Bu bir şükran, övgü ve dostluk yazısı…

Üniversiteye dönüş yazısı değil. Onu yazmak için, sanırım, ruhen ve zihnen dönmek gerekiyor; bir mahkemenin verdiği ‘iade’ kararıyla olacak iş değil, dolayısıyla ‘iade’ üzerine bir şey yazmayacağım şimdilik, belki daha sonra, belki hiçbir zaman. Bildiğim, bugün içimden gelmediği ve bu halde, ‘içimin’ bir günahı yok.

Ayrıca, işe iadelerin gerçek bir anlam ifade edebilmesi, yıllardır en temel yurttaşlık-anayasal hakları gaspedilmiş herkesin o haklara kavuşmasıyla ve diğer rezaletlerin sona ermesiyle, ardından, sorumluların yargılanmasıyla mümkün. Şimdi, evet, yedi yılın sonunda, hiç olmazsa iyi bir şey oldu ve iyi habere hasret insanları mutlu etti, bu yeterli. Eğer sonraki aşamalarda, ileri derecede bağımsız yargıdan aksi yönde bir karar çıkmazsa, sivil ölüme mahkûm edildiği düşünülenlerden biri daha işine dönmüş olacak ve hiç kuşkusuz, ‘sonunu görene dek’ KHK’ler ile, hiç bitmeyen olağanüstü hâl hukukuyla mücadele(miz) devam edecek.

İade ile ilgili yazmak istediğim yalnızca bir cümle var: Atıldığımızda, benim ve meslektaşlarımın başı dikti, geçen zaman zarfında hiç eğilmedi, bundan sonra da eğilmeyecek. Bu işleri yapanlar, beş para etmez işbirlikçiler, gelecekte nasıl anılacaklarını, haklarında neler söylenip yazılacağını ve tarihe nasıl geçtiklerini düşünsün.

Geçtiğimiz yedi yıl boyunca destek olanları isim atlamadan anmam ve anlatmam mümkün değil. Eş, aile, dostlar, üyesi olmaktan gurur duyduğum sendikamız Eğitim Sen, karşılaşmasak da epostalarla sohbet ettiğim ve hiç yalnız bırakmayan zarif okurlar (Çorum’da yaşayan eczacı Adile Hanım ve İstanbul’da yaşayan ODTÜ’lü Mustafa Bey’i anmazsam olmaz), elbette Diken, bir süre çok zevk alarak yazdığım Gazete Duvar ve diğer herkes.

Ancak, bir mekânın ve o mekândaki insanların çok özel bir yeri var. Kadıköy Bahariye Caddesi’ne açılan şekilsiz bir sokağın hemen başında, şehre inatla ve her koşulda gülümseyen bir pasaj kapısı, üzerinde Moda Sahnesi yazıyor.

Atılınca İstanbul’a taşındım. Kararname aile birliğimizi sağladı, anlayacağınız! İstanbul’da doğup büyüdüm ama Ankara’da geçen otuz yılın ardından dönünce, ne yapacağımı şaşırdım. Bu yüzden, hiçbir şey yapmadım! Özel hayattaki gelişmeler, salgın, şu bu derken, yedi yılı, köşe minderi gibi, daha ziyade evde oturarak geçirdim. Şehirle ve hayatla en sıkı fıkı olduğum anlar, her gün iki saat süren yürüyüşlerdi. Anadolu yakasında, Üsküdar ve Kadıköy’e yürümek, ara sokaklarında dolaşmak çok zevkli. Kadıköy’de ilk zamanlarda, avukat-edebiyatçı Behçet Çelik ve avukat eşi Naime’nin bürosuna uğruyordum. Bir çay içmek için gidip iki-üç saat gevezelik ediyordum, bana çok iyi geliyordu orada olmak, Behçet ve Naime’yle sohbet. Sağolsunlar, çok iyi ev sahipliği yaptılar, gel gör ki salgın günleri sohbeti böldü.

