Son yazının başlığı, ‘Ve bir gün kendinizi dînî hukuk tartışırken buldunuz!’ idi. Konuya devam.

“Burada Şeriat hukuku olur mu?” sorusuna falcılık yaparak, “Olmaz, ne zaman olmuş ki?” yanıtını vermiştim. Sorun şu ki bir kesimin muhtelif değerlerini diğer kesimlere dayatması için, adı sanı belli bir hukuk sisteminin benimsenmesi, onun geçerli hukuk haline gelmesi şart değil. Suskunluk ve atılan irili ufaklı adımları seyretmekle yetinmek, bu nedenle çok vahim.

Türkiye’deki dînî hukuk taraftarlarının büyük çoğunluğunun, taraftarı olduğu inanç sistemi ve gerekleri hakkında derli toplu fikri ve uzlaşısı olduğunu düşünmüyorum. Olsaydı, hiç olmazsa kendi inanç sistemlerinde bir ‘ruhban sınıfı’ bulunmadığını bilir, birilerinin peşine takılıp el etek öpmeyi inanç zannetmezlerdi. Dolayısıyla, şuurlu bir ‘azınlık’la muhatap olduğumuzu sanmıyorum. Buna mukabil ‘sekter’ olmak için fazlaca şuur gerekmiyor.

Soru: Geçen hafta, bir kadın avukatın sosyal medya paylaşımı nedeniyle başına gelene değinmiştim. Üslubu geçelim, beğenmiyorsanız ayıplarsanız; burada önemli olan, bir hak ve özgürlüğün sınırı tartışması ve ‘sınırlama’nın gerekçesi. Evet, ‘sıradan’ bir yurttaş dinsel hukuk yanlısı olabilir ve belli bir dereceye kadar ‘düşünce özgürlüğü’ kapsamında kabul edilebilir. Bir yurttaşın neyi, nasıl, kimlerle, nerede, hangi araçlarla, hangi eylem biçimlerini tercih ederek savunduğu, her biri ayrı ayrı ele alınarak temel hak tartışmasının konusu olabilir. Güzel de bu insanların savunduğu hukuk ve ona dayalı devlet biçiminin, yürürlükteki demokratik-laik sistemi ortadan kaldırmayı hedeflediğini unutmamak kaydıyla. Hem şeriat hukukunu hem laik Cumhuriyet hukukunu aynı anda savunamazsınız. Biri varsa, diğeri olmaz. İki kere ikinin dört ettiği gerçeği gibi.

Tarafı olduğumuz sözleşmelere dayanarak verilen uluslararası mahkeme kararları da söz konusu dînî hukukun çoğulcu demokratik düzene aykırı olduğu yönünde. Bu açılardan, TCK’nın meşhur 216. maddesi (‘halkı kin ve düşmanlığa tahrik’) ve yorumu son derece sorunlu. Düzenleme bir ‘sopa’ olarak kullanılmaya çok uygun ve öyle de kullanılıyor.

Bir iş yargıya intikal ettiğinde, büyük ölçüde ve bir yere kadar anlaşılabilir gerekçelerle, salt hak-özgürlük konusu ve fiilin hukuksal yorumu bağlamında tartışılıyor. Ancak hukuksal açmazlar, temel sorunun yalnızca bir boyutu. Üstelik hayli korunaklı bir alan. Olup bitenin siyasal gerekçelerini, siyasal ve toplumsal sonuçlarını hesaba katmadan yapılan her değerlendirme, eninde sonunda o siyasal-toplumsal gerçekliğe çarpar.

Burada ‘şeriat hukuku’ olmaz olmasına da milyonlarca insanın baskı altına alınması ve ‘bir kesimin değerleri’nin diğerlerinin yaşamını güçleştirmesi için, yinelemekte yarar var, bir başka hukuk sistemine geçmek şart değil.

Yalnızca 10 yıl öncesini, o gün bugündür yaşanan değişimi, laik kesime ve en sonunda ‘kurucular’a yönelik hakaretlerin ne denli kolay edilebildiğini bir düşünelim, geldiğimiz yere bakalım; suskunluğun ülkeyi nereye götürebileceğini tahmin etmek güç olmaz.

