İsrail dünyanın gözü önünde ve Batılı devletlerin büyük çoğunluğunun desteğiyle, çoluk çocuğuyla bir halkı yok etmeye niyetli gibi, toprağından sürüyor. Diğer yandan dünyanın her yerinde, çoklukla yine Batı’da, aklı başında, barışçıl, savaş karşıtı, Filistin halkının yanında milyonlarca insan sokaklarda; bir yandan İsrail saldırısının durdurulması, diğer yandan ‘özgür Filistin’ için ses veriyor. İsrail’de yaşayan, baskı ve şiddeti göze alarak Netanyahu’nun ırkçı-dinci siyasetini desteklemeyen İsrailli barış yanlıları da o ses verenlere dahil.

Dünyanın her yerinde barışın ve savaşın dili aynı… İsrail’i destekleyenler -ve koskoca uluslararası basın kuruluşları- orada Filistinliler, siviller, çocuklar yokmuşçasına özellikle Hamas’a vurgu yapan bir dil kullanıyor, tüm zorbalar gibi kendi siyasetine karşı çıkanları teröristlikle ya da terörizmi desteklemekle itham ediyor, Filistin destekçileri çalıştıkları kurum ve yaşadıkları ülkelerde zor günler geçiriyor, bombardıman altındaki insanları ‘insan-dışı’ varlıklarmışçasına isimlendiriyor, İsrailli askerler yıkılmış Filistinli evleri önünde ve muhtemelen artık yaşamayan birilerinin kanepesine oturup poz veriyor vs.

Dünyadaki muadilleriyle karşılaştırınca Türkiye’deki eylemler zayıf ve dağınık. Bunun temel nedeni, ülkede Filistin meselesine sahip çıkan kesimlerin niteliği ve birbirine bakışı olsa gerek. Tarihsel olarak Filistin davasını sahiplenmiş sol eski sol değil, Türkiye pek çok bakımdan eski Türkiye değil. Burada ‘eski’ ve ‘yeni’ye olumlu ya da olumsuz bir değer yüklemiyorum, durum bu.

Saldırıların başladığı ilk günlerde solcu yazarların, takipçilerine Filistin konusunu anlatmakta yaşadıkları zorluk malum. ‘Birbirine bakış’ ile kastım daha çok, sol ile İslamcı/muhafazakâr kesimin ilişkisi. İsrail’e birlikte karşı çıkmayı, örneğin birlikte bir gösteri yapmayı imkânsızlaştıran bir ilişki, ya da ilişkisizlik.

Neden bir ilişki olsun ki aralarında?‘ makul bir soru kuşkusuz, itirazım yok; İsrail’i protesto etmek için dahi bir meydanda ‘artık’ yan yana durma ihtimalinin bulunmayışından söz ediyorum. Bu satırları okuyan yirmili yaşlardaki insanlar için bir şey ifade etmeyebilir, ancak, örneğin yıllar önce üniversitelerdeki türban yasakları protestolarında, kılık kıyafet ve inanç özgürlüğü bağlamında yan yana gelebilmek ihtimal dahilindeydi. Hâlihazırda bu mümkün değil, öyle görünüyor ve son derece anlaşılabilir nedenleri var.

Türkiye’de hiçbir konu, son çeyrek yüzyılda siyasal İslamcılar tarafından yönetildiğimiz gerçeğinden, 2015 sonrasında ‘MHP ile ittifak halinde’ adım adım kurulan parti-devlet rejiminin niteliğinden, söz konusu rejimin adalet ilkesini yerle yeksan edişinden, kamuoyunun yaşadığı güven sorunundan ve kamusal yaşama ilişkin endişelerden ayrı ele alınamaz. Son haftalarda Türkiye’de tanık olduğumuz İsrail karşıtı eylemlerin niteliği, İslamcıların/muhafazakârların benimsediği yöntemler ve eylem biçimlerinin sol-demokrat muhalif kamuoyunda yarattığı ‘duygu’ da buna dahil.

İktidar halesinin, o hale dışındakilerin kendilerine bakışıyla ilgili bir değerlendirme sorunu yaşadığı açık. Doğrusu, nicedir konumlandıkları kibir dağlarından aşağıyı süzüp de o bakışı fark edip etmedikleri ayrı mesele.

Buna mukabil, nadiren de olsa dağın eteklerinde ayakta kalmaya çalışanları fark edip gördüklerinden hazzetmiyor gibiler. Ciddiye alınmak istiyor, alınmıyor ve bu duruma öfkeleniyorlar. Dikkate alınmak için sırtını iktidara dayamak ve mütemadiyen büyüklük taslamak, had bildirmek dışında, insana ve kurumlara saygınlık kazandıran başkaca hasletler gerektiğinin farkında değil gibiler. Siyasal İslamcıların bu ülkede asıl kaybettiklerinin ne olduğu, o kaybedilenin seçim zaferleriyle telafi edilemeyeceği, başka bir yazının konusu olacak.