Bir gün, Bahariye’de yürürken, benim gibi KHK’li bir akademisyen arkadaşım, Abdurrahman Aydın’la karşılaştım. Moda Sahne’ye gittiğini, ‘Kemal abi’ ile buluşacağını ve beni de tanıştırmak istediğini söyledi. İşsiz güçsüz, aylak insanım, “Peki” dedim, gittik. Kemal abi, Kemal Aydoğan imiş. Yıllar önce Ankara’da onun yönettiği (Oyun Atölyesi’ndeyken) oyunları seyretmiştim, adını biliyor ve hatırlıyordum, çok iyi oyunlardı. Heyecanlandım tabii, sevdiğim bir yönetmenle tanışacağım. Tanışma o tanışma. Daha ilk gün, seminer verip veremeyeceğimi sordu. Bir tiyatro sahnesinde, bir anayasacı ne semineri verecek Allah aşına, tuhaf bir öneri. “Kim, neden gelsin, deli mi insanlar?” desem de aldırmadı ve ilgi çekebileceğini iddia etti.

Selçuk ve Kemal Aydoğan

Çünkü Moda Sahnesi her ne kadar tiyatro olsa da, aynı zamanda çok sayıda akademisyen ve yazarın seminer düzenlediği bir yerdi; tiyatro ama okul da, aynı zamanda. Tiyatro dahil muhtelif faaliyetlerin gerçekleştiği, ahalinin birden çok gerekçeyle toplandığı bir mekân. Üstelik tüm bunlar, nicedir fazla rağbet görmeyen ‘kamucu’ bir zihniyetle yapılıyor. Çok affedersiniz, biraz solcu bir yer… Seçilen oyunlardan, bilet fiyatlarına, seminerlerden beklenen kamusal yararın dert edilmesine dek, bunu hep hissettiriyor. Bir de, güzel kardeşim, Ankaralı bir yer Moda Sahnesi, Ankaralı. Malum, deniz yok Ankara’da, ah bir de nasıl gri bir şehir! Buna mukabil, Ankaralı olma ya da yolu Ankara’dan geçme duygusunu, yolu oradan geçmeyene anlatmak kolay değil. Şart da değil, ayrı mesele. Moda Sahnesi, İstanbul’un göbeğinde bir Ankara, gibi.

Her neyse… “Tamam, deneyelim” dedim ve ilk seminer doldu hakikaten. “Doldu” derken, gözünüzde büyütmeyin, altmış kişilik bir salondan söz ediyorum. Durup dururken anayasa tarihi dinlemek isteyen deli sayısının tahminimden çok olduğunu görmek şaşırttı. Birkaç ay sonra ikincisini yaptık ve toplam on yedi hafta, bir tiyatro salonunda anayasa tarihi anlatmış oldum. İkinci seminerin son günü, salgının ilk gününe denk geldi, orada kaldı. Bundan sonra da fırsat buldukça seminer yapacağım tabii, Moda Sahnesi henüz bilmiyor, bu yazıyı okuduklarında haberdar olacaklar!

Önce seminerlerden söz edeyim, ‘arkadaşlar’ sona kalsın.

Üniversitede çalıştığım yıllarda, meşgalelerimizden biri, YÖK düzeninde sürekli değişen uygulamalar ve bitip tükenmez ‘yeni ölçütler’ üzerine kafa yormak, tartışmak, karşı çıkmak, gerektiğinde dava açmak, o davaları hemen her zaman kaybetmekti. Bir başka söyleyişle, ‘Üniversite nasıl bir yerdir, nasıl olmalı?’ sorusu gündemden hiç düşmezdi. Bunları daha önce birkaç yazıda anlatmaya çalışmıştım, önümüzdeki yıl daha ayrıntılı biçimde yazmaya niyetliyim. Diyeceğim, halimizden memnuniyetsizlik hep vardı. 2017’de atılıp da kurumun tamamen dışında kalınca, aradaki mesafe açılınca, olup biteni uzaktan ve etraflıca değerlendirme şansım(ız) oldu. Ne denli eleştirel yaklaşırsanız yaklaşın, bir çemberin içinde olmakla dışında kalmak aynı şey değil. Örneğin, ihraçlar sonrasında, ilk yıllarda açılan Dayanışma Akademileri aslında her zaman mümkünken, ancak ‘dışarıda’ kalınca kurulabildi. Mesele, yaptığımız işle toplumsal olanı nasıl ve nerede bir araya getirebileceğimizi görmekti. Dedim ya, bu konuyu ayrıntılı yazacağım, şimdi uzatmayayım.