‘Laik Cumhuriyet’ ve dolayısıyla ‘demokrasi’yle derdi olan birileri var karşımızda, yüzde 10 mudur, 15 midir, rivayet muhtelif. Bu oranlar genellikle ‘tehlike’ olmadığını göstermek için veriliyor. Bana kalırsa önemli olan, kalan yüzde 85-90’nın olup biteni algılama ve tepki gösterme potansiyeli. Avukat hanımın başına getirilene de son zamanlarda hayli popülerleşen tarikat dizilerine de bu açıdan yaklaşmaktan yanayım.

Belki de durumu daha iyi kavrayabilmek için birkaç ‘saçma’ soru üzerine düşünebiliriz. Anketlere bakılırsa şeriat isteyenler yüzde 10 imiş. Peki, bir sonraki Ramazan ayında ‘şehirlerde’ içkili lokantaların içki servis edemeyeceği, hatta içki satışının bir ay boyunca yasak olacağı gündeme ‘getirilse’ ne olur. Tartışılır mı, tartışılır. Milyonlarca insan tweet yazar mı, yazar. Muhalif siyasetçilerin çoğu ürkek davranır mı, davranır. Bir kısmı susar mı, susar. Sonunda birileri, “Yahu amma uzadı, bir ay da içmeyiveririz” der mi, der. Sesini fazla çıkaranlar, din düşmanı ilan edilir mi, edilir. Bu sorulara, “Hayır, hiçbiri olmaz, mümkün değil” diyebilecek biri var mı memlekette?

Hadi bir soru daha; eşcinsellere yönelik açıkça ayrımcı bazı yasalar çıkarılsa ne olur? Kim karşı çıkar? Hayat durur mu?

Bu arada, popüler bir TV dizisinde Ramazan ayı boyunca ‘pavyondaki dans sahneleri’ olmayacakmış. Yapımcılar buna herhalde ‘saygı’ diyordur, ‘baskı’ diyecek halleri yok ya, başka türlü nasıl para kazanılacak!

Son olarak… Tarikat dizilerini ‘normalleşme’ olarak görenler var. Belki haklılardır, bilemiyorum. Ancak, dindar/mütedeyyin kesimden değil, tarikat yaşamından söz ediyoruz. Alışılan şey bu. Tamam, ‘Cüneyt Efendi’ yakışıklı delikanlı Allah için ve biraz da felsefe biliyor ama, eh güzel kardeşim, adam ‘efendi’ nihayetinde.

‘Normalleşme’ başka yazının konusu olsun, şimdilik şu kadarla yetineyim: Normalleşme için, ‘mütedeyyin’ kesimin de bir zahmet çevresine bakması ve kendilerinden başka insanlar, kendi inançlarından başka inançlar, kendi değerlerinden başka değerler olduğunu görmesi gerekiyor. ‘Seçilmiş insan’ olmadıklarını fark etmeleri, her şeyi kendilerine hak görmemeleri… Ha bir de, zahmet olmazsa, şu dünyadan göçüp gitmeden önce, kendilerine benzemeyen birinin hakkı çiğnendiğinde buna itiraz etmeleri, bir kez olsun, yalnızca bir kez olsun. Sonra, normalleşme konuşulabilir belki.

Gözüne fener tutulmuş ve kelimenin gerçek anlamıyla serseme dönmüş ahali, sosyal medya goygoyuna sıkışmış milyonlarca bezgin yurttaş, işin içine ‘bir kesimin değerleri’ ifadesi girince iyice alıklaşıp suskunlaşan ‘müesses’ muhalefet. Bir de, sanki dinsel baskı için anayasa değişikliğine ihtiyaç varmış gibi konuşmakta, yazıp çizmekte ısrar eden zevat. Baskı ve dönüştürme, rıza üretme için anayasa değişikliğine gerek yok. Yıllardır olup biten her şeyi suskunluklarıyla onaylayan, hatta teşvik edip rıza üreten ‘ilk üç madde sever’ siyasetçiler içlerini ferah tutsun.

