Kırmızı Azap’a İzleksel Bir Bakış

Ayfer Tunç, 1990’lar sonrası edebiyatımızın en önemli adlarından. Yazdığı sağlam ve nitelikli metinler; kurgu yapısı, dil, anlatım, bakış açısı, psikolojik ve toplumsal çözümlemeler bakımından yazınsal estetiğin ve birey-toplum diyalektiğinin önde gelen örnekleri arasında yer alıyor. 1989’daki ilk öykü kitabı Saklı’dan itibaren yayımladığı her eserle dikkati çeken, iyi edebiyatı önemseyen bir okur kitlesi tarafından sürekli izlenen Ayfer Tunç, son olarak 2020’de yayımlanan Osman adlı romanıyla yine okurların ilgi odağında olmaya devam etti. Roman metni üzerinde pek çok yorumun yapılması, eserin anlamsal zenginliğini de kanıtlıyor.

Ayfer Tunç’un kurmaca metinlerinin başlıca özelliklerini kısaca belirtmeye çalışırsak; yapısal sağlamlık, şiirsellikten ironiye gidip gelen anlatımdaki akıcılık, karakterlerin canlı ve etkileyici oluşu, şehir ve ev odağında yer alan insan-mekân-eşya ilişkilerini kurmada diyalektik yaklaşım, bir mesele odağında gelişen ve şaşırtan deneyselliklere açılan kurgulamalar şeklinde ifade edebiliriz. Kesit öykücülüğü değil, bütünsel yaklaşımla yazılan öykülerdir Ayfer Tunç’un öyküleri. Çoğu zaman bir ömrün muhasebesini yapan karakterler, geniş, uzun bir zaman diliminde soluk alır; kısa anlar yerine geniş zamanların içinde var olurlar. Temel sorunsalı “hayat” ve “hikâye etmek” olan yazarın kahramanları da kendi hikâyelerini anlatarak hayat kazanırlar. Ayfer Tunç “Aslında ben hiçbir zaman kısa öykücü olmadım. En kısa öyküm 30 sayfa. Ayrıca ben kesit öykücüsü değilim; öykülerimde bütün hayatı anlatıyorum. Amacım bunun hakkını vermek, istediğim etkiyi yaratmak,” diyor. Ayfer Tunç’un, hayatı/ hikâyeleri bir süreç olarak değerlendirdiğini; öykülerini de bu süreç fikri üzerinde temellendirdiğini ve kurguladığını belirtmek mümkün.

Gerçekten, Ayfer Tunç öykülerinde tüm bir yaşamın dolu dolu hesaplaşmaları, pişmanlıkları, çocukluktaki travmaların ileriki yaşlara etkisi gibi izleklerin; terk edilmişlik, ihanet, aldatma, kıskançlık ve pişmanlıklarla birlikte aşkın bütün hâllerinin, insanı odağına alan bir bakış açısıyla, çoğu zaman kederin, hüznün egemen olduğu atmosfer içinde dile getirildiğine tanık oluyoruz. Bu dile getirilmenin, uzun ama başarıyla kurulmuş metinlerle ve bu metinlerin dokusuna işleyen sağlam bir dil ve biçemle gerçekleştirildiğini görüyoruz. Kısacası yazar, metinlerinde içerik kadar biçim ve üslubu da önemsiyor.

Bilindiği üzere, nitelikli edebiyatın kalıcı güzelliklerine, yeni biçimler deneyerek, içerikte yeni bakış açıları geliştirerek ulaşılır. Ayfer Tunç, söz konusu dengeyi iyi kuran yazarlardandır. Öykü ve roman metinlerinde karşımıza çıkan deneyselliği içeriğin belirlediğini sıklıkla vurgular; yazma sürecinde, odaklanıp dile getirmek istediği meseleyi en iyi anlatabileceği biçimi araştırdığını ve bunu metnine uyguladığını belirtir. Bu titiz ve yaratıcı çalışmaları, onun, günümüzün en iyi yazarları arasında yer almasını ve geleceğe kalacak nitelikte metinlere imza atmasını sağlamıştır. Semih Gümüş, yazarın öykücülüğü bağlamında özellikle Aziz Bey Hadisesi ve Taş -Kâğıt- Makas adlı öykü kitapları üzerinde durarak şunları dile getirir: “Ayfer Tunç’u geleceğin on yazarından biri olarak düşünmemin nedeni, Aziz Bey Hadisesi ile Taş-Kâğıt-Makas öykü kitapları. İkisinde de çok sağlam metinler yazarken kunt bir yazara dönüşüyor Ayfer Tunç. İnsanın şu yaşanan hayattaki dramatiğini ayrıntıların içine sızarak anlamlandırma kaygısı ve başarısı övgüye değer.”

Son yıllarda daha çok roman yazmaya yönelen Ayfer Tunç’un, Saklı, Mağara Arkadaşları, Aziz Bey Hadisesi, Taş- Kâğıt -Makas, Evvelotel adlı öykü kitapları, öykücülüğümüzün zirve noktalarını oluşturan derinlikli öykü metinlerini içerir. O halde Kırmızı Azap adlı kitabı bu öykülerin neresinde durmaktadır? Yazar, yerinde bir kararla Aziz Bey Hadisesi kitabındaki aynı adlı uzun öyküyü ve Taş- Kâğıt-Makas içindeki Suzan Defter adlı uzun öyküyü ayrı ayrı kitaplar hâlinde yayımlar. Çünkü bu öyküler asıl olarak novella karakteri taşır; birer “kısa roman” olarak daha belirgin biçimde öne çıkarlar. Yıllar önce Taş-Kâğıt-Makas içinde bulunan Suzan Defter’i büyük bir ilgiyle okumuş ve incelemiştim. Kitabın en uzun öyküsü olarak dikkatimi çeken bu öykünün 2013 yılından itibaren ayrı bir kitap olarak yayımlanmasına, daha çok sayıda okura ulaşacağını düşündüğüm için sevinmiştim. Aynı şekilde, Aziz Bey Hadisesi içindeki aynı adlı öykü, 2014’te ayrı bir kitap olarak yayımlanarak okurun ilgisine sunuldu. Daha önce her iki kitapta yer alıp da sonrasında “yalnız kalan” öyküler Kırmızı Azap adıyla birleştirildi ve Mayıs 2014’te yayımlandı. Aziz Bey Hadisesi içindeki “Kadın Hikâyeleri Yüzünden”, “Soğuk Geçen Bir Kış”, “Kar Yolcusu”, “Mikail’in Kalbi Durdu”, “Kırmızı Azap” öyküleriyle Taş -Kâğıt- Makas içindeki “Kaybetme Korkusu”, “Taş -Kâğıt- Makas”, “Fehime” adlı öyküler Kırmızı Azap’ta buluştu. Ayrıca Ayfer Tunç’un, Murathan Mungan’ın hazırladığı Bir Dersim Hikâyesi adlı ortak kitap için yazdığı “Yük” adlı öykü de Kırmızı Azap’ta yer aldı. Bu yazıda, içinde toplam dokuz öykü bulunan Kırmızı Azap’ı inceleme odağına alacağım.

