Ethem Baran’ın Köhne Romanı Üzerine

Mekânlar Mı Yoksa Vicdanlar Mı Köhne?

“Feramuz’un ilk ölümüydü bu.

İlk kez ölenlerin başına gelen onun da başına geldi ve sevdiği kadınları hatırladı.”

Türk ve dünya edebiyatında bazı romanlar girişleriyle unutulmazlar arasında yerini alır. Ethem Baran’ın Köhne romanı da bu giriş cümleleriyle edebiyatımızda unutulmayanlar arasına girecek kadar çarpıcı. Feramuz’un hayatını merak ederek okumaya başlıyoruz Köhne’yi. Okudukça da şaşkınlığımız artıyor. Feramuz’un hikâyesinin peşinde sürüklenirken çok kahramanlı bir romanla karşı karşıya kalıyoruz. Üstelik bu çok katmanlı ve döngüsel romanda zaman kavramı da iç içe girişik verilmekte. Geriye dönüşler, ileriye sıçrayışlar (“Selver, önce Yasemine’ hamile kalacaktı, iki yıl sonra da Cavidan’a. Ve Umut hep dört yaşında kalacaktı) ve çözümlemelerin hep bir sarmal dâhilinde verilmesiyle büyük bir bulmacanın içinde buluyoruz kendimizi. Zira karakterlerin hikâyeleri birbirinin hayatına ucundan kıyısından bir şekilde dokunmakta. Akrabalık bağları ve komşuluk ilişkileri olan ailelerin üç kuşaklık hikâyelerini öğreniyoruz Köhne’de. Kuşaktan kuşağa değişmeyen bir kaderin benzer acıları, yoksullukları, yozlaşmış ilişkileri, kadınların hiç sayılmışlığı, çocukların değer görmeyişi…

Köhne’yi özel kılan pek çok ayrıntı var. Öncelikle Ethem Baran’ın dilinin güzelliği. Ethem Baran’ın üslubuna aşina olanlar onun edebi dilinin lezzetini çok iyi bilir. Dilinin doğallığı, sahiciliği, kelimelerinin ahengi ve ritmi sizi çeker yazdıklarına. Orta Anadolu’nun ağız özelliklerini oldukça içten yansıtan yazar, Köhne’de geleneksel hikâye anlatıcılığını modern anlatı teknikleriyle harmanlayarak dinamik bir dil yaratır. Baran, bir röportajında da ifade ettiği gibi Romandaki karakterlerin sahiciliği, canlılığı konuşma biçimleriyle de doğrudan ilgili. İnsanlar, gündelik yaşantılarında öyle konuşuyor, hayatlarını öyle sürdürüyorlar. Cemil Meriç’in dediği gibi, argo, yaralı vicdanların sesi, günahları gizleyen peçe ve korkunun ördüğü duvar… Aynı zamanda her ülkenin, her kültürün dili…” Kurmaca eserlerde argo ve küfür sevmesem de Köhne’de argo kelimeler, küfürler karakterlerin ağzında eğreti durmuyor. Deyimler, atasözleri, bölgeye has kelimelerin de yerinde verilişiyle bir bütünlük arz ediyor ve romanın gerçekçiliğini güçlendiriyor.

Yöresel kelime, deyim, söyleyiş ve atasözlerinden bazılarına örnek verecek olursak: “Cıncık, cımcılık, horanta, deşirici, evirgeç, düğürcük, pırtıcı, göbel, okuntu, tirendaz adam, pırlımpıt giyinmek, it ayağı yemek, karaltısı kara yerden gelesice, kele anam bacım, küşümlenme, beli bıkı ağrımak, aklını çıvdırmak… Biz kebap kokusu var diye geldik, meğer eşek dağlıyorlarmış. İt doydu da Haydar mı kaldı?

Babanın bekini yemi. Bıçak sapını kesmez. Kancık it yalanmazsa erkek it dolanmaz.”