Not: İşlerine iade edilen imzacı akademisyen meslektaşlarımız, özellikle Ankara 13. Bölge İdare tarafından yeniden görevden alınıyor ve başta çalışma hakkı olmak üzere haklarına bir kez daha ‘çökülüyor’.Aaaa hakikaten mi, yeniden mi işten atılıyor barış akademisyenleri?” Evet, “Aaaa, yeniden atılıyor”. Özellikle bir mahkemenin olumsuz tutumuyla. Bu satırlar yazılmadan iki saat önce, meslektaşım sevgili Mühdan Sağlam da 13 BİM tarafından ‘yeniden’ işinden edildi. Önümüzdeki yazı bu konuyla ilgili olacak. Akademik kurumlardan hayır yok, bugüne dek yapmadılar, bundan sonra da kesinlikle tepki göstermeyecekler. Aramızda kalsın, bir avuç insan dışında, atılanlar umurlarında filan değil. Hal böyleyken, hiç olmazsa ‘muhalif basın’ ve ‘duyarlı’ siyasetçiler şu konuyu gündeme getirse.

QOSHE - Bir kesimin değeri, diğer kesimin değeri değilse… Eyvah! - Murat Sevinç
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Bir kesimin değeri, diğer kesimin değeri değilse… Eyvah!

49 0
27.02.2024

Son yazının başlığı, ‘Ve bir gün kendinizi dînî hukuk tartışırken buldunuz!’ idi. Konuya devam.

“Burada Şeriat hukuku olur mu?” sorusuna falcılık yaparak, “Olmaz, ne zaman olmuş ki?” yanıtını vermiştim. Sorun şu ki bir kesimin muhtelif değerlerini diğer kesimlere dayatması için, adı sanı belli bir hukuk sisteminin benimsenmesi, onun geçerli hukuk haline gelmesi şart değil. Suskunluk ve atılan irili ufaklı adımları seyretmekle yetinmek, bu nedenle çok vahim.

Türkiye’deki dînî hukuk taraftarlarının büyük çoğunluğunun, taraftarı olduğu inanç sistemi ve gerekleri hakkında derli toplu fikri ve uzlaşısı olduğunu düşünmüyorum. Olsaydı, hiç olmazsa kendi inanç sistemlerinde bir ‘ruhban sınıfı’ bulunmadığını bilir, birilerinin peşine takılıp el etek öpmeyi inanç zannetmezlerdi. Dolayısıyla, şuurlu bir ‘azınlık’la muhatap olduğumuzu sanmıyorum. Buna mukabil ‘sekter’ olmak için fazlaca şuur gerekmiyor.

Soru: Geçen hafta, bir kadın avukatın sosyal medya paylaşımı nedeniyle başına gelene değinmiştim. Üslubu geçelim, beğenmiyorsanız ayıplarsanız; burada önemli olan, bir hak ve özgürlüğün sınırı tartışması ve ‘sınırlama’nın gerekçesi. Evet, ‘sıradan’ bir yurttaş dinsel hukuk yanlısı olabilir ve belli bir dereceye kadar ‘düşünce özgürlüğü’ kapsamında kabul edilebilir. Bir yurttaşın neyi, nasıl, kimlerle, nerede, hangi araçlarla, hangi eylem biçimlerini tercih ederek savunduğu, her biri ayrı ayrı ele alınarak temel hak tartışmasının konusu olabilir. Güzel de bu insanların savunduğu hukuk ve ona dayalı devlet biçiminin, yürürlükteki demokratik-laik sistemi ortadan kaldırmayı hedeflediğini unutmamak kaydıyla. Hem şeriat hukukunu hem laik Cumhuriyet hukukunu aynı anda savunamazsınız. Biri varsa, diğeri olmaz. İki kere ikinin dört ettiği gerçeği gibi.

Tarafı olduğumuz sözleşmelere dayanarak verilen uluslararası mahkeme kararları da söz konusu dînî hukukun çoğulcu demokratik düzene aykırı olduğu yönünde. Bu açılardan, TCK’nın meşhur 216. maddesi (‘halkı kin ve düşmanlığa tahrik’) ve yorumu son derece sorunlu. Düzenleme bir ‘sopa’ olarak kullanılmaya çok uygun ve öyle de kullanılıyor.

Bir iş yargıya intikal ettiğinde, büyük ölçüde ve bir yere kadar anlaşılabilir gerekçelerle, salt hak-özgürlük konusu ve fiilin........

© Diken


Get it on Google Play