İşte Moda Sahnesi’ndeki seminerler, benim için yeni bir okul, üniversite deneyimiydi aslında. Olması gereken, ama şimdilik yaygınlaşamayan bir deneyim. Ne yaptık orada? Üniversite öğrencisi, hekim, mühendis, özel sektör çalışanı, emekli… her yerden ve telden yurttaş bir araya gelip anayasa tarihi üzerine konuştuk. İşin içinde sınav yoktu, geçtin-kaldın derdi yoktu, devam zorunluluğu yoktu, toplanılan yerin adı üniversite değildi, kapısında tiyatro yazıyordu, herkes yalnızca bir konu hakkında bir şeyler duymak için gelmişti, mecburiyetten değil gönüllü olarak oradaydılar. İlk haftadan sonra her çarşamba, akşam olmasını bekleyip heyecanla gittim Moda Sahne’ye, çünkü orada olmaktan mutluluk duydum. Bu, hâlihazırda üniversitelerde çalışan ve aynı yönde düşündüğümüz meslektaşlarımın neredeyse hiçbirinin ‘artık’ yaşamadığı bir duydu. Düşünsenize, mecbur olmadığım bir iş yapıyorum ve karşımda, oraya isteyerek, tercih ettikleri için gelmiş insanlar oturuyor; bir insan, kendisini gerçekleştirmek isteyen biri daha ne hayal edebilir ki. Bahariye Caddesi’ne açılan bir sokak, biz öyle istediğimiz için, üniversite dersliği oluverdi. Biri kapısına tabela astığından değil, biz, öyle uygun bulduğumuzdan. Yıllar boyu işimle ilgili pek az şeyden o denli haz duydum. Katılımcılar da yağmur çamur aldırış etmeden her hafta geldi, sağolsunlar. Üniversiteden atılmanın iyi tarafı olur mu, eh, demek ki bazı iyi yanları olurmuş, olabilirmiş.

Arkadaşlar…

Barış

Haftanın iki üç günü uğramaya başladım Moda Sahnesi’ne. Kemal Aydoğan yönetmen, kardeşi Selçuk Aydoğan tiyatronun belkemiği ve insan bir kez bile asık suratlı olmaz mı, hayır, en canı sıkkın olduğunda dahi güler yüzle karşıladı Selçuk. Tiyatronun diğer ‘sütunları’ Barış Yaman, İrfan Varlı. Barış’tan çok sigara otlakçılığı yaptım, mahcubiyetle söylüyorum, ancak bundan böyle de sürer muhtemelen. Kemal’in ‘hanımı’ Bengi Günay, sahne tasarımcısı. Selçuk’un hanımı Demet ve tabii, muhteşem ‘ufaklıklar.’ Çalışan arkadaşların, gençlerin, pasajdaki sahaf arkadaşların hepsi birbirinden hoş, güler yüzlü, efendi.

Kemal, Selçuk, İrfan

Moda Sahnesi bir tiyatro. Öte yandan, kamusal işlevinin farkında bir kamusal mekân, kurum. Türkiye’de, koskoca ülkede elektrik zamlarına tepki gösterip ‘ödemiyoruz’ diyen ve bir süre fatura ödemeyen tek ‘kurum’.

Memleketin en üretken tiyatrolarından Moda Sahnesi, bu yaşıma dek başıma gelen en güzel ve değerli şeylerden biri. Kimi akademisyenlerin, atılan meslektaşlarının çalışmalarına atıf yapmaya cesaret edemediği şu süfli devirde, kapısını açtı; benim için ev, herkes için akademi, özgür akademi oldu. Onlara, oradaki tüm dostlara, teşekkürden fazlasını borçluyum. Sağolsunlar.