Kırmızı Azap, her şeyden önce, içerdiği “azap” sözcüğüyle okurun dikkatini çekiyor. Azap, TDK’ye göre sözcük anlamıyla “organik ya da ruhsal büyük acı, büyük sıkıntı” demek. Ayrıca dinsel bir anlamı da var; “dinsel inanışa göre, bu dünyada günah işlemiş olanlara öteki dünyada verilecek olan ceza” anlamını taşıyor. Ayfer Tunç metinlerine inanılmaz bir uygunluk gösteren bir sözcük “azap”. Pek çok öyküsünde olduğu gibi, Kırmızı Azap’ta da yazar; ölümün, intiharın, travmanın, acının, kederin, hüznün, karamsarlığın, sinsi ve planlı kötülüğün, tecavüzün, hastalıklı aşkların, tuhaf ilişkilerin, alevler içinde yanmanın ve kül eden yangınların, aldatmaların, ihanetlerin, yalanların, kaybetme korkusunun kaynaklarının, sevgisizliğin, şiddetin, kıskançlığın, aile içi sorunların ve insanın o büyük yalnızlığının izlerini sürüyor. Kırmızı; hem acıyı, ıstırabı, maddi ve manevi açıdan yanmayı hem de cinselliği aşkı simgeleyen bir renk. Sayfalar, alev alev bir cehennem azabını anımsatan olay ve durumlarla, insan ruhundaki cehennemi simgeleyen yoğun iç dünya anlatımlarıyla, çocukluğunda yara alan travmatik kişilerin sevgisiz, duyarsız, toplumdan uzak tutum ve davranışlarıyla, intiharın aldatıcı koynuna sığınan çaresiz insanlarla büyük bir yangın yeri gibi tütüyor adeta. Alevlerin yakıcılığı, dumanların boğuculuğu, insan ruhlarında birer feryat olarak yankılanıyor.

“Kırmızı Azap” ve “Kar Yolcusu” öykülerindeki hayat kadınları, kıpkırmızı bir şehvet ve korku uçurumundan kendilerini kurtarmaya çalışıyorlar. Kitaptaki öykülerin önemli bir kısmı, erkek öykü kişilerinin anlatımı ve bakış açısından kurgulanmış. Ayfer Tunç, erkekler dünyasını gösterirken; toplumda ikinci planda kalan, aşağılanan, ezilen, önem ve değer verilmeyen kadınlara odaklanmamızı sağlıyor dolaylı yoldan. Ataerkil sistemin sözde değerlerinin hem kadınları hem de erkekleri birey olmaktan, özgürleşmekten, insanca yaşamaktan alıkoyduğunu gerçekçi bir biçimde gözler önüne seriyor.

Kırmızı Azap’ın pek çok öyküsü, Ayfer Tunç’un diğer öykü ve romanlarında olduğu gibi iç içe geçmiş birçok öyküden oluşur. Yazar özellikle “Kaybetme Korkusu”, “Taş- Kâğıt- Makas” gibi öykülerinde, öykü kişilerinin geçmişine; çocukluk ve ilk gençliğine uzanabilmemiz için onların başından geçenleri ayrı ayrı hikâyeleştirir ve bu hikâyeleri asıl öykü metnine başarıyla yerleştirir.

Kitabın ilk hikâyesi olan “Kadın Hikâyeleri Yüzünden”, bir erkek anlatıcının bakış açısından yazılmış bir öyküdür. Manifaturacı dükkânı olan adam, uzun süreden beri mutsuz olduğunu düşünerek bir oyun kurgulamaya karar verir. Yeni dükkân komşusu ve arkadaşlarının anlattıkları çapkınlık hikâyeleri, adamın ruhsal sorunlarını tetikler. “Kadın Hikâyeleri Yüzünden”, adamın hayali kadınlarla doldurduğu hayatının, “oyun gibi olan” ve sonra trajediye neden olan öyküsünden oluşur. Kendisini, ataerkil düzenin “erkek” tanımı içinde görmeye çalışan manifaturacının bu oyunu, ne yazık ki karısının trajik sonunu hazırlayacaktır.

Manifaturacı, kendi fiziksel özelliklerini beğenmeyen, köseliğinden şikâyetçi olan, boyunu uzatmak için ayakkabısına gizlice mukavva yerleştiren, korkak, tutuk bir adamdır. Hem çevresindeki erkeklere hem de karısına, hayatında başka kadınlar varmış izlenimi vermeye çalışır. Eve geç gitmeye başlar, gömlek yakalarına ruj sürer, gittiği bir pavyondaki kadınla samimi bir fotoğraf çektirip bunları eşinin görmesini sağlar. “Bütün bunlar ne kadar sürdü, kestiremiyorum. Ama her geçen gün bu oyundan daha da hoşlandım. Artık benim de bir kadın hikâyem vardı ve buna tek inanan da karımdı,” (s.21) diyen adamın aslında kendisiyle, kendi görünümü ve varlığıyla bir meselesi vardır. Kendi varlığını hep değersiz ve yaralı hisseder. “Korkaklığımdı, sinmişliğimdi, kendi içime dönmüşlüğümdü. Köseliğimdi sonra, bu yüzden uzadıkça saçlarımı karımın kesmesiydi. Ayakkabılarımın içine kat kat koyduğum mukavvalardı eski yaralarım, ezildikçe yenilediğim… Pazar günleri evde… gizlice.”(s.15)

Karısını güzel bulmayan ve onu sevmediğini düşünen adam, “onun ürküten, siyah ama ağlatan gözlerini ve parmak eklemlerinden fırlayan kemiklerini” aklına takmıştır. Kendi aşağılık kompleksini, sakin ve sabırlı olan karısına eziyet ederek telafi etmeye başlar. Tam anlamıyla “azap” çektirir ona. Her gece ya dükkânda yatar ya da eve çok geç saatte gelerek, cebinde anahtarı olmasına rağmen otomatiği bozuk dış kapı zilini çalar ve karısının bir hizmetçi gibi merdivenlerden beş kat aşağı inip kendisine kapıyı açmasını bekler. “Şaşkındım, garip bir şekilde heyecanlıydım, olmayan bir şeyi oluyor gibi yapmanın zorluğundan yorulmuştum,” da diyen adam, karısının sorularına ters yanıtlar vererek, onu üzerek kendi hayatının intikamını bu masum kadından almaya çalışır: “Çelimsiz, alımsız, kemikli; uzun zamandır yaşlarla örtülü, derin bir kederle bakan iri gözleri bir güzellik değil, ağlama hissi uyandıran karım günden güne zayıflarken, ben, olmayan bir kadın hikâyesinin sonunu yazmaya çalışıyor ve çocuklarımı okşamayı bile unutuyordum.” (s.21) Adam, “erkek toplumun” kendisinden beklediği “çapkın erkek” imajını başardığı sanısı içindedir; hayalî oyununa devam ederken, yani “-mış gibi yaparken” ne yazık ki bu tuhaflığa kanıp aldatıldığına inanan karısının intihar etmesine neden olur. “Kime oynadım bu oyunu, niye oynadım? Bilmiyorum. Ama oynarken hoşlandım, mutlu oldum. Böyle olacağını bilseydim, hiç oynar mıydım?” (s.15) sözleriyle pişmanlığını dile getirir adam.

Bu noktada, kimi insanların kendi hikâyesini anlatmak ve var olmak için kendi “sanal” gerçeğini yarattığı sonucuna ulaşıyoruz. Max Frisch “Her insan önünde sonunda kendi hayatı zannettiği bir hikâye uydurur,” der. Bu kitaptaki öykü kişilerinin çoğu, hayalî bir oyun kurarak kendi yarattığı dünyaya inanır gibi davranır ve çevresindekileri de buna inandırmak ister. Bu öyküler “tuhaf”a odaklanmıştır; ancak bir o kadar da inandırıcıdır.