Ethem Baran’ın büyülü diline, benzetmelerindeki ve nesneleri canlandırmasındaki güzelliğe şu birkaç cümleyi örnek olarak vermek yeterli olacaktır sanırım.

“Bu koku, yeni yeşile durmuş firiklerin çocuksu, dövenin altında çıtırdayan buğday saplarının sarışın, bahçedeki elmaların diri, aygın baygın tozlanan iğdelerin sarhoş, derin bir uykudan çıkıp gelmişçesine insanı uyuşturan cevizlerin serin kokusunu unutturan bir kokuydu.”

“Başı dumanlı bahar öyle inliyordu ki, sobadaki kömür karşılık veriyordu korların kızıllığından; çaydanlık, cızırtısını o iniltiye bırakıyor duvara düşen gölgeler sahiplerinden önce ah çekiyordu seslerini yutarak”

Köylerde insanlar kendilerini belirgin kılan lakaplarla anılır. Romandaki kahramanlar da gerek isimleriyle gerekse lakaplarıyla karakter özelliklerini sergiler nitelikte verilmiş. Gök Halit, Tuturuk Adil, Kelleci Mikail, Battal Ağa, Cinci Binali, Penpe Karı, Fındık Ali, Yirik Recep, Deli Şahinde, Pırtıcı İbrahim gibi.

Köhne’deki anlatıma zenginlik katan bir başka unsur da Ethem Baran’ın masal kahramanı Keloğlan’ı bir imge olarak roman kurgusu içinde kullanmasıdır. Kırsalda çocukların hayal dünyasını süsleyen büyük bir kahramandır Keloğlan. Esasında Keloğlan yoksul Anadolu insanının bir sembolüdür. Keleş oğlumuzun anasıyla derdi günü bir lokma emek için uğraş değil midir? Köhne’de özellikle Cevcet karakterinin ruh hâlini yansıtmada Keloğlan masalı çok etkili bir biçimde işlenmiştir.“Cevcet, Keloğlan’ın değnekten atına bindiği için salak yerine konmasına bozulduysa da fazla kulak asmadı. Kendi değnekten atını, hatta atlarını hatırladı. Keloğlan’ın atı kim bilir nasıldı? Ee, koskoca Keloğlan bu, dünyaya akıl erdirmiş, şeytana pabucunu ters giydiren, padişah kızlarına parmak ısırtan bir keleş oğlan. Onun atı şu gariban Cevcet’in atı gibi olacak değildi ya! Defalarca dinlediği hikâye, ne kadar çok dinlese o kadar güzelleşecekmiş gibi kulaklarını dört açtı.” Bu anlatımla Cevcet, Keloğlan ile aynı masalın kahramanı olur adeta. Bir çocuğun gözünde Keloğlan güçlüdür, atı da öyle. Oysa masallarda Keloğlan yoksuldur, atı yoktur, binse binse eşeğe biner.

“Güvercin donuna (o güzelim kuşların donu da varmış meğer) giren evliyalar, toprağından kalkıp yürüyen mezar taşları, çocukları alıp mağaralarına kaçıran sonra da onları kazanlarda pişirip yiyen devler, geyik avına çıkan âşık delikanlılar, karanlık yerlerin neredeyse hepsini dolduran cinler, insanın aklını başından alan periler, altları fokur fokur kaynayan kazanlarının başında manyak manyak kahkahalar atan cadılar… Keloğlan da olmasa onları güldürecek, devlerin mağaralarına götürüp yüreklerini ağızlarına getirecek, sonra aynı şeyleri tekrar ede ede hikâyeyi tatlandıracak başka kimleri vardı ki!”