Dikkate alınmak için, herkesçe kabul edilebileceği gibi, öncelikle dikkati hak eden bir şeyler yapmak gerekir. Toplumsal-siyasal gelişmeleri değerlendirmek, üzerine söz söyleyebilmek, dile getirilenin işitilmesi, sözün karşı tarafa ulaşması; ancak olup bitenin kaynakları- sorumluları ile araya mesafe konulabilirse mümkün olur. Düşünce ve eylemin itibarı ile iktidar odaklarıyla fazla haşır neşir olmamak arasında güçlü bir bağ var.

İktidar odağı’ derken yalnızca ‘yöneten’i kastetmiyorum, çünkü iktidar salt ‘hükümet’e değil, her düzeyde ‘hükmeden’e dair bir olgu. Ailede, okulda, sokakta, iş yerinde, siyasette vs. Herhalde, insan ve kurumlara kişilik kazandıran şey, söz konusu mesafeyle ilgili. Özsaygı sahibi ve eleştirel düşünebilen birinin ‘sözüyle’, örneğin herhangi bir kurumun sözcüsünün ‘sözü’ arasındaki farkın kaynağını burada aramalı.

Evet, İsrail’in şu anki ırkçı-dinci yönetimi (İsrail halkının Netanyahu’nun ‘sözlerine’ pek itibar etmediğini gösteren bir anketi buraya bırakıyorum) dünyanın gözü önünde bir halka saldırıyor, doğru ve İsrail ile sıkı siyasi-ticari bağları olan devletler ya sessiz kalıyor ya İsrail’i destekliyor ya da İsrail’i kınarken asıl yapılması gerekenleri yapıp da o siyasi-ticari ilişkilere halel getirecek adımlardan kaçınıyor.

Bakın, ‘gazetecilik’ yoluyla birilerinin damarına basınca soluğu yurt dışında almak zorunda kalan Metin Cihan, geçen hafta, her Allah’ın günü Türkiye limanlarından İsrail’e giden gemileri, sayılarını vb. paylaştı. Başkaları da benzer haberler yapıyor. İsrail’in temel bazı gereksinimleri ya doğrudan Türkiye’den ya da Türkiye’den geçişlerle karşılanmaya devam ediyor.

Yönetimin bu konuda bir adım atmaya niyeti yok. Bolca işlevsiz laf ve kitlesinin ciddiyetsiz eylemlerle oyalanmasından hoşnut. Daha dün, TBMM’de muhalefetin ‘İsrail’e gönderilen malların içerik ve miktarına yönelik’ verdiği araştırma önergesi, müthiş ikili ‘AKP-MHP’ oylarıyla reddedildi.

O kitleden birileri uzun süre bir meşrubatı kaldırılmalara dökerek protesto etti İsrail’i. Firma memnun tabii, satışlar arttı, ne kadar çok dökülse o kadar iyi!

Ardından yine aynı hâleden birileri, bu kez bir kahve zincirinin şubelerine gidip müşterilere nutuk atmaya, insanları rahatsız etmeye başladı. Böylece hem İsrail’le ilgisiz bir eylem yapmış, hem de karşı oldukları bir yaşam tarzına musallat olma fırsatını kaçırmamış oldular.

Dün, bu kez bir hekim gurubu, çocukluğumdan beri önünden geçerken yapısına hayranlıkla baktığım bir hastaneye, Özel Balat Or-ahayim Musevi Hastanesi’ne gidip eylem yapmış. II. Abdülhamit saltanatında açılan hastanenin İsrail’le, siyasetiyle, Gazze’deki katliamla bir ilgisi var mı, yok. Peki, bir hastaneyi, çalışanlarını ve hastalarını taciz eden bu saçmalığın, saçmalayanlarca bir önemi var mı, hayır, yok.

Bir eylem ‘hukuksal sınırlar’ içinde kaldığı müddetçe, yalnızca eylemciyi ilgilendirir. İsteyen kaldırıma kahve döker isteyen meşrubat, isteyen ikisini karıştırıp İsrail’e destek olan Alman markası o meşhur aracın tamponuna sürer. Ancak bunları, İsrail’in Gazze’de yapıp ettiklerine karşı eylemler olarak niteleyip üzerine bir de ciddiye alınmayı beklemek, işte o pek olası değil. Yalnızca eylemin muhataplarındaki ‘bilinçli’ sapma nedeniyle değil, aynı zamanda, iktidar yandaşlarının hak ve özgürlükler konusunda yıllar boyu sergilediği performans nedeniyle de. Burada, söz ve eylemin değeri ile söyleyenin ve eyleyenin yönetimle ilişkisi arasındaki bağı bir kez daha hatırlatmak isterim.

İktidarın irili ufaklı nimetlerinden yararlanma arzusu ve seyredenin yüzünü kızartan paylaşım telaşında, kendi çıkarına olmayan hiçbir konuyla ilgilenmeyen, kendine benzemeyenin yüz yüze kaldığı dehşet verici adaletsizlere sessiz kalan ya da teşvik eden, hemen her eleştiri karşında bol sövgülü öfke nöbeti geçiren, ülkesindeki muhaliflerin canına okunmasına alkış tutan insanların ‘karşı çıkış’ını dikkate almak olanaksız. Üstelik, İsrail devletine mi yoksa Yahudilere mi yöneldiği belirsiz protestolarda.