Öykü, sevgisizlik ve yalnızlık üzerine kuruludur. Gençliğinde fiziksel görünümü yüzünden kadınlarla iyi ilişkiler kuramayan, yalnızlık çeken, korkak, tutuk, kısa boylu ve köse olan adam, bu hayalî oyun ve hayalî çapkınlık hikâyesiyle kendini yalandan mutlu ederken, karısının acılarından adeta zevk alır; onu büyük bir çilenin girdabına sürükler ve belirttiğimiz gibi kadının trajedisini hazırlar. Sonuçtaki pişmanlık duygusu hiçbir şeyi telafi edemeyecektir artık. İntiharla (ölümle) biten bir Ayfer Tunç öyküsüdür bu. Ölüm, yazarın öykülerinin başlıca izleklerindendir. Ayfer Tunç, mutsuzluğun, yalnızlığın, hüznün ve kederin karanlık ipleriyle dokumuştur “Kadın Hikâyeleri Yüzünden”i. Hayalî oyunlar kurgulayan ve yalanlarına kendini de inandırarak yaşamaya çalışan “mitoman” diyebileceğimiz öykü kişileri, onun ilgi odağında yer alır.

“Soğuk Geçen Kış” adlı öyküde Ayfer Tunç, sevgisizliği ve yalnızlığı, insanın içine işleyen müthiş bir soğuk metaforuyla işleyerek okuru da o soğuk kış mevsiminde yaşatır. Yaşlı ve yapayalnız bir adam olan Semavi Bey, babasından miras kalan içi antikalarla dolu eviyle hiç ilgilenmez; içinde yaşadığı hâlde o evi tam anlamıyla çürümeye terk eder. Parasız kaldıkça evdeki eşyaları teker teker satar. Antikacı, “Topluca almayı kaç kere teklif etmişse de, Semavi Bey zalimliği ve sevgisizliğiyle hayatını zehirlemiş olan babasının değer verdiği ne varsa, onları tek tek satmanın zevkini kaybetmek istememişti.” (s.33) Mutsuz ve sevgisiz geçen çocukluğundan intikam alır gibidir Semavi Bey. Sattığı her eşyada babasından öç almanın zevkini yaşar. Zamansal geri dönüşlerden anlarız ki katı, sevgisiz, kuralcı ve otoriter babanın çektirdikleri, en sonunda annesinin evden kaçmasına neden olmuştur. Yıllarca anne sevgisinden yoksun olarak büyüyen Semavi Bey, evlendiği kadına hastalıklı bir tutkuyla bağlanır. Eşini adeta sevgiyle boğan, bir dediğini iki etmeyen, onu bir dakika bile yalnız bırakmayan Semavi Bey, babasının tam tersine, aşırı ve abartılı sevgisiyle karısını yıldırır; bu marazi sevgi, karısı için bir “azap” hâlini alır. Hiç yalnız kalamayan kadın, kendisiyle baş başa kalmaya, biraz düşünmeye, bir birey olarak varlığını hissetmeye ihtiyaç duyar ancak ne yapsa nafiledir. “Bir saat diye yalvarıyordu kadın. Bir saatçik bırak beni, ne olur…” diyen karısını hastalıklı tutkuyla sevmeye devam eder Simavi Bey. Aşırı ilgi ve sevgiden boğulan karısı, ne yazık ki kaçış olarak ölümü seçecektir. “Karısının o son ve uzun bakışını hatırlıyordu. Korkunç bir öfkenin, vücudunun bütün hücrelerinden yükselen çaresiz bir isyanın ansızın büyüyerek gözlerine oturduğunu ve karısının güzel gözlerinden acı bir çığlık gibi kıvılcımlar çıktığını gördü. Karısının son gücü tükendi, bu aşk esaretinden kurtulamayan ince parmaklı elleri gevşedi, gaz lambası yere düşüp kırıldı. Alev önce elbiselerini yaladı, sonra hızla tırmanarak vaktiyle çok güzel olan kanı çekilmiş gibi kuru vücudu bir anda sardı.” (s.40) Bir yaprak gibi sararıp solan, zayıflayıp kuruyan kadın, kendini bile bile ateşten uzak tutmaz; kocasının hastalıklı tutkusuyla boğulmaktansa yanarak ölmeyi yeğler ne yazık ki. Burada da ölüm ve intihar izleği dikkati çeker. Belirttiğim gibi, Ayfer Tunç öykülerinde yanarak ölme ve yangın hem gerçek hem de metafor anlamıyla sıklıkla işlenir. Suzan Defter’de bu izlek, metni yoğun bir alev gibi sarar. “Yanan Defter” anlamına gelir “Suzan Defter”. Öyküdeki kişilerden birinin adı Suzan’dır ayrıca.

“Soğuk Geçen Kış” öyküsüne dönersek, Semavi Bey, eşini yangında yitirdikten sonra büyük bir ateş korkusu yaşar; bu korku yüzünden evinde soba yakamaz. Buz gibi evin odalarında soğuktan titreyerek yaşamaya çalışan yaşlı adam, sokağa çıkıp sıcak bir yer aramaya başlar. Hava inanılmaz soğuktur, sokaklar boştur ve kar yağmaktadır. Nihayet yoluna çıkan bir hamama giren Semavi Bey, orada istediği sıcaklığı bulur. Bütün vücudu yumuşar. Göbek taşına uzanır. Başı dönmeye başlar. “Karlı bir kış günü bir hamamda tek başınaydı. Hayatı boyunca olduğu gibi. Oysa ne yaptıysa sevilmek için yapmıştı. Sevmezse yalnız kalacağını düşünmüştü. Çok sevmişti bu yüzden. ‘Anne’ diye inledi. ‘Anne neredesin?’ Bir çocuk gibi içli, ancak garip bir şekilde durumundan hoşlanarak ağlamaya başladı. Göğsü karanfil gibi, tarçın gibi garip ve sıcak ve fazlasıyla Doğu kokan dadısının kucağında sebepsiz ağladığı zamanlardaki gibi.” (s.37) Mutsuz ve yalnız çocukluğu Semavi Bey’i son nefesinde de bırakmaz. “Şimdi hamamın sıcaklığı ona bulamadığı bir sevginin sıcaklığı gibi gelmişti. Kalbi sanki annesini birdenbire görecekmiş gibi çarpıyordu. Çocukluğunda hayal ettiği o anne yüzünü hatırlamaya çalışırken zihninde karısının yüzü canlanmaya başladı birden. Çocuksu hıçkırıkları, buharla dolmuş kubbede yankılanan su sesine karıştı.” (s.37) Anne sevgisi, baba nefreti, eşe aşırı bağımlılık, ateş korkusu, öykünün asıl izleği olan yalnızlık üzerinden anlatılır bu öyküde. Soğuk; sevgisizliği, nefreti, mutsuzluğu ve yalnızlığı, sıcak ise sevgiyi ve mutluluğu simgeler. Soğuk, katı ve sevgisiz babadır; sıcak, sevgi dolu annedir bir bakıma. Hamamın sıcaklığında anne sıcaklığını bularak trajik bir biçimde sonsuz uykusuna geçer Semavi Bey.

Bu öyküde, ailenin, yetişen bireyin üzerindeki kötü ve travmatik etkisi ve gelecekte bireyin yaşamındaki pek çok olumsuzluğa neden olması gerçeği incelikle işleniyor. Doğan Cüceloğlu’nun “acı gerçek şudur ki, aile genellikle hayallerin öldürüldüğü yerdir” cümlesi akla geliyor bu izlekte ilerlerken. Sadece hayallerin değil, rengârenk ve mutlu bir yaşamın öldürüldüğü yerdir belki de.

