Şöyle bir ‘mi‘ sesi vermişti Livaneli birkaç ay önce:

“Dağlarca’nın Rotterdam’da saz çalarken bir kağıt çekip benim için yazdığı bir dörtlük:

Saz çaldın mı

Sağ elin geçmiştedir

Sol elin

Gelecekte”

İlk dizedeki mi ‘çaldığın zaman’ anlamına geldiğine göre ayrı mı bitişik mi yazılmalı sizce?”

Livaneli’nin ilk cümlesi, sazı Dağlarca çalmadığına göre, şöyle olsa daha iyiydi:

“Rotterdam’da saz çalarken Dağlarca’nın bir kağıt çekip benim için yazdığı bir dörtlük:

Ama konumuz bu değil. Livaneli’nin sorusuna burada bir cevap yazmamıştım da mektubuna verdiğim cevapta, mi’yi ayrı yazmanın bana doğru geldiğini, bitişik yazmanın tuhaf olacağını söylemekle yetinmiştim; herhangi bir açıklama içermeyen lakırdılar yani. Kafamı kurcalayan, beynimin ucuna gelip de bir türlü düşünceye dönüşmeyen şey, Türk Dili dergisinin 1953 Şubat sayısında, Mehmet Ali Ağakay’ın ‘İkizlemeler Üzerine‘ yazısını okurken parladı.

‘İkizleme‘nin ne olduğunu bilen ama benim gibi bu adlandırmayı bilmeyenler için bir iki örnek aktarayım: başa baş, ucu ucuna, bire bir, boşu boşuna, pisi pisine, gelgel, cırcır, zıpzıp…

Bu ikizlemeler türlü türlü. Bizi ilgilendiren, benim beynimde şimşek çaktıran türe geçelim. Ağakay, “Pekiştirme cümleleri” deyip bunun üç türüne örnekler veriyor, işte bunlar bizim konumuz:

Güzel mi güzel, pis mi pis, zalim mi zalim… Bunlar hükmü pekiştirmek için.

“Büyük doğal felakete yol açacağı bilimsel bir gerçek ama hükümet Kanal İstanbul’u yapar mı yapar”, “Kadın voleybolcular kazanır mı kazanır”, “İşçiler greve gider mi gider”… Bunlar gerçekleşme ihtimalinin yüksek olduğunu belirtmek, pekiştirmek için.

“Yeni zamlar gelecek mi gelecek”, “İsrail Gazze’de çoluk çocuk en az onyedi bin insanı dünyanın gözü önünde öldürdü mü öldürdü”… Bunlar ihtimali kesinlik derecesine çıkaran pekiştirmeler.

Biz başka bir tür daha ekleyelim: “Seçim hilesiydi, iktidar imkanlarıydı şu bu, Erdoğan kazandı mı kazandı kardeşim”, “Şimdiye kadar savunup durdum ama bu iktidar ülkeyi soydu mu soydu”… Bunlar da gerçeği pekiştiriyor.

Anladığımız, mi’yi hep soru sorarken kullanmıyoruz. Böyle pekiştirme işine de yarıyor ve hepsinde de ayrı yazılıyor.

‘Mi‘ bir edatmış. Peki edat neymiş? Fevziye Abdullah Tansel’den (İyi ve Doğru Yazma Usûlleri) aktarıyorum:

“Edatların diğer kelimelerden farkı, tek başına mânaları bulunmamasıdır. Edat, bir kelimenin veya kelime gruplarının cümlede birbirleriyle münasebetlerini göstermeğe yarar. Edat, başka kelimelerle münasebetini te’min ettiği kelimeden sonra gelir.”

Siz diyebilirsiniz ki, edatlar önceki kelimeye birleştirilsin, birkaçı zaten birleştiriliyor, ama başka bir sorundur bu, belki ileride birleşir mi de. Oğlumun anneannesi Nevvare Saraç 12 Eylül darbesinden önce Edirne’de TÖB-DER başkanlığı yapmış, emekli olduktan sonra da okumayı, öğrenmeyi, düşünmeyi sürdürmüş bir edebiyat öğretmeniydi, bir gün sohbet ederken, “Amaan n’olacak, mi’yi ayrı yazmasak, cümlenin soru olduğu anlaşılmayacak mı yani, anlaşılacak.”

Bilmem ki, dilbilimciler değerlendirsin bunu, belki biri de mi’nin iştikaklarını anlatır, nerden gelmiş nereye gidiyor acaba? İşin gramer tarafı beni pek az ilgilendiriyor doğrusunu isterseniz, ben nasıl yazmanın, cümleyi nasıl kurmanın, kelimeleri nasıl kullanmanın daha etkili, güzel olduğuyla, kolay anlaşılacak, rahat okunacak, tad alınacak biçimde yazmanın yolu yordamıyla ilgiliyim.

