Geleneksel olarak IMF her şeyden önce mali istikrarı gözeten bir kuruluş olarak bilinir. Bu da IMF’nin ekonomik durumu kötüye giden ülkelere bir yardım fonu olmaktan ziyade, yabancı para borçluluk oranları yükselmiş olan ekonomileri disipline etme görevi olan bir kuruluş olarak görülmesine neden olur. Bu ise zaten yaşamakta oldukları ödemeler dengesi krizi nedeniyle yoksullaşmış ekonomileri kemer sıkmaya zorlayarak hanehalkları açısından yaşam koşullarını daha da zor hale getirdiği için IMF’nin “kötü adam” olarak ün kazanmasına neden olur. (Tabii, böyle durumlarda o güne kadar para ve maliye politikalarında yeterli disiplini uygulamayan, bir anlamda har vurup harman savurarak bu duruma sebep olan hükümetler de her nedense sorumlu tutulmazlar.)

Ancak önce 2008 finansal kriziyle birlikte gelişmiş ülkelerin başını çektiği ve miktarsal genişleme (QE) olarak da adlandırılan para politikasının uygulanması ve bu süreçte de küresel likiditenin diğer periferal ülkeleri de kapsayacak şekilde genişlemesi sayesinde bu ülkelerin göreceli olarak ucuz ve bol fonlara erişmesi ile birlikte ÖD krizi riski ortadan kalktığı için IMF’nin bu gelişmelere pek de bir sesi çıkmadı. (Biz de bu küresel likidite ortamından nasibimizi aldık. Yoksa, konjonktür farklı olsaydı, 2010-14 yılları arasında milli gelirimizin yüzde 10’unu bile geçen büyüklükte cari açıklar vermemiz imkansızdı.) Tam piyasalar normalize olmaya başlarken bu sefer de pandeminin ortaya çıkmasıyla neredeyse dünyadaki tüm ekonomiler eş zamanlı olarak parasal ve mali genişleme programları uygulamak zorunda kaldı. Açıkçası bu noktada daha müsrif davrananlar da Batı ekonomileri oldu. Gelişmekte olan ülkelerde ise korona tedbirlerinin ekonomik boyutu daha kısıtlı kaldı.)

Hal böyle iken, IMF’nin kalkıp da ne gelişmiş ülkelere, ne de GOÜ’lere “daha fazla kemer sıkın” demesi imkansızdı, tabii. (Mamafih, GOÜ’ler de 90’lı yıllardaki krizlerden ders almış olarak, çok da hesapsız kitapsız harcama kalıpları içine girmediler.) Ancak, bugünlerde Dünya ekonomisi yavaş yavaş normalize olurken IMF de mali istikrarı önceleyen yaklaşımına geri dönmüş gözüküyor. Nitekim, IMF Başkanı Gopinath maliye politikalarına yeniden odaklanmak gerekliliğinden bahsediyor. FT’den Martin Wolf bu konuyu değerlendirdiği yazısında IMF’nin İngiltere, Fransa ve ABD’nin 2024 sonu borçluluk oranlarını milli gelirin yüzde 100’ü civarında, Japonya’nınkini ise yüzde 156 olarak tahmin ettiğini belirtmiş. 2001 yılında ise bu oranlar ilk 3 ülkede yüzde 50’nin, Japonya’da ise yüzde 75’in altındaydı. Haliyle son 20 senede bu ülkelerin bütçe açıkları da yüzde 5 civarında seyretmiş bulunuyor. Böylece 20 küsur senede borçluluk oranları iki katına çıkmış. Daha önce tarihte bu kadar yüksek oranlar sadece 2. Dünya Savaşı sonunda görülmüş.