“Kar Yolcusu”, Anadolu’da, kasabaya hayli uzak, adı bilinmeyen ve dağlarla çevrili bir yerde, demiryolunun kenarındaki makas kulübesinde görevli Eşber’in yalnızlığının ve sevgisizliğinin hüzünlü öyküsüdür. Karlarla kaplı bu sessiz ve ıssız yerde Eşber, yalnızlığını kurtlarla oynadığı oyunla hafifletir. Kurtların karlı gecelerde eve yaklaşmalarına izin veren Eşber, eve iyice yaklaştıklarında tüfeğiyle kurtlardan birinin gözüne ateş eder. “Oysa gözünden vurulmuş bir kurdun bıraktığı kanlı izler ve onların sessizliği bölüp parçalayan ulumaları ona varlığını hatırlatıyordu. Kurtlar olmasa, bu sessiz beyazlığın içinde kendini yok sanacaktı” (s. 44) diye anlatılır durumu. Hayatı iki gözlü lojmanında ve daracık makasçı kulübesinde geçen Eşber, bir gün karlar arasında, donmak üzere olan mavi mantolu bir kadınla karşılaşır, onu alıp kulübesine götürür ve Fidan adlı bu kadının güvenini kazanmaya çalışır. Fidan, bazı karanlık işlere karışan ve peşindeki adamlardan kaçan bir hayat kadınıdır. Adamlardan kaçarken, Eşber’in yaşadığı bu ıssız yerde kendini trenden atmak zorunda kalmıştır. Fidan, yaşamıyla ilgili konuşmaz. Kendisine dair bir yalan, bir hikâye uydurup onu anlatır. Avukat olduğunu, hapse attırdığı bir adamın kardeşlerinin peşine düştüklerini ve tam onu öldüreceklerken kendini trenden attığını söyler. Eşber bu yalana inanmıştır. Kadın, bir süre daha orada kalmaya niyetlidir. Eşber yalnızlığını gideren, yaşama bağlanmasını sağlayan bu kadına âşık olmuştur. Fidan, onun gözündeki tutkulu aşk ışığını fark edince ürküntü duyar ve bir trenle kaçıp gitmeye karar verir. Ancak Eşber, hastalıklı bir tutkuyla Fidan’a bağlanır ve gitmesine izin vermez. Bir gece, Fidan, Eşber’den gizlice kaçar ve oradan geçen trene binmeyi başarır. Trenin oradan geçiş saatine daha önceden dikkat etmiş olduğu için tam vaktinde trene yetişir. Fidan’ın peşine düşen Eşber, ona yetişemez, o sırada kurtlar oraya gelmiştir. Eşber kurtların arasında kalır. Öykü kesin bir sona ulaşmaz ve okurun zihninde devam eder. Sevgiden yoksun kalma, yalnızlık ve onların karşısında aşırı sevgi ve tutkunluk izlekleri bu öykünün de temelini oluşturur.

“Mikail’in Kalbi Durdu” öyküsünde, Semiramis adlı kadına âşık olan Mikail, sevgisine hiçbir karşılık alamaz. Öykünün anlatıcısı olan adamla birlikte yaşamaya başlayan Semiramis, bütün sevgisini o adama vermiştir; ancak o, Semiramis’e yeterince sevgi ve ilgi duymaz. Sevgisine karşılık alamayan Mikail, gece gündüz adamı takip eder. Adamın Semiramis’i sevmediğini fark eder. Anlatıcı da bu çelişik durumu onaylarcasına şöyle konuşur: “Semiramis benim için hiçbir şeydi, onun için her şey. Mikail Semiramis için hiçbir şeydi, ben her şeydim.” (s. 69) Sevgisine karşılık alamasa da sevdiği kadının iyiliğini ister Mikail: “Kızgın değil, düşman değil, öfkeli değil, müthiş acı veren bir sesle, keşke onu sevseydin dedi. Sevmedin beni mahvettin.” (s.73) Mikail’e göre, Semiramis, kendini Mikail’den daha çok sevecek bir adamla birlikte olmalıdır, bu adamla değil. Semiramis’in ilgisizliği ve sevgisizliğine varlığını feda eden, üzüntüden perişan olan Mikail’in kalbi bir gün ansızın durur. Bu öykü de sevgi, sevgisizlik, yalnızlık ve tutkuyla örülmüştür.

Kitaba adını veren “Kırmızı Azap”, farklı bir kurguyla yazılmış, yazarın biçim denemelerinin başarılı bir örneğini oluşturan sıra dışı bir öyküdür. “Kırmızı Azap”, Oğuz Atay’ın “Demiryolu Hikâyecileri-Bir Rüya” öyküsünün ilk cümlesini çağrıştıran bir cümle ile başlar: “Yazarımızın kafasında kaderlerimizin bir an önce yazılmasını bekleyen üç hikâye kişisiydik.” (s.75)

Bu öykünün asıl mekânı yazarın zihnidir. Yazarın yazma süreçlerinde, zihninde yaşadıklarını ve yaşananları dile getiren bir öyküdür. Yazarın zihninde yazılmayı bekleyen, henüz kâğıda dökülmemiş, yazılmamış öykü kişilerinin arasında geçer. Var olma, yaratılma, bir bedene bürünme arzusuyla dolan ve henüz bu gerçekleşmediği için huzursuz olan öykü kişilerinden kadın olanı, öykünün anlatıcısıdır. Bu kadın anlatıcı, bedenlenip öyküye girdiğinde bir hayat kadını olur. Bu rol, sözlerinden anladığımıza göre, anlatıcı kadında hayal kırıklığı yaratır. Karşısına çıkan erkeklerle ilişkisinde mutlu olamaz, acı çeker, şiddet görür. Açık saçık kırmızı elbisesi, kıpkırmızı ruju ile canlandırılan kadın, öyküde yer alan delikanlıya cinselliği çağrıştırır. Kadının ertesi gün evlenecek olan ve son bekâr gecesini yaşayan gençle yaşadığı gecenin sonu ölümle bitecektir. Genç, trenin çarpması sonucu ölecek, kadının öykü sayfalarında var olma süreci daimî bir huzursuzlukla dolacaktır.

“Kırmızı Azap”, bir yazarın yaratma sürecini, zihninde olup bitenleri göstermesi açısından önemli bir öyküdür. Yazma süreci her yazar için zorluklarla, çelişkilerle, yazıp bozmalarla, silip yeniden oluşturmalarla geçen zorlu ve çileli bir yaşantıdır. Yazarın, zihninde öykü kişilerini ve olayları uzun süre taşıyarak bir öyküyü oluşturduğu gerçeğine ayna tutar. Bir bakıma, yaratım sürecinin yazar için bir “azap” oluşunun, ancak karakterlerin yazardan bir şeyler talep etmeye, var olmak istemeye başladıkları anın en keyifli an oluşunun altı çizilir.

Ayfer Tunç, Sabitfikir’de yer alan bir söyleşide yazma süreçlerinden şöyle söz eder: “Son yazma anı, şu kelimenin yerine bu olsun, şurada etki zayıf, oysa şu hissedilsin istiyorum gibi duygular içinde kaldığım anlar. Buna yazarın yazdığı metni bizzat kendisinin yaşaması denebilir. Baudelaire’in dediği gibi ‘şair istediği zaman kendi ve bir başkası olabilen kişidir’ ise, şair değilim ama bir başkası olabildiğim anını seviyorum öykünün. Başlangıç zor, beni yazmaya iten meseleden bir karakter silsilesi, bir zemin, bir oluş, bir kurgu çıkarmak hem zaman alıyor hem zorlu oluyor. En çok yazıp sildiğim zaman bu. Sayfalarca yazıyorum, sayfalarca siliyorum. Bir tonluk bir kayadan bir gram altın çıkarmak gibi. Son aşamaya geldiğimde artık karakterler benden bir şeyler talep ediyorlar. En çok zevk aldığım aşama bu.” “Kırmızı Azap”, tam da bu anı derinleştiren bir öykü olarak öne çıkıyor. Sevgisizlik izleğinin burada da yer almış olduğunu belirtelim.