Şimdi de Dağlarca’nın şiirindeki ‘mi’ye gelelim. Şairlere güvenirim, kelimeleri onlar düşünmeyecek de kim düşünecek? Hem Dağlarca, en büyük şairlerimizden biri, ta çocukluğundan beri sözcükler üstünde düşündüğünü, onların ille de yaşamla ilgili olduklarını düşlediğini, bu tutkusunun da sonra sözcüklere dönük bir arama, aralarındaki ilişkileri bulma alışkanlığı verdiğini anlatır ve şöyle der (Dağlarca İle, Yasemin Arpa):

“Başımdaki bu sözcük çalışması, inanınız, yapıtlarımın belki de dikiş makinesidir.”

(Tam burada, geçen haftaki alıntı yazısıyla ilgili bir parantez açayım. Dağlarca’yı aktarırken pekala bütün dediklerini alıntı olarak tırnak içinde verebilirdim, çok uzun da olmazdı üstelik bu alıntı, ama öyle yapmadım, dediklerinin büyük kısmını ben hikaye ettim ki, tırnak içinde, onun ağzından verdiğim cümle, yani alıntı parlasın, öne çıksın, vuruculuğuna halel gelmesin, okur ‘yazıların dikiş makinesi‘ne dikkat kesilsin.)

Dağlarca’nın bir kelimeyi öyle ya da böyle yazarken düşünmemiş olduğunu düşünemeyiz. Şunu demiş bir adamdan söz ediyoruz:

“Bende sözcüklere karşı şehvet dikkati var. Ben sözcüklerin tüylerini sayarım.”

Dağlarca orada mi’yi ayrı yazdıysa ayrı yazılmalıdır. Sadece onun şiiri olduğu için değil, o deyişin niteliğini de gösterdiği için. Evet, Livaneli’nin dediği gibi ilk dizedeki ‘mi’, ‘çaldığın zaman‘ demektir gerçi, ama aslında zamanı değil de bir durumu belirtir.

Refik Halid Karay’ın bir dilbilgisi kitabından bahseden şu cümlesini alalım (Türkçenin Tadı ve Ahengi, İnkılâp Kitabevi):

“Yazılarımı yazarken zihnim bir noktaya takıldı, içimde bir şüphe hasıl oldu mu, hemen ona başvuruyor, aradığımı fazlasiyle bularak şüpheden kurtuluyor, ferahlıyorum.”

Bir örnek daha: Oktay Rifat Yoksul Evler‘de, çok çocuklu bir kadına “Kocanız ne kazanır?” diye soruyor. Kadın şöyle başlıyor anlatmaya:

“Kışın devamlı olarak üç ay iş yapamaz. Herkes sobasını kurdu mu, inşaatlar durdu mu bir kere, iş olmaz.”

Bu iki örnekte de ‘mu’ benzer işlev görüyor: şüphe hasıl olduğunda, inşaatlar durduğunda…

Şimdi bir de şu örneğe bakalım, Oktay Rifat’ın konuştuğu ayakkabı tamircisi şöyle diyor:

“Biz Kafkas’tan muhacir geldik. Şimdi değil ama o zaman. Teee… altmış senelik iş. Ormanlarda dağ fındığı yiyerek, karda, tipide, boranda canımızı zor kurtardık. Sulardan atladık. Kimimiz geçti, kimimiz kaldı. Düşman da silaha tutmaz mı bizi!”

Nasıl, önceki iki örnektekine benziyor mu? “Düşman da bizi silaha tuttu” deseydi zayıf kalmayacak mıydı, tatsız tuzsuz, güçsüz bir cümle olmayacak mıydı? Burada da ‘mi’ soru değil, vurgu.

Yani mi işi o kadar da basit sayılmaz. Dağlarca “çaldığın zaman” ya da “çaldığında” diyebilecekken dememiş, bunu akıl edememiş değildir, kurduğu şiirin hem ses hem anlam bakımından bir gereği olduğu için, ikisi arasında bir fark gördüğü için “çaldın mı” demiştir.

Buradaki ‘mi’ de eylemi pekiştiriyor: Öyle bir çalarsın ki, çalman öyle harikulade, öyle gerçeküstü bir şey ortaya çıkarır ki, bir elin geçmişte olur, bir elin gelecekte.

Bir övgü var burada Livaneli’ye, ‘mi’ o övgüyü de pekiştiriyor anlamla birlikte. “Çaldığın zaman” deseydi, “bir elin geçmişte, bir elin gelecekte” diye devam etmesi saçmalık olurdu; bu gerçeküstü durumu taşıyamaz çünkü “çaldığın zaman”, ancak ‘mi’ taşıyabilir.

