“Bıçağın ucundaydı insanların hafızası

İnsan unutandır

Ve insan unutulmaya mahkûm olandır

Tanrı şöyle derdi o zaman:

Ah!”

Didem Madak (Ah’lar Ağacı)

6 Şubat depremini yaşamış bir depremzedenin öfkesi ve umutsuzluğunu dile getirmek için söylediği şu “Suçlu biziz” ifadesi var ya, aslında hepimizi kapsamakta.

Bu isyan ve umutsuzluk, maden göçükleri, heyelanlar, seller, tren kazaları gibi hiç bitmeyen insan eliyle yaratılmış felaketleri yaşayanların tümü için geçerli ve suçlu da biziz. Unuttuğumuz kadar, göz yumduğumuz için de suçluyuz.

Çünkü bu felaketler ‘kader’ değil ve felaketler ardı ardına yaşanırken bu ülkede bunlara yol açanları durduracak gücü bulamıyor bu toplum.

En yenisini üç-dört gün önce yaşadık, Erzincan-İliç’te… İyi de onlar niye bunu yaşamak zorunda kalsın; niye onlar gibi binlerce insan çalıştığı yerde ölüme gitsin?

Niyesi belli; bu ülkede insanlar Tanrı’nın değil insanın gazabı nedeniyle insanın açgözlülüğüne yöneticilerin göz yummasıyla- yaşıyor bu felaketleri.

Onların doymazlığı nedeniyle, insan gibi toprağımız, suyumuz da elden gitmekte.

Özetle, kasap mal, koyun can derdinde misali, hepimiz hem canımızın hem toprağımızın derdine düşmek durumundayız. Devletin kasaptan değil insandan yana olmasını sağlamak bu ülkede yaşayanlara düşmekte.

Deprem ülkesi olduğumuz iyi biliniyor; kaçını yaşamışız!… Uzmanlar yıllardır uyarılarını dile getirmekte ve alınacak önlemlerden söz etmekte.

1999’daki Gölcük depreminden sonra, Tanrı’nın değil insanların gazabına uğradığımız yeterince ortaya çıkmadı mı?

Çıkmamış ki ondan sonra da Bingöl, Van, İzmir, Elâzığ depremlerini yaşadık; binaların yerle bir olduğunu, insanların göçük altından kurtarılmaya çalışıldığını gördük.

Sonrasında da 6 Şubat 2023’teki büyük felaket geldi.

Sayılar malum. Ya sayılardan ötesi!…

Örneğin yaşanan kayıp, acı ve travmadan sonra gelen psikolojik çöküş!… İşler, evler, düzenler yok olmuşken, bombalanmış gibi görünen kentlerde çadırlar arasında hayata tutunmak!… Yoksunluklar gibi ‘Ne olacağız‘ kaygısının da büyüdüğü, ‘normal’in unutulduğu koşullarda kuyu gibi derinleşen çaresizlik!…

Yaşama tutunmaya çalışırken gördükleri ise kaçan müteahhitler, sorumluluk almayan yöneticiler, yerine gelmeyen ev vaatleri, az sayıda evin kurada tarikat reislerine çıkması…

Kısacası,Suçlu biziz çünkü öldük diye isyan etmekte haklılar ama bu isyan yetmez. Bu hikâyenin kurcalanacak yanı çok, görünenden ötesine gitmek de gerekmekte.

6 Şubat’ı anmak üzere binalardan kalan boşlukların arasında 04.17’de toplanan kalabalıkların ruh halini, acılarını anlayamayız kuşkusuz-yaşanmadıkça anlaşılan şeyler değil bunlar- ancak “Unutma, unutturma” diye haykırışlarını tercümeye gerek yok.

Aslında unutmak insan için bir nimet. Yaşadığımız onca şeyi ilk andaki etkileriyle hatırlamak travmatik olur ve hayatı zorlaştırırdı kuşkusuz.

Toplumun da unutmaya meyilli olmasının haklı nedenleri olduğunu düşünebiliriz. Yine de başımızı ağrıtan meselelerin artmasını, bir ölçüde, zayıf hafızamıza bağlamak da yanlış olmaz.

6 Şubat depremlerinin acısını paylaşmada gösterilen duyarlılığı, hemen herkesin bir biçimde yardıma koşmasını da söylemek gerek kuşkusuz. Dayanışmayı tümüyle unutmadığımızı görünce toplum adına umutlandık da… Oralarda kalmış, bugün yardıma devam eden kurumlar ve insanlar var.

Ne var ki felaket büyük ve sürekli bir duyarlılık ve dayanışmaya ihtiyaç var. Bunu gösterdiğimiz söylenemez. Nasıl bir duyarlılık derseniz, en azından bunu Türkiye’nin ana gündem maddesi yapmakla ilgili bir duyarlılıktan söz edebilirim.