“Kaybetme Korkusu”; Avlu, Korkunç Olay, Kaybetme Korkusu, Son, Avlu adlarındaki beş bölümden oluşur. Erkek anlatıcının, yaşadığı apartmanda tanık olduğu bir intihar olayından söz etmesiyle öykü son kısımdan başlar. Geriye dönüşler, zamansal atlamalar aracılığıyla geniş bir zamana yayılan ve Süsen adlı kadın öykü kişisinin intiharına kadar ilerleyen bir süreç anlatılır. Olaylar, Süsen, Safir ve anlatıcının çevresinde gelişir. Süsen, çok küçük yaştayken bir gece annesini aniden kaybeder. Bu ölüm ile büyük bir kaybetme korkusu yaşayan ve babasından bir saniye bile ayrılmak istemeyen Süsen, babasından ayrıldığı anda soluğu kesilmeye başlayan, moraran, boğulma krizine benzer bir psikolojik sorun yaşayan çok hassas bir çocuktur. Süsen, yıllarca babasından ayrılmadan, onun kucağında, onunla el ele, yan yana yaşar. Süsen büyüdükçe o şekilde sürekli yan yana ve bir arada olmaları zorlaşır. Ziraat Müdürü olan babası hayatını Süsen’in bu durumuna göre düzenler. Süsen’in babasına aşırı bağımlılığı, “Soğuk Geçen Bir Kış” öyküsünde karısına aşırı bağımlı Simavi Bey’e benzer.

İlk zamanlarda kasaba halkı tarafından üzüntüyle karşılanan baba kızın bu durumu, zaman geçtikçe kötü söylentilere neden olur. Süsen bir genç kızdır artık. Kasabaya gelen ziraat teknisyeni Safir, Süsen’e âşık olur ve onunla evlenir. Marazi durumundan kurtulan Süsen, babasının ölümünden sonra da hayatını normal olarak sürdürür. Bir süre sonra genç evliler şehre taşınırlar; anlatıcının yaşadığı apartmanda bulunan dairelerinde sakin bir hayat sürerler. Balkonlarında oluşturdukları küçük bahçeleriyle, sessizlikleriyle, soyutlanmışlıklarıyla diğerlerinden ayrılan bu genç çiftin farklı ve dürüst bir yaşam sürdürmesi anlatıcının dikkatini çeker.

Öyküde, apartman dairelerinin baktığı avlu, adeta bir öykü kişisi gibi canlandırılır. Her türlü kötülüğün, ihanetin, aldatmanın, yalan dolanın, pisliğin kaynadığı bir cehennem kuyusu gibidir avlu. “Bu avluda, bakanların ruhuna sızan gizli bir kötücüllük var, herkes sebebini kendi yaratıyor.” (s.88) Bu özelliği ile avlu metinde simgesel bir anlam kazanır. “Bu avlu bastırılmış, ortak bir deliliğin açığa çıktığı bir iç âlemdir. Kışın daha sessiz ama daha kötücül olur. Pencereler sımsıkı kapalı olduğundan, yürekten kulak vermek gerekir acı çığlıklara, şehvetin iniltisine, şiddete, ihanet taşıyan fısıltılara. (…) Bu mırıltılı ama kıpırtısız tanıklıktan, avlunun taşmaya hazır kininden, delilik sınırında duruşundan, saldırganlığından, öfkeli ve gaddar taşkınlığından, şehvetinden marazi bir zevk aldığımı kendimden hiç gizlemedim ama kimseye de anlatamadım. Kim, şehrin tam ortasında dar ve acımasız bir koridor oluşturan bu yan yana sıralanmış avlularda hayatın şişmiş bir yürek gibi attığına inanır?” (s.89) diyen anlatıcı, bu avludan yayılan kötülüğü izler. Çevredekiler ihanet ve yalan içindedir; kendi bahçelerinde sakin bir hayat sürdüren o genç çift haricinde herkes kire bulaşmıştır; anlatıcı, pek çok evli kadınla birlikte olduğunu söyler; bu avlu çevresindeki pek çok yaşamın, karmaşık ihanet ilişkileriyle örüldüğünü gözlemler. Avlu, kolektif bir bilinçaltı karanlığını, insan ruhunun en karmaşık çelişkilerini barındıran, en dip yerdir. Ayfer Tunç, mekândan ve dolayısıyla insandan çevreye yayılan habisliği başarılı bir metaforla dile getirir.

Safir arada bir evden ayrılır. Süsen’in o marazi durumunu unutmuştur; Süsen’i gün boyunca yalnız bırakır. Yeniden kaybetme korkusu yaşayan ve Safir’ i kaybettiği sanısına kapılan Süsen, tutunacağı, kendisinden güç alacağı birinin olmadığını, artık onu kaybettiğini düşünerek paniğe kapılır ve o çaresizlikle balkona çıkıp kendini boşluğa bırakır. Anlatıcı, bu intihara tanık olur ve o an çaresiz kalır. Süsen, trajik sonuna koşan, naif bir öykü kişisidir. Bu öyküde işlenen hastalıklı sevgi, bağımlılık ve kaybetme korkusu, annenin ani ölümünden kaynaklanan bir çocukluk travması bağlamında işlenir.

“Taş- Kâğıt- Makas” sonu ölüm olan başka bir oyunun öyküsüdür. Zamansal atlamalar ve geriye dönüşlerle geniş bir zaman dilimine yayılan bir öyküdür bu da. İlk kez “Hayalet Gemi” dergisinde “Aklın Kayması” adıyla yayımlanır. Yazar tarafından yeniden düzenlenip yazılan ve adı değiştirilen öykü, Keder, Mesafe, Yedi Gün, Yedi Yıl, Yedi Ayın İçinde On Gün, Yıllar, Son Buluşma adlarındaki yedi bölümden oluşur. Anlatıcı doktor, çocukluk arkadaşı Emir ile askerdeyken karşılaşır ve epey gayret ettikten sonra onu konuşturmayı başarır. Arkadaşının başından büyük bir felaket geçmiştir. Emir ona kendi ağzından hayat hikâyesini anlatır: Gül ile evlidir Emir, simsiyah saçları olduğu için karısına Karagül diye seslenir. Çocukları olmayan karı koca kendilerinin de birer çocuk oldukları tuhaf bir oyuna başlarlar. Kitabın ilk öyküsü “Kadın Hikâyeleri Yüzünden” deki tuhafiyeci adam gibi hayalî bir oyun kurgulayıp “-mış gibi” yaparak bu oyunun içinde çocuk özlemlerini gidermeye çalışan karı koca, en sonunda kendi oyunlarının kurbanı olacaklardır.

Önce Karagül Emir’in kızı olur, sonra Emir Karagül’ün oğlu olur. Epeyce bu şekilde zaman geçirirler ama oyunun giderek bir saçmalığa dönüştüğünü gören Emir, oyundan çıkar ve “Karagül’ün oğlu” olmaktan vazgeçer. Çünkü gerçek hayattaki rolleri oyunun içinde karışınca evlilik yaşantıları da alt üst olmuştur. Emir oyundan tam anlamıyla çıkmak ve normalleşmek için başka bir kadınla ilişki kurar. Karagül, Emir’in başka bir kadınla birlikte olduğunu öğrenince büyük bir üzüntüye kapılır ve evde kendi çıkardığı bir yangında intihar eder. Bu öyküde de yangın, yanarak ölmek, keder, intihar izlekleri işlenmiştir.