Bir de şunu sorsam çok mu kırıcı olur: Siyasal varlıklarını ve başkaca pek çok şeyi borçlu oldukları siyasetçi, yarın öbür gün “Oturun oturduğunuz yerde, yeter bu kadar protesto ettiğiniz” dese içlerinden bir kişi olsun bu ‘talimat’a karşı çıkar mı? ‘Çıkmaz’ yanıtından kuşkusu olan?

Güç sahiplerine asgari mesafe ve ve eğer mümkünse iktidara göre değişmeyen bir ‘ilke’ sahibi olmak, bu yüzden önemli.

Yazı önerileri:

Volkan Çıdam’ın, İsrail’in yaptıklarının Almanya’daki yansımalarına ilişkin kapsamlı ve öğretici yazısını üşenmeyip okumanızı dilerim.

Levent Köker’in, aynı konudaki güzel yazısı.

QOSHE - Meşrubat, kahve ve hastane! - Murat Sevinç
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Meşrubat, kahve ve hastane!

37 0
23.11.2023

İsrail dünyanın gözü önünde ve Batılı devletlerin büyük çoğunluğunun desteğiyle, çoluk çocuğuyla bir halkı yok etmeye niyetli gibi, toprağından sürüyor. Diğer yandan dünyanın her yerinde, çoklukla yine Batı’da, aklı başında, barışçıl, savaş karşıtı, Filistin halkının yanında milyonlarca insan sokaklarda; bir yandan İsrail saldırısının durdurulması, diğer yandan ‘özgür Filistin’ için ses veriyor. İsrail’de yaşayan, baskı ve şiddeti göze alarak Netanyahu’nun ırkçı-dinci siyasetini desteklemeyen İsrailli barış yanlıları da o ses verenlere dahil.

Dünyanın her yerinde barışın ve savaşın dili aynı… İsrail’i destekleyenler -ve koskoca uluslararası basın kuruluşları- orada Filistinliler, siviller, çocuklar yokmuşçasına özellikle Hamas’a vurgu yapan bir dil kullanıyor, tüm zorbalar gibi kendi siyasetine karşı çıkanları teröristlikle ya da terörizmi desteklemekle itham ediyor, Filistin destekçileri çalıştıkları kurum ve yaşadıkları ülkelerde zor günler geçiriyor, bombardıman altındaki insanları ‘insan-dışı’ varlıklarmışçasına isimlendiriyor, İsrailli askerler yıkılmış Filistinli evleri önünde ve muhtemelen artık yaşamayan birilerinin kanepesine oturup poz veriyor vs.

Dünyadaki muadilleriyle karşılaştırınca Türkiye’deki eylemler zayıf ve dağınık. Bunun temel nedeni, ülkede Filistin meselesine sahip çıkan kesimlerin niteliği ve birbirine bakışı olsa gerek. Tarihsel olarak Filistin davasını sahiplenmiş sol eski sol değil, Türkiye pek çok bakımdan eski Türkiye değil. Burada ‘eski’ ve ‘yeni’ye olumlu ya da olumsuz bir değer yüklemiyorum, durum bu.

Saldırıların başladığı ilk günlerde solcu yazarların, takipçilerine Filistin konusunu anlatmakta yaşadıkları zorluk malum. ‘Birbirine bakış’ ile kastım daha çok, sol ile İslamcı/muhafazakâr kesimin ilişkisi. İsrail’e birlikte karşı çıkmayı, örneğin birlikte bir gösteri yapmayı imkânsızlaştıran bir ilişki, ya da ilişkisizlik.

Neden bir ilişki olsun ki aralarında?‘ makul bir soru kuşkusuz, itirazım yok; İsrail’i protesto etmek için dahi bir meydanda ‘artık’ yan yana durma ihtimalinin bulunmayışından söz ediyorum. Bu satırları okuyan yirmili yaşlardaki insanlar için bir şey ifade etmeyebilir, ancak, örneğin yıllar önce üniversitelerdeki türban yasakları protestolarında, kılık kıyafet ve inanç özgürlüğü bağlamında yan yana gelebilmek ihtimal dahilindeydi. Hâlihazırda bu mümkün değil, öyle görünüyor ve son derece anlaşılabilir nedenleri var.

Türkiye’de hiçbir konu, son çeyrek yüzyılda siyasal İslamcılar tarafından yönetildiğimiz gerçeğinden, 2015 sonrasında ‘MHP ile ittifak halinde’ adım adım kurulan parti-devlet rejiminin niteliğinden, söz konusu rejimin adalet ilkesini yerle yeksan edişinden, kamuoyunun yaşadığı güven sorunundan ve kamusal yaşama ilişkin endişelerden ayrı ele alınamaz. Son haftalarda Türkiye’de tanık........

© Diken


Get it on Google Play