Oysa depremden çok geçmeden, özellikle de haziran seçimlerinin araya girmesiyle ilgi azaldı, onun yerini seçim fırtınası aldı. Gündemden düşmedi kuşkusuz ama düşüncelerimiz, konuşmalarımız, kaygılarımız arasında gerilere düştü.

6 Şubat anmalarının da marttaki yerel seçimlerin gölgesinde kaldığını söylemek mümkün.

Unutmamamızın nedeni yalnız seçimler değil kuşkusuz; bir yandan kendi dertlerimiz var, öte yandan ‘unutmayı, unutturmayı‘ değil ‘düşünceleri’ de yönetebilecek araçlarla çevrili etrafımız.

Roma’nın gladyatör arenalarından daha heyecanlı televizyon programlarımız var örneğin. Bugün hem siyasette hem piyasada gündelik kaygıları unutturup heyecan yaratma üzerine doktora yapmış yöneticiler var ki kendini kurtarabilene aşkolsun!

Geleceğin ‘mutluluk haplarının‘ provası yapılıyor diye de düşünülebilir.

O nedenle “Ne unutuşlarımız ne düşündüklerimiz bize ait” desem yanlış olmaz ama unutma konusunda masumiyetimizi de sağlamaz.

Hatırlanması gereken çok şey olduğu kuşkusuz; en başta siyasi tarihimiz ayıplarla dolu. Yine de, bugün geçmişten çok 6 Şubat depremlerinin yol açtığı felaketi konuşmak önem taşıyor. Bu konuyla ilgili unutulmaması gerekenlerin başında da ‘paranın krallığında insana kıyıldığıgibi bir gerçek gelmekte.

Öyle ya, bölgenin fay haritası bilinir, bilim insanları uyarılarını dile getirir ve depremden üç yıl önce bölgede artan riske dikkat çeken bir rapor hazırlanırken, bu felaket neyin nesi? Önceden bilinmeyen, öngörülmeyen ne vardı ki bunca insan ölürken şehirler de harabeye döndü?

Ne olduğu belli elbet! Deprem ülkesi bir ülkede ‘şehirleşme politikalarımız‘ felakete davetiye çıkarır cinstense, tek açıklama ‘paranın sıcak yüzü‘ olabilir.

Birileri inşaat sevdasına kapılıp her yanı betona boğmakta, kentler çirkinlik abidesi haline gelmekte, bu arada hesap soran da fazla olmadığından ‘Zemin nasılmış, inşaatın güvenliği ne gerektirirmiş’ diye düşünmeye bile zahmet buyurulmamakta!

Binaları yapanlar yaşayacak insanlara ne olacağını düşünmüyor da inşaat ruhsatı veren, denetimi yapan kamu kurumları düşünüyorlar mı? Çoğunlukla Hayır!… Çok zaman onlar da sistemin bir halkası olarak ‘saadet zincirine’ katılmaya çalışıyorlar.

Peki tüm bu insanlar katil mi, cani mi? Elbette değil. Çoğunun, vatanının seven, ailesine düşkün, komşularının hatırını sayan, namuslu insanlar olduğunu düşünmek mümkün.

Ne var ki, araya ‘para aşkı’ girince bu ‘namuslu‘ insanlar çarpık şehirleşme ve olası felaketleri düşünmez, görmez hale gelmekte.

‘İnsanlık’ kavramının her yerinden yara aldığı, övünülecek bir yanı kalmadığı bir dünyaya ulaştık bugün. İnsan ‘Homo Deus‘ haline geldikçe yaşadığı yeryüzünü, kentini, mahalleyi de yaşanılmaz hale getirdi.

Bu kötülük ve tahribatın insanın kötülüğünden çok zayıflığıyla ilgili olduğunu kuşku yok; zayıf noktaları arasında güç ve paranın başta geldiğini söylemek de yanlış olmaz. Para kazanmanın ve ‘köşeyi dönme’nin azıttığı günümüzde ise bu zaafın iyice güçlendiğini görmemek mümkün değil.

Şu, her yere uzanan saadet zincirlerine, sazan sarmallarına bakın, yeter!

Saadet zinciri kolay değil tabii; tehlikeli de… Oysa inşaat işleri, hem yasal hem garantili olarak bu ülkede köşeyi dönmenin kolay yolu. Nüfus durmadan artıyor, kente göçün arkası kesilmiyor, doğru dürüst konut politikası olmayan devlet ve belediyeler inşaat sahiplerine ‘Yürü ya kulum’ muamelesi yapıyorlarken, bundan faydalanmamak da aptallık olmakta.