“Fehime”, Enis Batur’un Kaptan Gemide Kaçak Yolcu Var adlı hikâye seçkisi için yazılmıştır. “Fehime”, Kırmızı Azap kitabının en iç yakan, en acıtan öyküsüdür bence. Çocuklara cinsel taciz ve tecavüz anlatılır bu öyküde. Öyküyü, tecavüz ve tacize uğrayan iki kardeşten Fehime anlatır. Olayı bizzat yaşayan bu kız çocuğunun anlatımıyla, soluk soluğa, bir çırpıda ve polise ifade veriyormuşçasına dile getirilenler, okurun yüreğini kanatır adeta. Yaşadığı büyük şokun etkisiyle art arda eklediği sözcük ve cümlelerle “noktalamasız, imlasız konuşan” Fehime, olayın en yakın tanığıdır. Öykünün bu zor ve ağır konusunu çocuk Fehime, yalın, açık, naif bir konuşma diliyle ifade eder.

Fehime ve erkek kardeşi Tahir limana uğrayan gemilerdeki turistlere kitap satarak ailelerine yardım ederler. Gemide çocuklara yemek ısmarlayan yaşlı, beyaz saçlı bir erkek turist, onların yalnız olduğunu anlar. Bir pedofil olan adam, çocukları kandırıp odasına götürür, kapıyı kilitler ve onlara tecavüz eder. Neye uğradıklarını şaşıran, dehşet içinde kalan çocuklar, bir süre sonra polis tarafından bulunarak ailelerine teslim edilir. Ailesinin, kimseye bir şey söylemeyeceksin, demesi üzerine Fehime artık hiçbir şey bir şey anlatmaz. Olay, aile tarafından örtbas edilmeye, gizlenmeye çalışılır. Bu olaydan sonra Tahir bir daha hiç konuşmaz; yaşadığı korkunç travma, onu büyük bir suskunluğun, dilsizliğin girdabına sürükler ne yazık ki.

Kitabın son metni “Yük”, Murathan Mungan’ın hazırladığı Bir Dersim Hikâyesi adlı çok yazarlı kitap için Ayfer Tunç’un kaleme almış olduğu öyküdür. Öyküde, seksen üç yaşındaki Neyyire Hanım, uzun yıllar boyunca annesinin nasıl öldüğüne dair hiçbir şey konuşmaz, büyük bir sırrı yüreğinde saklar. Zaman akıp geçmiş, artık bu sır yüreğinden taşmaya başlamıştır. Bir gün kendisiyle bir röportaj için gelen gazetecilere çocukluğunda yaşadığı gerçekleri ayrıntılarıyla anlatır: Babası, Dersim olaylarında etkin bir rol almış ve sonra evine dönmüştür. Eşinin Dersim’deki insanlara neler yaşattığını, neler çektirdiğini öğrenen Neyyire Hanım’ın annesi, yoğun bir kedere kapılmış ve ani bir hareketle kocasının silahını kaparak intihar etmiştir. Anlatıp paylaşarak yıllarca taşıdığı yükten böylece kurtulur Neyyire Hanım. Ancak Neyyire Hanım’ın kızı Serap Hanım, bu itiraf nedeniyle büyük bir öfkeye kapılır. Bu öyküde ölüm ve intihar izleği, tarihsel/ toplumsal meselelerle bir arada işlenmiştir.

Sonuç

Ayfer Tunç, Kırmızı Azap kitabının içinde, öykü kişilerinin yaşadığı cehennem azabını, ruhsal ve fiziksel yangınları, yoğun ve yakıcı bir keder duygusu içinde dillendirmiştir. Çocukluk travmalarını, sevgisizlik, duyarsızlık ve yalnızlık duygularıyla bütünleştiren, sürekli bir yalnızlığı çoğaltan, kendi yarattığı hayal oyunlarına sığınan, bir kenarda kalıp topluma uyum sağlayamayan “tuhaf” kişilerin “tuhaf” dünyalarına ayna tutmuştur. Birçok incelemecinin belirttiği gibi, Ayfer Tunç tuhaflıkları seven bir yazardır. Öykülerinde “tuhaf” ya da “garip” sözlerini sıklıkla kullanır. Ancak yazar, anlattığı kişi, durum, olay ne kadar garip ya da tuhaf olursa olsun, okurda inandırıcılık duygusu oluşturmayı başarır. Dile getirdiği ayrıntılar, yaşanmışlık ya da gerçeğe uygunluk izlenimini kuvvetlendirir. Gerçekle hayal arasında, hem gerçek hem de hayal olarak, öykü kişilerin zihninde veya yaşamlarında yer alan “sanal” bir gerçeklikmişçesine yaşanır bu tuhaflıklar.

Kırmızı Azap’taki öyküleri açan anahtar sözcükler; kaybetme korkusu, sevilen kişiye aşırı düşkünlük hâli, tuhaflık, marazilik, ailenin yarattığı ruhsal sorunlar, anne kaybı, ayrılık, ölüm, intihar, pişmanlık, iç muhasebe, sorgulama, yüzleşme, taciz, tecavüz, hayalî oyunlar kurup bu oyunlara inanma, aldatma, yalan söyleme, sevilen kişiyi sevgiye boğarak ona özgürlük tanımama bencilliği gibi insana özgü duygu ve davranışlardır. Ayfer Tunç, psikoloji biliminin verilerinden geniş ölçüde yararlanan ve yazınsal metnin içinde insan hâllerinin çelişkili gerçeklerini başarıyla işleyen bir yazar olarak öne çıkar.

Ayfer Tunç, öykü ve romanlarında, psikolojiyi toplumsallık içinden süzerek aktarmaya özen gösterir daima. O, insanı odağa alan, insana dair pek çok derinliği ve karanlığı metinlerinin kanayan yüreği içinde gösteren, evrensel bakış açısına sahip özgün bir yazardır.

Kaynakça

BAKKALOĞLU, Şeyma, Ayfer Tunç’un Roman ve Hikâyelerinde Sosyal Benlik ile Aile Kurumu İlişkisi, İstanbul Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, İstanbul, Cilt 61, sayı 1, 2021, s.85-102.

ERGÜN, Canan Ayfer Tunç’un Hikâye ve Romanlarında Kadın, Trakya Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, Türk Edebiyatı Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Edirne, 2018.

GÜNEŞ, Selim; EZİK, Abdullah; KÜÇÜKŞAHİN, Gülşah; BOZKAYA, İpek; HAMAMCI, Esin; TOSUN, Eyüp; YILDIRIMAY, Yağmur; EYİ, Ayşe Gülen, Ayfer Tunç ile Söyleşi, Odak Yazar Ayfer Tunç II, http://www.sabitfikir.com/dosyalar/odakyazar-ayfer-tunc-ii

HARMANCI, Abdullah, SOLAK, Ömer, Ayfer Tunç Öykülerinde Sevgisizlik Teması, Selçuk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Konya, 23/2010 s.88-95.

ÖZ, Hüseyin, Ayfer Tunç’un Roman ve Hikâyelerinde Yapı ve Tema, Karadeniz Teknik Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, Türk Dili ve Edebiyatı Programı, Yüksek Lisans Tezi, Trabzon, Ekim 2016.

SOYŞEKERCİ, Hülya, Suzan Defter’de Yanan Hayatlar, (bildiri) Edebiyat Hayatının 25. Yılında Ayfer Tunç Sempozyumu, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, İstanbul, 17 Nisan 2014.