QOSHE - Bir ev, okul ve tiyatro: Moda Sahnesi - Murat Sevinç
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Bir ev, okul ve tiyatro: Moda Sahnesi

53 0
28.12.2023

Bu bir şükran, övgü ve dostluk yazısı…

Üniversiteye dönüş yazısı değil. Onu yazmak için, sanırım, ruhen ve zihnen dönmek gerekiyor; bir mahkemenin verdiği ‘iade’ kararıyla olacak iş değil, dolayısıyla ‘iade’ üzerine bir şey yazmayacağım şimdilik, belki daha sonra, belki hiçbir zaman. Bildiğim, bugün içimden gelmediği ve bu halde, ‘içimin’ bir günahı yok.

Ayrıca, işe iadelerin gerçek bir anlam ifade edebilmesi, yıllardır en temel yurttaşlık-anayasal hakları gaspedilmiş herkesin o haklara kavuşmasıyla ve diğer rezaletlerin sona ermesiyle, ardından, sorumluların yargılanmasıyla mümkün. Şimdi, evet, yedi yılın sonunda, hiç olmazsa iyi bir şey oldu ve iyi habere hasret insanları mutlu etti, bu yeterli. Eğer sonraki aşamalarda, ileri derecede bağımsız yargıdan aksi yönde bir karar çıkmazsa, sivil ölüme mahkûm edildiği düşünülenlerden biri daha işine dönmüş olacak ve hiç kuşkusuz, ‘sonunu görene dek’ KHK’ler ile, hiç bitmeyen olağanüstü hâl hukukuyla mücadele(miz) devam edecek.

İade ile ilgili yazmak istediğim yalnızca bir cümle var: Atıldığımızda, benim ve meslektaşlarımın başı dikti, geçen zaman zarfında hiç eğilmedi, bundan sonra da eğilmeyecek. Bu işleri yapanlar, beş para etmez işbirlikçiler, gelecekte nasıl anılacaklarını, haklarında neler söylenip yazılacağını ve tarihe nasıl geçtiklerini düşünsün.

Geçtiğimiz yedi yıl boyunca destek olanları isim atlamadan anmam ve anlatmam mümkün değil. Eş, aile, dostlar, üyesi olmaktan gurur duyduğum sendikamız Eğitim Sen, karşılaşmasak da epostalarla sohbet ettiğim ve hiç yalnız bırakmayan zarif okurlar (Çorum’da yaşayan eczacı Adile Hanım ve İstanbul’da yaşayan ODTÜ’lü Mustafa Bey’i anmazsam olmaz), elbette Diken, bir süre çok zevk alarak yazdığım Gazete Duvar ve diğer herkes.

Ancak, bir mekânın ve o mekândaki insanların çok özel bir yeri var. Kadıköy Bahariye Caddesi’ne açılan şekilsiz bir sokağın hemen başında, şehre inatla ve her koşulda gülümseyen bir pasaj kapısı, üzerinde Moda Sahnesi yazıyor.

Atılınca İstanbul’a taşındım. Kararname aile birliğimizi sağladı, anlayacağınız! İstanbul’da doğup büyüdüm ama Ankara’da geçen otuz yılın ardından dönünce, ne yapacağımı şaşırdım. Bu yüzden, hiçbir şey yapmadım! Özel hayattaki gelişmeler, salgın, şu bu derken, yedi yılı, köşe minderi gibi, daha ziyade evde oturarak geçirdim. Şehirle ve hayatla en sıkı fıkı olduğum anlar, her gün iki saat süren yürüyüşlerdi. Anadolu yakasında, Üsküdar ve Kadıköy’e yürümek, ara sokaklarında dolaşmak çok zevkli. Kadıköy’de ilk zamanlarda, avukat-edebiyatçı Behçet Çelik ve avukat eşi Naime’nin bürosuna uğruyordum. Bir çay içmek için gidip iki-üç saat gevezelik ediyordum, bana çok iyi geliyordu orada olmak, Behçet ve Naime’yle sohbet. Sağolsunlar, çok iyi ev sahipliği yaptılar, gel gör ki salgın günleri sohbeti böldü.

Bir gün, Bahariye’de yürürken, benim gibi KHK’li bir akademisyen arkadaşım, Abdurrahman Aydın’la karşılaştım. Moda........

© Diken


Get it on Google Play