‘Yürü ya kulum‘ ifadesi hiç abartı değil. Tarım arazilerini, ormanları yapılaşmaya, kıyıları yağmalamaya açan kararlar ortada; kentlerimizin süsü gökdelenler durmadan artmakta; betonlaşma sürerken inşaat yolsuzluklarına göz yummaktan imar aflarına kadar birçok destek de eksik değil. Devlet de belediyeler de paranın hükümranlığı için epeyce ter döktü yani!

Sonuç olarak, paranın tanrılaştığı‘ndan söz edenler haklı çıktı desek yeridir. Yaşadığımız dünyada, her gün, çeşitli biçimlerde kapitalizmin din, tanrısının para, tapınağının piyasa olduğu ortaya koyan olaylarla karşılaşıyoruz. Türkiye’nin bu konuyla ilgili olarak iyi bir inceleme mahalli olduğunu söylemek de yanlış olmaz.

Siyasal İslam’ın küresel kapitalizmle şu uyumu bile incelenmeye değer.

Depremle başladım, o günlerden bir yazının başlığıyla bitireyim: Şehirler yenilmiş̧, biz yenilmişiz, öylece kalmışız harap kentlerin yıkıntılarında.

QOSHE - Paranın krallığında insanın fukaralığı  - Meryem Koray
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Paranın krallığında insanın fukaralığı 

14 3
17.02.2024

“Bıçağın ucundaydı insanların hafızası

İnsan unutandır

Ve insan unutulmaya mahkûm olandır

Tanrı şöyle derdi o zaman:

Ah!”

Didem Madak (Ah’lar Ağacı)

6 Şubat depremini yaşamış bir depremzedenin öfkesi ve umutsuzluğunu dile getirmek için söylediği şu “Suçlu biziz” ifadesi var ya, aslında hepimizi kapsamakta.

Bu isyan ve umutsuzluk, maden göçükleri, heyelanlar, seller, tren kazaları gibi hiç bitmeyen insan eliyle yaratılmış felaketleri yaşayanların tümü için geçerli ve suçlu da biziz. Unuttuğumuz kadar, göz yumduğumuz için de suçluyuz.

Çünkü bu felaketler ‘kader’ değil ve felaketler ardı ardına yaşanırken bu ülkede bunlara yol açanları durduracak gücü bulamıyor bu toplum.

En yenisini üç-dört gün önce yaşadık, Erzincan-İliç’te… İyi de onlar niye bunu yaşamak zorunda kalsın; niye onlar gibi binlerce insan çalıştığı yerde ölüme gitsin?

Niyesi belli; bu ülkede insanlar Tanrı’nın değil insanın gazabı nedeniyle insanın açgözlülüğüne yöneticilerin göz yummasıyla- yaşıyor bu felaketleri.

Onların doymazlığı nedeniyle, insan gibi toprağımız, suyumuz da elden gitmekte.

Özetle, kasap mal, koyun can derdinde misali, hepimiz hem canımızın hem toprağımızın derdine düşmek durumundayız. Devletin kasaptan değil insandan yana olmasını sağlamak bu ülkede yaşayanlara düşmekte.

Deprem ülkesi olduğumuz iyi biliniyor; kaçını yaşamışız!… Uzmanlar yıllardır uyarılarını dile getirmekte ve alınacak önlemlerden söz etmekte.

1999’daki Gölcük depreminden sonra, Tanrı’nın değil insanların gazabına uğradığımız yeterince ortaya çıkmadı mı?

Çıkmamış ki ondan sonra da Bingöl, Van, İzmir, Elâzığ depremlerini yaşadık; binaların yerle bir olduğunu, insanların göçük altından kurtarılmaya çalışıldığını gördük.

Sonrasında da 6 Şubat 2023’teki büyük felaket geldi.

Sayılar malum. Ya sayılardan ötesi!…

Örneğin yaşanan kayıp, acı ve travmadan sonra gelen psikolojik çöküş!… İşler, evler, düzenler yok olmuşken, bombalanmış gibi görünen kentlerde çadırlar arasında hayata tutunmak!… Yoksunluklar gibi ‘Ne olacağız‘ kaygısının da büyüdüğü, ‘normal’in unutulduğu koşullarda kuyu gibi derinleşen çaresizlik!…

Yaşama tutunmaya çalışırken gördükleri ise kaçan müteahhitler, sorumluluk almayan yöneticiler, yerine gelmeyen ev vaatleri, az sayıda evin kurada tarikat reislerine çıkması…

Kısacası,Suçlu biziz çünkü öldük diye isyan etmekte haklılar ama bu isyan yetmez. Bu hikâyenin kurcalanacak yanı çok, görünenden ötesine gitmek de gerekmekte.

6 Şubat’ı anmak üzere binalardan kalan boşlukların arasında 04.17’de toplanan kalabalıkların ruh halini,........

© Diken


Get it on Google Play