Cevcet’in masallarda etkisi altında kaldığı her şey, hayal dünyasına ve korkularına sızmıştır bir kere. Annesini öldürmek isteyen ama bir türlü buna cesaret edemeyen Cevcet, korkularıyla yüzleşirken dinlediği Keloğlan masallarının etkisiyle bardağı ısırıp ağzında çiğneyecek kadar düşle gerçeği karıştırır. Cevcet de kendi Keloğlan masalını uydurur. Annesi Kumru’nun Aşır’a kuma gitmesine, kardeşinin ölümüne çok içerlemiştir. Cevcet’in masalında “Keloğlan, anasını, çocuklarını bırakıp gittiği, onları el âlemin adamlarına muhtaç ettiği için babasını öldürürdü. Sonra sıra öbür babasına gelirdi. Keloğlan bu, durur mu, onu da öldürürdü. Ekmeği yediği için dayağa razı olacak değildi ya, öldürür kurtulurdu. Tarla ortada mıkal dı? Kim mi ekip biçecek? Onun da kolayı vardı: Satardı tarlayı, evi barkı, ver elini Ankara…”

Ethem Baran’ın yaşadığı toprakların sesi, nefesi olan Neşet Ertaş’a sevgisi, vefası ve gönül bağını bu romanında da görürüz. Yazarın, Neşet Ertaş ve Muharrem Ertaş’ı anarken özellikle Yeşil Ayna türküsünü Feramuz ve Selver aşkında kilit niteliğinde verdiğini görürüz.

“Kendi melül melül gözü yaşlı da yâr sen sefa geldin

Benim ile mercimeği daşlı da yâr sen sefa geldin”

Türkünün sözleri arasında anılar, ölü yapraklar gibi uçuşur. Feramuz, aradan geçen onca yıla onca kadına rağmen hasta yatağında kendisini ziyarete gelen Selver’i sesinden tanır. Selver’in sevdiği türküyü hatırlar ve yine anılar, türkünün sözleri arasında ölü yapraklar gibi uçuşur. Türkünün dizeleriyle Feramuz hoş geldin demek ister ama bir türlü konuşamaz. Ağlar sadece. Selver, hastaneye gitmeye devam eder. Feramuz da her seferinde ölmeye. Böylelikle roman bir sarmalla başa döner. Bir insan her gün nasıl ölür? Ölüm muhasebesini yapan Feramuz, boşa çiğnemiştir yalan dünyayı.

“Hakkında bir şey bilmediğiniz bir insanın ölümü kolaydır; bir duyarsınız ki biri ölmüş, ne güzel, ama insanın kendi ölümü? İşte burada söz tükeniyordu, İnsanın kendi ölümünü kabullenmesi zor olduğundan mı ölemiyordu Feramuz? Yoksa ölümden delicesine korkmasının bunda etkisi var mıydı? Ölümle koyun koyuna yatıyorsanız kaç uykuluk ömrünüzün kaldığını bilirsiniz. O da biliyordu bunu. Feramuz için her gün hayatının son günüydü. Her sabah o gün öleceği duygusuyla güne başlasa da bir türlü ölemiyordu. Sabahları bir umutla uyanıyordu. Aslında buna uyanmak da denmezdi, çünkü ona kalırsa gözüne bir damla uyku girmiyordu.”

