston Churchill, “Politika gerçekleri yadsıyıp yalan söylemek değil, gerçeklerin istediğiniz yanını göstermektir” diyor ki ‘hakikat ötesi’nin geçerlik kazandığı günümüzde bu tanım bile iyimser kalmakta.

Paul Valery daha ileriye gidip politikayı, ‘insanları kendilerini ilgilendiren şeylerden alıkoyma sanatı’ olarak tanımlamakta; bugünün siyaseti için bu da yeterli görünmüyor.

Bernard Shaw’un yaklaşımı daha ilginç. Politikacıyı, “Hiçbir şey bilmez ve her şeyi bildiğini sanır. Bu durum açıktır ki siyasi bir kariyere işaret eder” diye tanımlarken, “Dünyada barışı sağlamak isterseniz politikacıları öldürün yeter, halklar anlaşır” diyor ki hak vermemek mümkün değil. Savaşlara doyamayanların kimler olduğu ortada.

Oscar Wilde’ın demokrasi tanımı ise unutulacak gibi değil: “Halkın, halk tarafından, halk için sopalanması.” Önce “Aman Tanrım” diyorsunuz, sonra ülkenin haline bakıp hak veriyorsunuz.

Yıllardır kendi seçimlerimizle sopalanmakta değil miyiz?… Hatırlıyorum, 90’larda daha ileri demokrasiyi konuşuyorduk; şimdi elimizde kalanlara bakın.

Anayasa Mahkemesi kararlarını dinleyen yok; uluslararası sözleşmelerin üstünlüğü kurda kuşa yem olmuş durumda; biraz muhalif laflar etmek ‘hain olmak‘ ya da ‘teröre destek vermek’le suçlanmak için yetiyor; erkler ayrılığını ciddiye almaktan vazgeçtik, gücü kendinde toplayan tek adam yetiyor ülkeye; yargı mensuplarının ‘ondan mı bundan mı yana’ olduğu dillere düşmüş durumda; para pul olurken, seçim diye yapılan ücret artışları bir yandan girip öte yandan çıkmakta; devletin borcu ve açıkları büyüse de adil bir vergi sistemi getirmek yerine sermaye için istisnalarla muafiyetler, teşviklerle aflar düşünülmekte; kıyılar, ovalar, dağlar, ormanlar ‘akbabalara’ teslim edilirken tarımsal üretim yerlerde sürünmekte. Temel dertlerinden biri olan laiklik de, her yanından sakatlanması yetmemiş gibi, ilkokulları, anaokulları ele geçirerek kökten halledilmeye çalışılmakta.

Yaşadıklarımızın sebebinin AKP’nin ya da siyasal İslam’ın 22 yıllık iktidarına bağlanacağı kuşkusuz. Ne var ki, “Yaşadığımız sopalanmada muhalefetin hiç payı yok mu?” sorusunu da sormak gerekiyor!…

Bu konuda CHP’ye düşen epeyce pay olduğunu söylemek abartı olmaz. Fazla değil, birkaç soru!…

Örneğin ana muhalefet partisi olarak CHP’nin, gerek Meclis’te gerek seçimlerde, referandumlarda etkili bir muhalefet ortaya koyduğu, siyaset yaparken iktidar eleştirilerinin dışına çıkıp alternatif bir politikayı sahiplendiği, örneğin sosyal demokrat bir parti olma iddiasını yeterince ortaya koyduğu söylenebilir mi? Ya da sağa karşı, laiklik dışında, ekonomi politikalarıyla, siyasal ekonomi anlayışıyla karşı çıktığı iddia edilebilir mi?

Yanıtlar ortada.

Ve bu yanıtların, yani CHP’nin güçlü ve inandırıcı bir alternatif olma iddiasında yetersiz kalması, giderek alternatif olmayı değil, sağa benzemeyi seçmesinin siyasal sonuçları vahim. Vahim, çünkü CHP Türkiye’nin muhafazakâr bir toplum olduğu yolunda sağın işine yarayan propagandaya fazla kapılınca, siyasette hem sağın hem neoliberalizmin egemenliği pekiştiği gibi, siyasetin ve demokrasinim alanı da daralmıştır. Kısacası, CHP kendi eliyle kendi varlık alanı sınırlamış; buradan da ‘tek adam‘a gelmenin yolu açılmıştır.