Biz ‘mi’nin bu taşıma gücünü, bu pekiştirme niteliğini çok iyi biliyoruz aslında gündelik konuşmalarımızdan da. Birkaç örnek verelim:

“Salıncağın o kadar yakınında durma, bir çarptı mı görürsün!”

‘Çarptığı zaman görürsün’ aynı vurguyu vermez.

Hani argo, maço bir deyiş var ya: “Kodum mu oturturum!” Ne diyeceğiz, “Koduğum/vurduğum zaman oturturum!” Olur mu hiç, bırakın vurguyu, anlamı bile farklı neredeyse.

“Fenerbahça gol mü yedi, kaç Erdal’ın yanından.” Bu cümle şununla aynı mı: “Fenerbahçe gol yediği zaman Erdal’ın yanından kaç.”

Dağlarca “Mi ayrı yazılmalı” dedi mi uy ona, o ayrılık vurguyu, pekiştirme gücünü taşıyor çünkü.

QOSHE - Zülfü Livaneli’nin mi’si - Mustafa Dağıstanlı
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Zülfü Livaneli’nin mi’si

19 18
10.12.2023

Şöyle bir ‘mi‘ sesi vermişti Livaneli birkaç ay önce:

“Dağlarca’nın Rotterdam’da saz çalarken bir kağıt çekip benim için yazdığı bir dörtlük:

Saz çaldın mı

Sağ elin geçmiştedir

Sol elin

Gelecekte”

İlk dizedeki mi ‘çaldığın zaman’ anlamına geldiğine göre ayrı mı bitişik mi yazılmalı sizce?”

Livaneli’nin ilk cümlesi, sazı Dağlarca çalmadığına göre, şöyle olsa daha iyiydi:

“Rotterdam’da saz çalarken Dağlarca’nın bir kağıt çekip benim için yazdığı bir dörtlük:

Ama konumuz bu değil. Livaneli’nin sorusuna burada bir cevap yazmamıştım da mektubuna verdiğim cevapta, mi’yi ayrı yazmanın bana doğru geldiğini, bitişik yazmanın tuhaf olacağını söylemekle yetinmiştim; herhangi bir açıklama içermeyen lakırdılar yani. Kafamı kurcalayan, beynimin ucuna gelip de bir türlü düşünceye dönüşmeyen şey, Türk Dili dergisinin 1953 Şubat sayısında, Mehmet Ali Ağakay’ın ‘İkizlemeler Üzerine‘ yazısını okurken parladı.

‘İkizleme‘nin ne olduğunu bilen ama benim gibi bu adlandırmayı bilmeyenler için bir iki örnek aktarayım: başa baş, ucu ucuna, bire bir, boşu boşuna, pisi pisine, gelgel, cırcır, zıpzıp…

Bu ikizlemeler türlü türlü. Bizi ilgilendiren, benim beynimde şimşek çaktıran türe geçelim. Ağakay, “Pekiştirme cümleleri” deyip bunun üç türüne örnekler veriyor, işte bunlar bizim konumuz:

Güzel mi güzel, pis mi pis, zalim mi zalim… Bunlar hükmü pekiştirmek için.

“Büyük doğal felakete yol açacağı bilimsel bir gerçek ama hükümet Kanal İstanbul’u yapar mı yapar”, “Kadın voleybolcular kazanır mı kazanır”, “İşçiler greve gider mi gider”… Bunlar gerçekleşme ihtimalinin yüksek olduğunu belirtmek, pekiştirmek için.

“Yeni zamlar gelecek mi gelecek”, “İsrail Gazze’de çoluk çocuk en az onyedi bin insanı dünyanın gözü önünde öldürdü mü öldürdü”… Bunlar ihtimali kesinlik derecesine çıkaran pekiştirmeler.

Biz başka bir tür daha ekleyelim: “Seçim hilesiydi, iktidar imkanlarıydı şu bu, Erdoğan kazandı mı kazandı kardeşim”, “Şimdiye kadar savunup durdum ama bu iktidar ülkeyi soydu mu soydu”… Bunlar da gerçeği pekiştiriyor.

Anladığımız, mi’yi hep soru sorarken kullanmıyoruz. Böyle pekiştirme işine de yarıyor ve hepsinde de ayrı yazılıyor.

‘Mi‘ bir edatmış. Peki edat neymiş? Fevziye Abdullah Tansel’den (İyi ve Doğru Yazma Usûlleri) aktarıyorum:

“Edatların diğer kelimelerden farkı, tek başına mânaları bulunmamasıdır. Edat, bir kelimenin........

© Diken


Get it on Google Play