Ölüm bizden uzaksa kabullenilebilir, bize ve çevremizdekilere yakınsa korkulur, kabul görmez bir türlü. Feramuz’un ölemeyişi ya da her gün bedenen ölmeden ölüşü yazarın “Bir insanı öldürmenin bir sürü yolu vardı. Aramayarak öldürürdün, susarak ya da konuşarak öldürürdün. Bazen bir bakış yeterdi bir insanı öldürmeye. Bazen bakmayış…” sözleriyle daha güzel ifade edilmekte. Romandaki döngü, esasında hayatında döngüsünü sergiler nitelikte ve romanda neden bu kadar çok kahramanın olduğunu da daha anlamlı kılmakta. Fakı’nın ölünce silinip unutuluşu gibi insanlar gelip geçer bu dünyadan. Neşet Ertaş’ın Yolcu türküsündeki gibi her insan bir hikâye ve her birimiz bir başkasının hikâyesinde bir kahraman. Birbirimizin kaderini etkiliyor, yolunu değiştiriyoruz. Her insanın hikâyesi kendine özel. Peki, bu romanda sadece Feramuz mu özel? Kumru’su, Selver’i, Ejder’i, Cemile’si, Cemcet’i ve daha pek çoğu çok özel karakterler. Bir o kadar da dünya üzerinden yaşayıp gitmiş insanlar kadar sıradan. Varlıkları bu dünya için hem anlamlı hem de anlamsız. Aslında dar bir mekân olarak verilen köyde birbirini göz hapsine almış insanlar, aynı kader çizgisinde ilerlemiş. Özellikle kadınların yazgısı birbirinin benzeri. Söz hakkı verilmeden evlendirilen, kocalarından sevgi ve ilgi yerine eziyet gören- ne enteresandır ki sevgi ve şehvet yoksunluğunu çapkın Feramuz’da gideren- laf söz olur kaygısı taşımadan eşlerini aynı kişiyle aldatan ve bunu kendi aralarında kimi zaman hevesle anlatan kadınlar; erkeklerin uçkuruna düşkünlüğü, bencilliği, romanın isminin Köhne oluşunun da nedenini açıklar nitelikte. Bekar ve pek çok evli kadınla birlikte olurken kızına namus bekçiliği yapan Feramuz’a bir Allah’ın kulunun hesap sormayışı; cinci, muskacı hocalar; kimin eli kimin cebinde belli olmayan ilişkiler; vicdansızca işlenen cinayetler köhneleşmiş vicdanları yansıtır nitelikte. Köyden şehre göç etseler de gecekondu mahallesinde aynı zihniyetle yaşamlarını sürdürmeleri, evini sırtında taşıyan kaplumbağalar gibi köhne yaşantılarını da yazgılarını da gittikleri yere sürüklemeleri bu insanların bilinçsizliğini de sergilemekte.

Ethem Baran, köhne olanın mekânlar mı yoksa vicdanlar mı olduğunu sorgulamamızı sağlıyor. İnsanlığın küçük şeyler altında saklı olduğunu, kimin insan kimin insan olmadığını, insanlığı nerede aramamız gerektiğini anlatıyor bir nevi. Köhne’de bir ağacın kökleri gibi birbirine dolanmış ailelerin, akrabaların, komşuların hayatına ayna tutuyoruz ve gecekonduları sırtlamış kambur tepelerden donuk bir sızının sesini duyuyoruz. Tüm çıplaklığıyla.

QOSHE - Birgül Yangın Aslanoğlu yazdı: Mekânlar Mı Yoksa Vicdanlar Mı Köhne? - Birgül Yangın Aslanoğlu
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Birgül Yangın Aslanoğlu yazdı: Mekânlar Mı Yoksa Vicdanlar Mı Köhne?

54 0
28.04.2024

Ethem Baran’ın Köhne Romanı Üzerine

Mekânlar Mı Yoksa Vicdanlar Mı Köhne?

“Feramuz’un ilk ölümüydü bu.

İlk kez ölenlerin başına gelen onun da başına geldi ve sevdiği kadınları hatırladı.”