KE 18

QOSHE - Hülya Soyşekerci yazdı: Ayfer Tunç’un Yanan ve Yakan Öyküleri - Hülya Soyşekerci
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Hülya Soyşekerci yazdı: Ayfer Tunç’un Yanan ve Yakan Öyküleri

16 20
02.03.2024

Kırmızı Azap’a İzleksel Bir Bakış

Ayfer Tunç, 1990’lar sonrası edebiyatımızın en önemli adlarından. Yazdığı sağlam ve nitelikli metinler; kurgu yapısı, dil, anlatım, bakış açısı, psikolojik ve toplumsal çözümlemeler bakımından yazınsal estetiğin ve birey-toplum diyalektiğinin önde gelen örnekleri arasında yer alıyor. 1989’daki ilk öykü kitabı Saklı’dan itibaren yayımladığı her eserle dikkati çeken, iyi edebiyatı önemseyen bir okur kitlesi tarafından sürekli izlenen Ayfer Tunç, son olarak 2020’de yayımlanan Osman adlı romanıyla yine okurların ilgi odağında olmaya devam etti. Roman metni üzerinde pek çok yorumun yapılması, eserin anlamsal zenginliğini de kanıtlıyor.

Ayfer Tunç’un kurmaca metinlerinin başlıca özelliklerini kısaca belirtmeye çalışırsak; yapısal sağlamlık, şiirsellikten ironiye gidip gelen anlatımdaki akıcılık, karakterlerin canlı ve etkileyici oluşu, şehir ve ev odağında yer alan insan-mekân-eşya ilişkilerini kurmada diyalektik yaklaşım, bir mesele odağında gelişen ve şaşırtan deneyselliklere açılan kurgulamalar şeklinde ifade edebiliriz. Kesit öykücülüğü değil, bütünsel yaklaşımla yazılan öykülerdir Ayfer Tunç’un öyküleri. Çoğu zaman bir ömrün muhasebesini yapan karakterler, geniş, uzun bir zaman diliminde soluk alır; kısa anlar yerine geniş zamanların içinde var olurlar. Temel sorunsalı “hayat” ve “hikâye etmek” olan yazarın kahramanları da kendi hikâyelerini anlatarak hayat kazanırlar. Ayfer Tunç “Aslında ben hiçbir zaman kısa öykücü olmadım. En kısa öyküm 30 sayfa. Ayrıca ben kesit öykücüsü değilim; öykülerimde bütün hayatı anlatıyorum. Amacım bunun hakkını vermek, istediğim etkiyi yaratmak,” diyor. Ayfer Tunç’un, hayatı/ hikâyeleri bir süreç olarak değerlendirdiğini; öykülerini de bu süreç fikri üzerinde temellendirdiğini ve kurguladığını belirtmek mümkün.

Gerçekten, Ayfer Tunç öykülerinde tüm bir yaşamın dolu dolu hesaplaşmaları, pişmanlıkları, çocukluktaki travmaların ileriki yaşlara etkisi gibi izleklerin; terk edilmişlik, ihanet, aldatma, kıskançlık ve pişmanlıklarla birlikte aşkın bütün hâllerinin, insanı odağına alan bir bakış açısıyla, çoğu zaman kederin, hüznün egemen olduğu atmosfer içinde dile getirildiğine tanık oluyoruz. Bu dile getirilmenin, uzun ama başarıyla kurulmuş metinlerle ve bu metinlerin dokusuna işleyen sağlam bir dil ve biçemle gerçekleştirildiğini görüyoruz. Kısacası yazar, metinlerinde içerik kadar biçim ve üslubu da önemsiyor.

Bilindiği üzere, nitelikli edebiyatın kalıcı güzelliklerine, yeni biçimler deneyerek, içerikte yeni bakış açıları geliştirerek ulaşılır. Ayfer Tunç, söz konusu dengeyi iyi kuran yazarlardandır. Öykü ve roman metinlerinde karşımıza çıkan deneyselliği içeriğin belirlediğini sıklıkla vurgular; yazma sürecinde, odaklanıp dile getirmek istediği meseleyi en iyi anlatabileceği biçimi araştırdığını ve bunu metnine uyguladığını belirtir. Bu titiz ve yaratıcı çalışmaları, onun, günümüzün en iyi yazarları arasında yer almasını ve geleceğe kalacak nitelikte metinlere imza atmasını sağlamıştır. Semih Gümüş, yazarın öykücülüğü bağlamında özellikle Aziz Bey Hadisesi ve Taş -Kâğıt- Makas adlı öykü kitapları üzerinde durarak şunları dile getirir: “Ayfer Tunç’u geleceğin on yazarından biri olarak düşünmemin nedeni, Aziz Bey Hadisesi ile Taş-Kâğıt-Makas öykü kitapları. İkisinde de çok sağlam metinler yazarken kunt bir yazara dönüşüyor Ayfer Tunç. İnsanın şu yaşanan hayattaki dramatiğini ayrıntıların içine sızarak anlamlandırma kaygısı ve başarısı övgüye değer.”

Son yıllarda daha çok roman yazmaya yönelen Ayfer Tunç’un, Saklı, Mağara Arkadaşları, Aziz Bey Hadisesi, Taş- Kâğıt -Makas, Evvelotel adlı öykü kitapları, öykücülüğümüzün zirve noktalarını oluşturan derinlikli öykü metinlerini içerir. O halde Kırmızı Azap adlı kitabı bu öykülerin neresinde durmaktadır? Yazar, yerinde bir kararla Aziz Bey Hadisesi kitabındaki aynı adlı uzun öyküyü ve Taş- Kâğıt-Makas içindeki Suzan Defter adlı uzun öyküyü ayrı ayrı kitaplar hâlinde yayımlar. Çünkü bu öyküler asıl olarak novella karakteri taşır; birer “kısa roman” olarak daha belirgin biçimde öne çıkarlar. Yıllar önce Taş-Kâğıt-Makas içinde bulunan Suzan Defter’i büyük bir ilgiyle okumuş ve incelemiştim. Kitabın en uzun öyküsü olarak dikkatimi çeken bu öykünün 2013 yılından itibaren ayrı bir kitap olarak yayımlanmasına, daha çok sayıda okura ulaşacağını düşündüğüm için sevinmiştim. Aynı şekilde, Aziz Bey Hadisesi içindeki aynı adlı öykü, 2014’te ayrı bir kitap olarak yayımlanarak okurun ilgisine sunuldu. Daha önce her iki kitapta yer alıp da sonrasında “yalnız kalan” öyküler Kırmızı Azap adıyla birleştirildi ve Mayıs 2014’te yayımlandı. Aziz Bey Hadisesi içindeki “Kadın Hikâyeleri Yüzünden”, “Soğuk Geçen Bir Kış”, “Kar Yolcusu”, “Mikail’in Kalbi Durdu”, “Kırmızı Azap” öyküleriyle Taş -Kâğıt- Makas içindeki “Kaybetme Korkusu”, “Taş -Kâğıt- Makas”, “Fehime” adlı öyküler Kırmızı Azap’ta buluştu. Ayrıca Ayfer Tunç’un, Murathan Mungan’ın hazırladığı Bir Dersim Hikâyesi adlı ortak kitap için yazdığı “Yük” adlı öykü de Kırmızı Azap’ta yer aldı. Bu yazıda, içinde toplam dokuz öykü bulunan Kırmızı Azap’ı inceleme odağına alacağım.