IMF ya da Wolf kadar alarmist olmaya gerek var mı, emin değilim. Hele bu soruyu bir çeşit heterodoks ekonomi öğretisi olan Modern Para Teorisi (MMT) ekolünü savunanlara sorduğunuzda, alınacak cevap “bu konuya hiç kafayı takmayın” bile olabilir. MMT’ciler “eğer bir ülkenin parası “hard currency” ise o ülke borçlanma sınırlamalarına fazla takılmadan yüksek oranlı bütçe açıkları ile uzun süre yaşayabilir” iddiasındalar. (Şunu vurgulamakta fayda var: Bu durum bizim gibi parası “hard currency” olmayan ülkeler için kesinlikle geçerli değil.) Tabii, geçmiş 20 senenin “uygun” finansal koşulları da bu iddiaya destek olmakta. Gevşek para ve maliye politikaları sayesinde global bir kriz yaşanmadan ekonomiler ayakta tutuldu. Bu süreçte yeni bir kriz olmaması pahasına pek çok “zombi” şirket de yüzdürülmüş oldu. Bu da aslında kapitalizmin yaşamsal bir döngüsü olan “yapıcı yıkım”a (creative destruction) izin verilmemesi anlamına geliyor. Bunun sonucunda yok edilmesi gereken sermaye yok edilemediği için getirisi de (basitçe şirket kârlılıkları) düşük kalmaya devam edecek.

MMT’cileri yanıltan diğer nokta ise bu son 20 yılda Çin’in daha önce kapitalizmin tarihinde görülmemiş bir şekilde gelişmiş pazarlara entegre olmasıydı. Bunu yaparken de biriktirdiği cari fazlayı başta ABD olmak üzere gelişmiş ülke tahvillerine yatırıyor, bir şekilde onları finanse ediyor, neredeyse müsrif olmalarını (uzun vadeli borçlanma faizlerinin düşük kalması nedeniyle) teşvik ediyordu. Bu durumun bundan sonra aynı şekilde devam etmesi beklenemez. Hem Çin’in artık eskisi gibi yüksek hızlarda büyümesi mümkün değil, hem de artık Batı ile ticari ilişkileri daha dengeli olmak durumunda.

Korona sonrası yaşanan enflasyon dalgasının ise şöyle iyi bir tarafı oldu: Borç stoklarındaki sabit faizli enstrumanlar nedeniyle devletlerin borçluluk oranları düştü. (Bir anlamda, borç enflasyona yedirildi.) Ancak, hem bundan sonra reel faizler yüksek seyredebilir, hem de borçlanmalarda endeksleme artacaktır. Kısacası, bugüne kadar çok da kaale alınmayan borçluluk oranları yakın zamanda daha çok konuşulur hale gelirse şaşırmayalım.

QOSHE - Artan borçluluk oranları - Tuğrul Belli
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Artan borçluluk oranları

5 14
23.11.2023

Geleneksel olarak IMF her şeyden önce mali istikrarı gözeten bir kuruluş olarak bilinir. Bu da IMF’nin ekonomik durumu kötüye giden ülkelere bir yardım fonu olmaktan ziyade, yabancı para borçluluk oranları yükselmiş olan ekonomileri disipline etme görevi olan bir kuruluş olarak görülmesine neden olur. Bu ise zaten yaşamakta oldukları ödemeler dengesi krizi nedeniyle yoksullaşmış ekonomileri kemer sıkmaya zorlayarak hanehalkları açısından yaşam koşullarını daha da zor hale getirdiği için IMF’nin “kötü adam” olarak ün kazanmasına neden olur. (Tabii, böyle durumlarda o güne kadar para ve maliye politikalarında yeterli disiplini uygulamayan, bir anlamda har vurup harman savurarak bu duruma sebep olan hükümetler de her nedense sorumlu tutulmazlar.)

Ancak önce 2008 finansal kriziyle birlikte gelişmiş ülkelerin başını çektiği ve miktarsal genişleme (QE) olarak da adlandırılan para politikasının uygulanması ve bu süreçte de küresel likiditenin diğer periferal ülkeleri de kapsayacak şekilde genişlemesi sayesinde bu ülkelerin göreceli olarak ucuz ve bol fonlara erişmesi ile birlikte ÖD krizi riski ortadan kalktığı için IMF’nin bu gelişmelere pek de bir sesi çıkmadı. (Biz de bu küresel likidite ortamından nasibimizi aldık. Yoksa, konjonktür farklı olsaydı, 2010-14 yılları arasında milli gelirimizin yüzde 10’unu bile geçen büyüklükte cari açıklar vermemiz imkansızdı.) Tam piyasalar normalize olmaya başlarken bu sefer de pandeminin ortaya çıkmasıyla neredeyse dünyadaki tüm ekonomiler eş zamanlı olarak parasal ve mali genişleme programları uygulamak zorunda kaldı. Açıkçası bu noktada daha müsrif davrananlar da Batı ekonomileri oldu.........

© Ekonomim


Get it on Google Play