Türk ve dünya edebiyatında bazı romanlar girişleriyle unutulmazlar arasında yerini alır. Ethem Baran’ın Köhne romanı da bu giriş cümleleriyle edebiyatımızda unutulmayanlar arasına girecek kadar çarpıcı. Feramuz’un hayatını merak ederek okumaya başlıyoruz Köhne’yi. Okudukça da şaşkınlığımız artıyor. Feramuz’un hikâyesinin peşinde sürüklenirken çok kahramanlı bir romanla karşı karşıya kalıyoruz. Üstelik bu çok katmanlı ve döngüsel romanda zaman kavramı da iç içe girişik verilmekte. Geriye dönüşler, ileriye sıçrayışlar (“Selver, önce Yasemine’ hamile kalacaktı, iki yıl sonra da Cavidan’a. Ve Umut hep dört yaşında kalacaktı) ve çözümlemelerin hep bir sarmal dâhilinde verilmesiyle büyük bir bulmacanın içinde buluyoruz kendimizi. Zira karakterlerin hikâyeleri birbirinin hayatına ucundan kıyısından bir şekilde dokunmakta. Akrabalık bağları ve komşuluk ilişkileri olan ailelerin üç kuşaklık hikâyelerini öğreniyoruz Köhne’de. Kuşaktan kuşağa değişmeyen bir kaderin benzer acıları, yoksullukları, yozlaşmış ilişkileri, kadınların hiç sayılmışlığı, çocukların değer görmeyişi…

Köhne’yi özel kılan pek çok ayrıntı var. Öncelikle Ethem Baran’ın dilinin güzelliği. Ethem Baran’ın üslubuna aşina olanlar onun edebi dilinin lezzetini çok iyi bilir. Dilinin doğallığı, sahiciliği, kelimelerinin ahengi ve ritmi sizi çeker yazdıklarına. Orta Anadolu’nun ağız özelliklerini oldukça içten yansıtan yazar, Köhne’de geleneksel hikâye anlatıcılığını modern anlatı teknikleriyle harmanlayarak dinamik bir dil yaratır. Baran, bir röportajında da ifade ettiği gibi Romandaki karakterlerin sahiciliği, canlılığı konuşma biçimleriyle de doğrudan ilgili. İnsanlar, gündelik yaşantılarında öyle konuşuyor, hayatlarını öyle sürdürüyorlar. Cemil Meriç’in dediği gibi, argo, yaralı vicdanların sesi, günahları gizleyen peçe ve korkunun ördüğü duvar… Aynı zamanda her ülkenin, her kültürün dili…” Kurmaca eserlerde argo ve küfür sevmesem de Köhne’de argo kelimeler, küfürler karakterlerin ağzında eğreti durmuyor. Deyimler, atasözleri, bölgeye has kelimelerin de yerinde verilişiyle bir bütünlük arz ediyor ve romanın gerçekçiliğini güçlendiriyor.

Yöresel kelime, deyim, söyleyiş ve atasözlerinden bazılarına örnek verecek olursak: “Cıncık, cımcılık, horanta, deşirici, evirgeç, düğürcük, pırtıcı, göbel, okuntu, tirendaz adam, pırlımpıt giyinmek, it ayağı yemek, karaltısı kara yerden gelesice, kele anam bacım, küşümlenme, beli bıkı ağrımak, aklını çıvdırmak… Biz kebap kokusu var diye geldik, meğer eşek dağlıyorlarmış. İt doydu da Haydar mı kaldı?

Babanın bekini yemi. Bıçak sapını kesmez. Kancık it yalanmazsa erkek it dolanmaz.”

Ethem Baran’ın büyülü diline, benzetmelerindeki ve nesneleri canlandırmasındaki güzelliğe şu birkaç cümleyi örnek olarak vermek yeterli olacaktır sanırım.

“Bu koku, yeni yeşile durmuş firiklerin çocuksu, dövenin altında çıtırdayan buğday saplarının sarışın, bahçedeki elmaların diri, aygın baygın tozlanan iğdelerin sarhoş, derin bir uykudan çıkıp gelmişçesine insanı uyuşturan cevizlerin serin kokusunu unutturan bir kokuydu.”

“Başı dumanlı bahar öyle inliyordu ki, sobadaki kömür karşılık veriyordu korların kızıllığından; çaydanlık, cızırtısını o iniltiye bırakıyor duvara düşen gölgeler sahiplerinden........

© Edebiyat Burada


Get it on Google Play