Tüm bu nedenlerle CHP’yi konuşmak kaçınılmaz; konuşulması gerekenler de, adaylar gibi heyecan yaratan konular değil, ‘muhalefetin bu millet ve bu ülkeyi sopalanmaktan kurtaramayan yetersizlikleri!’

Aslında düşünme çabasının, sizden benden önce CHP’ye düştüğüne de kuşku yok. Gerçi onlar eksiklik ve yanlışlarını görmek istemedikleri gibi, bunlardan söz edilmesinden de hoşlanmıyorlar. “AKP’nin yaptıkları ortadayken, onların eleştirilesinin zamanı mı”ymış diye söylendiklerini duyuyoruz çok zaman!… İyi de, bu gidişatın durdurulmasını buna sebep olan AKP’den mi bekleyeceğiz de, onu konuşalım!…

Aslında bu ilgi, eleştiri ve tartışmadan memnun olmaları gerekir. Çünkü bu ilgi ve eleştiriler hala CHP’yle ilgili bir umut ve beklenti olduğunu gösteriyor. Ancak, bu umut ve beklentileri ciddiye alıp gerçekten değişme yoluna girmezlerse bu milletin bir gün onlara “Ne halleri varsa, görsünler” demesi de mümkün.

O nedenle bir kez daha yinelemekte yarar var; CHP’ye az ya da çok umut bağlayanları ilgilendiren mesele CHP’nin yönetiminde kimler olacağından önce ‘nasıl güçlü bir iktidar alternatifi’ olunacağıyla ilgili.

Bu konunun çok yönlü bir tartışma gerektirdiğine kuşku yok. Başka bir yazıda yapılabilir. Burada gündeme uyarak yerel seçimleri ve yerel seçimlerde başarı bu kadar önemliyken aday belirlenmesindeki yanlışlara bir parça değinmek istiyorum. Adaylara ilişkin ortaya çıkan kuşkular önemli kuşkusuz. Bu başarıda adayların kimler olduğunun epeyce belirleyici olduğu da biliniyor. CHP’nin aday seçimleri bu yönde mi; yoksa?!

Adaylarla ilgili olarak örgütte bazı rahatsızlıklar gündeme geliyor ama daha önemlisi seçimlerdeki sonucun ne olacağı!… Örneğin gösterilen adaylar ne ölçüde yörenin ihtiyacı ve isteği doğrultusunda belirlendi, ne ölçüde tepe yönetimin isteği öne çıktı?

Yani İzmir’de Tunç Soyer’in aday gösterilmemesi, Karşıyaka Belediye Başkanı Cemil Tugay’ın Cengiz Holding’le ilişkisi, Hacer Foggo’nın aday olamaması, Çeşme’de Lal Denizli’nin beklenmedik adaylığı gibi parti içinde tartışılan epeyce konu var ama bir de seçimleri düşünmek lazım.

Örneğin sormak gerek: CHP, hala, “Bize oy vermekten başka alternatifleri yok” demenin rehavetinde mi, yoksa beldelerin ihtiyacına umut olacak aday arayışında mı?

Partinin gösterdiği adaylar konusunda bir şey söyleyemem, tanımıyorum; belki doğru adayları da seçmişlerdir. Yine de, İzmirli bir seçmen olarak neden Tunç Soyer değil de Cemil Tugay’ın aday gösterildiğini anlamak isterdim. Bunun gibi, çevre tahribatını, betonlaşmayı dert edinen, tarımsal arazileri korumaktan söz eden bir partide ve yerelde bu konudaki mücadeleleriyle öne çıkan isimler varken, neden dışarıdan adaylara yönelim olduğunu öğrenmek isterdim.

Tabii bu soruları CHP’nin sosyal demokratik iddiasının gerçek olduğunu düşünerek soruyorum. Bunlar gerçekse adaylar, seçimler, söylemler ve uygulamalar şundan buna yana olmakla değil ilkelerle bağlantılı olur; adaylar tepeden gelmez, yalnız örgüte de bırakılmaz. Aksine yöre halkının bildiği, seçtiği isimlere itibar edilir.

