Her nedense toplum olarak hep fırsat arar dururuz. Oysa fırsat kendiliğinden doğmaz, fırsat kişinin güçlü yönünü geliştirmesiyle ortaya çıkabilecek bir husustur. Nitekim zayıf yönlerimiz geleceğimizi karartabilecek tehdit yanımızdır. Madem herkesin kendine göre zayıf yönleri var, o halde ebeveynler çocuklarının zayıf yönleri ayyuka çıkmasına fırsat vermeden ta çocuk yaşta gerekli önlemleri almasında fayda var elbet. Mesela zekâ yönünden zayıf kalmamak adına ebeveynler 0–3 yaş grubu çocuklara balık yedirebilir pekâlâ. Çünkü balık beyne kuvvet veren temel bir gıdadır. İnsanoğlunun elbette ki birçok ihtiyaçları var. Şüphesiz bu ihtiyaçların başında fizyolojik ihtiyaçlar gelmektedir. Mesela açlık gidermek, ya da hava alıp gezmek bunun tipik misalini teşkil eder. İkinci ihtiyacımız güvenlik olup, bunlardan mesela mal güvenliği, fikir ve düşünceyi ifade etme güvenliği, aile güvenliği ve sosyal güvenlik gibi unsurlar koruyucu şemsiyelerimizdir. Hele hele sosyal güvenlik olmazsa olmaz ihtiyacımızdır. Üçüncüsü sevme ve sevilme olup, bu iki unsur daha çok sübjektif dünyamızla ilgili ihtiyaçlardır. Nitekim saygınlık görme ihtiyacı da öyledir. Dördüncüsü hiç kuşkusuz doygunluk ihtiyacıdır. İnsanoğlu hayat süreci içerisinde kendine belirlediği bir hedefe ulaşmak için mücadele verir. İşte bu mücadele içerisinde ulaşmak istediği hedefe eriştiğinde kemale erme noktası diyebileceğimiz doygunluk ihtiyacını gidermiş olur. Maalesef hedeflerimizi belirlerken hep dünya metası üzerine kurguluyoruz. Niye derseniz, çünkü insanoğlunun gözü doymaz bir şekilde hırs bürüyebiliyor, birincisini elde etti mi ikincisi de benim olsun der hep. Fakat ilim bundan istisnadır. Zira ilim yolunda hırs iyidir. Zaten ilim pazara kadar değil, mezara kadar devam eden bir süreçtir. Anlaşılan o ki beşer olarak birçok maddi ve manevi ihtiyaçlarımız var, olması da gayet tabiidir. Önemli olan bu ihtiyaçlarımızı meşru çerçevede yürütebilmektir. Şöyle ki önce ihtiyaçları genel hatlarıyla belirledikten sonra meşru ve helal yoldan belli bir plan doğrultusunda hareket etmemiz gerekir. Şurası muhakkak plansız ve programsız bir hayata alıştığımız için yemek ihtiyacımızı gidermede bile birtakım adap ve kurallara riayet etmediğimiz açığa çıkabiliyor. Yani en temel ihtiyacımız olan gıdanın bile nasıl kullanılacağı konusunda bihaberiz. O halde yemek yemenin ötesinde yemek adabı denen bir kültürün varlığını sezip, yemek yeme adabını ve kendi geleneksel yemek kültürümüzü yeşertmek gerekir. Bir Çinli tahtadan yapılı incecik çubukla yemek yemeği yemek kültürünün gereği olarak günümüze kadar taşıyabiliyorsa pekâlâ bizde kendi yemek kültürümüzü yeşertip geleceğe taşıyabiliriz. Ki, ashabın hayatında tahta kaşıkla yemek bilinen bir gerçektir. Şimdi bu kültürü ancak Kâhta’nın Menzil köyünde görebiliyoruz. Lafa gelince bir bakıyorsun mutfak denilince mangalda kül bırakmıyoruz. Doğrudur en zengin ve yöresel menü mutfak düzenimiz bize has yemeğin servis edilebileceği kültür hazinemizdir, ama ne var ki servis edilen yemekler adabı usulünce yemek yerine artık günümüzde yemek yerken ayaküstü atıştırmalar artış kaydedip geleneksel sofra adabını ve yemek yerken nelere dikkat edilir kültürünü de yitirmek üzereyiz. Öyle ya, şöyle bir düşünün, acaba hangimiz yemek esnasında tatlının üzerine kesinlikle su içmemenin gerektiğini biliyoruz. Baksanıza büyüklerimiz “Ye yağlıyı su iç donarsa donsun, ye tatlıyı içme suyu yandırırsa yandırsın” demişler. Belli ki bu sözü boşa dememişler. Hemen her insan üç aşağı beş yukarı kendini bilir. Hiç kuşkusuz her insanlara güçlü yanınız nedir diye sorsa, vereceğimiz cevap hiç kuşkusuz önce azim ve kararlılığımız, daha sonra sırasıyla vefa yanımız, başkalarının malına özenmemek, doğru bildiğimizi üst makamdan yöneticide olsa çekinmeden söyleyebiliyor olmamızdır. Her ne kadar atalarımız “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar” demiş olsalar da bu durum nereye kadar sürdürülebilir ki. Hele ki, makam, mevki, para pul bakımdan güçlü addedilen insanların önünde eğilirsek kendimize olan saygınlığımızın yerle bir olacağı malum. İlla ki bir yerlere gelebilmek için birilerinin bizlere vesile olması için kapılarını çalmamız son derece gayet tabiidir. Ancak kapılarını birkaç kez çalıp şayet taleplerimiz karşılık bulmuyorsa fazlaca kapıyı zorlayıp ısrar etmemekte fayda vardır. Çünkü üzerinde odaklandığımız meselede fazla ısrarcı olursak dilenci pozisyonuna düşmüş oluruz. Kaldı ki bizim kültürümüzde görev istenmez, verilir düsturu esastır. Fakat gel gör ki günümüzde öyle bir hale geldik ki dünyevi taleplerde bulunmayanlar köşe bucak itilmiş pozisyondalardır. Sürekli mevki makam peşinde koşup talepte bulunanlar ise bir şekilde köşe başlarını tutmuş ağa paşa durumdalardır. Zaten idealist karakterde bir kişi üst makamlardan talepte bulunacağı zaman her haliyle çekingenliği çok rahatlıkla yüz ifadelerinden okunacağı muhakkak. Bunun tam aksine ar damarı yırtılmış pragmatist tipler ise, gayet vurdumduymaz tavırlarıyla taleplerini sunabildikleri gibi, genellikle de taleplerinin karşılık bulduğu bilinen bir gerçekliktir. Değim yerindeyse bu tipler sürekli mevki makam kapma peşinde koştukları için artık bu işi meslek haline getirmiş durumdalar da. Oysa idealist insanların amacı yönetilen değil yöneten konumuna gelip daha iyi bir hizmet verebilmektir. Aslında bunu fazlasıyla hak ediyorlar da. Nitekim etrafımızda birçok şahit olduğumuz örneklere baktığımızda idealist insanların yönetici konumuna gelmekte geç bile kaldıklarını dersek yeridir. Düşünsenize milletin teveccühü ile iktidara gelmiş hükümetin aleyhinde kara propaganda yapması bir yana ortamını bulduklarında maksadı aşan ithamlarla hükümeti yerden yede vuran bir takım pragmatist tiplerin her türlü hile ve desiselerle bir bakıyorsun önemli mevki ve makamlara gelebiliyorlar. Malum milletin bağrından çıkmış iktidara destek veren idealist insanların ise bir köşeye itilip idari makam ve mevkilere getirilmediği, yani oy verdiği kendi iktidarında parya durumuna düşürüldüğü de son derece hazin bir durumdur.