Kırmızı Azap, her şeyden önce, içerdiği “azap” sözcüğüyle okurun dikkatini çekiyor. Azap, TDK’ye göre sözcük anlamıyla “organik ya da ruhsal büyük acı, büyük sıkıntı” demek. Ayrıca dinsel bir anlamı da var; “dinsel inanışa göre, bu dünyada günah işlemiş olanlara öteki dünyada verilecek olan ceza” anlamını taşıyor. Ayfer Tunç metinlerine inanılmaz bir uygunluk gösteren bir sözcük “azap”. Pek çok öyküsünde olduğu gibi, Kırmızı Azap’ta da yazar; ölümün, intiharın, travmanın, acının, kederin, hüznün, karamsarlığın, sinsi ve planlı kötülüğün, tecavüzün, hastalıklı aşkların, tuhaf ilişkilerin, alevler içinde yanmanın ve kül eden yangınların, aldatmaların, ihanetlerin, yalanların, kaybetme korkusunun kaynaklarının, sevgisizliğin, şiddetin, kıskançlığın, aile içi sorunların ve insanın o büyük yalnızlığının izlerini sürüyor. Kırmızı; hem acıyı, ıstırabı, maddi ve manevi açıdan yanmayı hem de cinselliği aşkı simgeleyen bir renk. Sayfalar, alev alev bir cehennem azabını anımsatan olay ve durumlarla, insan ruhundaki cehennemi simgeleyen yoğun iç dünya anlatımlarıyla, çocukluğunda yara alan travmatik kişilerin sevgisiz, duyarsız, toplumdan uzak tutum ve davranışlarıyla, intiharın aldatıcı koynuna sığınan çaresiz insanlarla büyük bir yangın yeri gibi tütüyor adeta. Alevlerin yakıcılığı, dumanların boğuculuğu, insan ruhlarında birer feryat olarak yankılanıyor.

“Kırmızı Azap” ve “Kar Yolcusu” öykülerindeki hayat kadınları, kıpkırmızı bir şehvet ve korku uçurumundan kendilerini kurtarmaya çalışıyorlar. Kitaptaki öykülerin önemli bir kısmı, erkek öykü kişilerinin anlatımı ve bakış açısından kurgulanmış. Ayfer Tunç, erkekler dünyasını gösterirken; toplumda ikinci planda kalan, aşağılanan, ezilen, önem ve değer verilmeyen kadınlara odaklanmamızı sağlıyor dolaylı yoldan. Ataerkil sistemin sözde değerlerinin hem kadınları hem de erkekleri birey olmaktan, özgürleşmekten, insanca yaşamaktan alıkoyduğunu gerçekçi bir biçimde gözler önüne seriyor.

Kırmızı Azap’ın pek çok öyküsü, Ayfer Tunç’un diğer öykü ve romanlarında olduğu gibi iç içe geçmiş birçok öyküden oluşur. Yazar özellikle “Kaybetme Korkusu”, “Taş- Kâğıt- Makas” gibi öykülerinde, öykü kişilerinin geçmişine; çocukluk ve ilk gençliğine uzanabilmemiz için onların başından geçenleri ayrı ayrı hikâyeleştirir ve bu hikâyeleri asıl öykü metnine başarıyla yerleştirir.

Kitabın ilk hikâyesi olan “Kadın Hikâyeleri Yüzünden”, bir erkek anlatıcının bakış açısından yazılmış bir öyküdür. Manifaturacı dükkânı olan adam, uzun süreden beri mutsuz olduğunu düşünerek bir oyun kurgulamaya karar verir. Yeni dükkân komşusu ve arkadaşlarının anlattıkları çapkınlık hikâyeleri, adamın ruhsal sorunlarını tetikler. “Kadın Hikâyeleri Yüzünden”, adamın hayali kadınlarla doldurduğu hayatının, “oyun gibi olan” ve sonra trajediye neden olan öyküsünden oluşur. Kendisini, ataerkil düzenin “erkek” tanımı içinde görmeye çalışan manifaturacının bu oyunu, ne yazık ki karısının trajik sonunu hazırlayacaktır.

Manifaturacı, kendi fiziksel özelliklerini beğenmeyen, köseliğinden şikâyetçi olan, boyunu uzatmak için ayakkabısına gizlice mukavva yerleştiren, korkak, tutuk bir adamdır. Hem çevresindeki erkeklere hem de karısına, hayatında başka kadınlar varmış izlenimi vermeye çalışır. Eve geç gitmeye başlar, gömlek yakalarına ruj sürer, gittiği bir pavyondaki kadınla samimi bir fotoğraf çektirip bunları eşinin görmesini sağlar. “Bütün bunlar ne kadar sürdü, kestiremiyorum. Ama her geçen gün bu oyundan daha da hoşlandım. Artık benim de bir kadın hikâyem vardı ve buna tek inanan da karımdı,” (s.21) diyen adamın aslında kendisiyle, kendi görünümü ve varlığıyla bir meselesi vardır. Kendi varlığını hep değersiz ve yaralı hisseder. “Korkaklığımdı, sinmişliğimdi, kendi içime dönmüşlüğümdü. Köseliğimdi sonra, bu yüzden uzadıkça saçlarımı karımın kesmesiydi. Ayakkabılarımın içine kat kat koyduğum mukavvalardı eski yaralarım, ezildikçe yenilediğim… Pazar günleri evde… gizlice.”(s.15)

Karısını güzel bulmayan ve onu sevmediğini düşünen adam, “onun ürküten, siyah ama ağlatan gözlerini ve parmak eklemlerinden fırlayan kemiklerini” aklına takmıştır. Kendi aşağılık kompleksini, sakin ve sabırlı olan karısına eziyet ederek telafi etmeye başlar. Tam anlamıyla “azap” çektirir ona. Her gece ya dükkânda yatar ya da eve çok geç saatte gelerek, cebinde anahtarı olmasına rağmen otomatiği bozuk dış kapı zilini çalar ve karısının bir hizmetçi gibi merdivenlerden beş kat aşağı inip kendisine kapıyı açmasını bekler. “Şaşkındım, garip bir şekilde heyecanlıydım, olmayan bir şeyi oluyor gibi yapmanın zorluğundan yorulmuştum,” da diyen adam, karısının sorularına ters yanıtlar vererek, onu üzerek kendi hayatının intikamını bu masum kadından almaya çalışır: “Çelimsiz, alımsız, kemikli; uzun zamandır yaşlarla örtülü, derin bir kederle bakan iri gözleri bir güzellik değil, ağlama hissi uyandıran karım günden güne zayıflarken, ben, olmayan bir kadın hikâyesinin sonunu yazmaya çalışıyor ve çocuklarımı okşamayı bile unutuyordum.” (s.21) Adam, “erkek toplumun” kendisinden beklediği “çapkın erkek” imajını başardığı sanısı içindedir; hayalî oyununa devam ederken, yani “-mış gibi yaparken” ne yazık ki bu tuhaflığa kanıp aldatıldığına inanan karısının intihar etmesine neden olur. “Kime oynadım bu oyunu, niye oynadım? Bilmiyorum. Ama oynarken hoşlandım, mutlu oldum. Böyle olacağını bilseydim, hiç oynar mıydım?” (s.15) sözleriyle pişmanlığını dile getirir adam.

Bu noktada, kimi insanların kendi hikâyesini anlatmak ve var olmak için kendi “sanal” gerçeğini yarattığı sonucuna ulaşıyoruz. Max Frisch “Her insan önünde sonunda kendi hayatı zannettiği bir hikâye uydurur,” der. Bu kitaptaki öykü kişilerinin çoğu, hayalî bir oyun kurarak kendi yarattığı dünyaya inanır gibi davranır ve çevresindekileri de buna inandırmak ister. Bu öyküler “tuhaf”a odaklanmıştır; ancak bir o kadar da inandırıcıdır.

Öykü, sevgisizlik ve yalnızlık üzerine kuruludur. Gençliğinde fiziksel görünümü........

© Edebiyat Burada


Get it on Google Play