Ne yazık ki ilkesel arayışlar ve iddialarıyla uyumlu seçimler CHP’nin gündeminde yok. Sağa kaymasıyla ilgili üzücü ve düşündürücü iddialar biliniyor ama bunun anlamı umudun tümden yitirilmesi demek ki kabullenmek istemiyorum. Selçuk Candansayar’ın, “CHP’nin tabanında ve örgütte çok solcu var ama yönetim handiyse tescilli sağcı” deyişine de katılmak istemem.

Buna karşın, hem üyelerinin hem yöneticilerin çoğunlukla kendilerini ‘İdeolojiler öldü‘ propagandasına kaptırdığını düşünmeden edemiyorum. Çok zaman ideolojik olmaktan çok pragmatist bir tutum sergilemeleri de bunu göstermekte.

Özetle, Avrupa’daki sosyal demokratlar gibi onlar da neoliberalizme karşı durmak yerine solculuğun oy getirmeyeceği inancına mı kapıldılar, Atatürk devrimleri, Cumhuriyet, laiklik, modern toplum gibi bugün yitirilen değerlere sahip çıkan kitlelerin oylarını alma rahatlığına mı girdiler, bilmiyorum, ama sosyal demokratlıklarının lafta kaldığını söylersem abartmış olmam.

Zaten parti programı, seçim bildirgesi ve tepe yönetimin söylemlerine baktığımda çok dar anlamda bir sosyal eşitlik, sosyal adalet, sosyal refah anlayışı görülüyor. En önemlisi de sosyal eşitlik ve adalet yönündeki programların gereği olarak siyasal ekonomi anlayışı ve ‘vergi sistemi’yle ilgili sessizlikleri!…

Birkaç gün önce TÜİK Türkiye’deki gelir dağılımıyla ilgili bülten yayınladı. Şimdi her yandan gelir dağılımı açısından ne kadar adaletsiz duruma geldiğimiz konuşuluyor. İyi de bu durum yeni değil, yılların sorunu… Gelirin yarısına yakınını her zaman tepedeki yüzde 20 almakta; Gini katsayısı da hep büyük eşitsizliği gösteren 0,4’ün üstünde.

Medya için bu mesele birkaç gün konuşulacak, sonra unutulacak bir mesele olabilir ama CHP için bu mesele gündemin yorumlanması ya da hükümet politikalarının eleştirilmesinin ötesinde, sosyal demokrat olarak kendini tanımlayacağı ve üzerine politikasını kuracağı temel bir mesele.

Sosyal demokrat olmanın en büyük göstergesi, devletin gelirin yeniden bölüşümünde toplumun zayıf kesimleri lehine oynadığı olumlu roldür. Bunun yolu sosyal yardımlar değil kamu hizmetlerinden geçer; kaynak da adil ve etkin bir vergi politikasıyla sağlanır.

Dolayısıyla CHP sosyal demokrat olduğunu iddia ediyorsa yoksulluğu, eşitsizliği ve adaletsizliği azaltmak için ‘aile yardımları sigortası’nı değil, eğitim, sağlık, konut gibi sosyo-ekonomik hakları piyasa dışına çıkarmayı, yani kamu hizmeti olarak sağlamayı, bunu için de adil ve etkin bir vergi sistemini -yani sermayenin gelir, kurumlar, emlak vergisi yoluyla doğru dürüst vergilendirilmesini- programına almak durumundadır.

Bu yıl Davos’ta 250’den fazla zengin, ‘kendilerinden daha fazla vergi alınmasını’ istediği duyurdu. İşte CHP’nin konuşacağı asıl konu…

Var mısınız?

QOSHE - Acınası siyaset ve demokrasi! - Meryem Koray
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Acınası siyaset ve demokrasi!

20 0
09.02.2024

Siyaset ve demokrasiyle sorunumuz çok, dünya da bizden pek farklı değil. Siyaset insan olmanın en muteber eylemi, siyasal demokrasi kendinin ve ülkenin kaderini belirleme fırsatı, vatandaşlık demokrasiyi, cumhuriyeti kuran temel. Ancak bu övgülerin bugün pek fazla insanda karşılık bulduğu söylenemez.

Bir yanımız hala bunlara inanmak istiyor kuşkusuz; ne de olsa bireysel kurtuluşların ötesi, daha iyi, daha adil bir yaşam ve toplu çözümler ancak siyasetten beklenebilmekte. Buna karşın birçok ülkede bir yandan siyasetten uzaklaşılırken, öte yandan sağ partilerin yükselip demokrasinin ‘seçilmiş otokratlar‘a yol açar hale geldiği görülüyor ki bunun hikmeti ne diye sormamak mümkün değil!

Soruya farklı yanıtlar verilmekte ve çoklukla bireydeki değişimlerden söz edilmekte ama bana kalırsa, en geçerli yanıt küreselleşen kapitalizm ve neoliberalizmin tüm dünyada bir yandan siyaseti kendine benzetirken, öte yanda işlevsiz bırakması yönünde… Neoliberal kapitalizm tüm dünyada ‘üst ahlak’ haline gelmiş, ekonomi dışındaki alanları da kendine benzetmiş, bundan da en büyük nasibi siyaset almıştır demek abartı olmaz.

Neden derseniz, sermayenin devletin desteğine ihtiyacı var; siyaset de devletin dümenini tutan mekanizma. Hem demokrasiden yana görünüp hem devlete egemen olmak istendiğinde, izlenecek tek yol siyasetin dümenine oturmak olmakta. Dümen zaten çoklukla onların elindeydi diyebilirsiniz; doğru da olur. Ancak neoliberalizmin egemen hale gelip devletin toplumsal sorunlar karşısında laf gevelemekten öteye gitmediği günümüz farklı.

Siyaset ve demokrasi konusuna kuşkuyla bakanlar haklı çıktılar da denilebilir. Örneğin Winston Churchill, “Politika gerçekleri yadsıyıp yalan söylemek değil, gerçeklerin istediğiniz yanını göstermektir” diyor ki ‘hakikat ötesi’nin geçerlik kazandığı günümüzde bu tanım bile iyimser kalmakta.

Paul Valery daha ileriye gidip politikayı, ‘insanları kendilerini ilgilendiren şeylerden alıkoyma sanatı’ olarak tanımlamakta; bugünün siyaseti için bu da yeterli görünmüyor.

Bernard Shaw’un yaklaşımı daha ilginç. Politikacıyı, “Hiçbir şey bilmez ve her şeyi bildiğini sanır. Bu durum açıktır ki siyasi bir kariyere işaret eder” diye tanımlarken, “Dünyada barışı sağlamak isterseniz politikacıları öldürün yeter, halklar anlaşır” diyor ki hak vermemek mümkün değil. Savaşlara doyamayanların kimler olduğu ortada.

Oscar Wilde’ın demokrasi tanımı ise unutulacak gibi değil: “Halkın, halk tarafından, halk için sopalanması.” Önce “Aman Tanrım” diyorsunuz, sonra ülkenin haline bakıp hak veriyorsunuz.

Yıllardır kendi seçimlerimizle sopalanmakta değil miyiz?… Hatırlıyorum, 90’larda daha ileri demokrasiyi konuşuyorduk; şimdi elimizde kalanlara bakın.

Anayasa Mahkemesi kararlarını dinleyen yok; uluslararası sözleşmelerin üstünlüğü kurda kuşa yem olmuş durumda; biraz muhalif laflar etmek ‘hain olmak‘ ya da ‘teröre destek vermek’le suçlanmak için yetiyor; erkler ayrılığını ciddiye almaktan vazgeçtik, gücü kendinde toplayan tek adam yetiyor ülkeye; yargı mensuplarının ‘ondan mı bundan mı yana’ olduğu dillere düşmüş durumda; para pul olurken, seçim diye yapılan ücret artışları bir yandan girip öte yandan çıkmakta; devletin borcu ve açıkları büyüse de adil bir vergi sistemi getirmek yerine sermaye için istisnalarla muafiyetler, teşviklerle aflar düşünülmekte; kıyılar, ovalar, dağlar, ormanlar ‘akbabalara’ teslim edilirken tarımsal üretim yerlerde sürünmekte. Temel dertlerinden biri olan laiklik de, her yanından sakatlanması yetmemiş gibi, ilkokulları, anaokulları ele geçirerek kökten........

© Diken


Get it on Google Play