Hele şöyle etrafımıza analitik bir gözle baktığımızda daha pek çok hazin manzaralar görmek pekâlâ mümkün. Umulur ki bu hazin manzaralara son verile. Aksi halde fırsat eşitliği yerine fırsat ganimet bilinip hak, hukuk, adalet rafa kaldırılacaktır. Şu bir gerçek idealist insan yaptığını söylemekten de imtina eder. Derdi davası başkalarına şirin görünmek değildir, bilakis derdi davası üretken olup hizmet etmektir. Zaten öylede olmalı. Bu yüzden atalarımız kişinin ayinesi işidir lafa bakılmaz demişlerdir. Nitekim ayinesi iş olan insanlar fırsat düşkünü değildirler, onurlarıyla yaşamaya çalışan tiplerdir. Onlar aynı zamanda çevrelerinde şahit oldukları bir takım pragmatist ve fırsat düşkünü insanların bir makam uğruna kırk takla attıklarını gördüklerinde üzülen insanlardır. Vesselam.

QOSHE - FIRSAT GANİMET Mİ? - Selim Gürbüzer
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

FIRSAT GANİMET Mİ?

2 0
10.11.2023

Her nedense toplum olarak hep fırsat arar dururuz. Oysa fırsat kendiliğinden doğmaz, fırsat kişinin güçlü yönünü geliştirmesiyle ortaya çıkabilecek bir husustur. Nitekim zayıf yönlerimiz geleceğimizi karartabilecek tehdit yanımızdır. Madem herkesin kendine göre zayıf yönleri var, o halde ebeveynler çocuklarının zayıf yönleri ayyuka çıkmasına fırsat vermeden ta çocuk yaşta gerekli önlemleri almasında fayda var elbet. Mesela zekâ yönünden zayıf kalmamak adına ebeveynler 0–3 yaş grubu çocuklara balık yedirebilir pekâlâ. Çünkü balık beyne kuvvet veren temel bir gıdadır. İnsanoğlunun elbette ki birçok ihtiyaçları var. Şüphesiz bu ihtiyaçların başında fizyolojik ihtiyaçlar gelmektedir. Mesela açlık gidermek, ya da hava alıp gezmek bunun tipik misalini teşkil eder. İkinci ihtiyacımız güvenlik olup, bunlardan mesela mal güvenliği, fikir ve düşünceyi ifade etme güvenliği, aile güvenliği ve sosyal güvenlik gibi unsurlar koruyucu şemsiyelerimizdir. Hele hele sosyal güvenlik olmazsa olmaz ihtiyacımızdır. Üçüncüsü sevme ve sevilme olup, bu iki unsur daha çok sübjektif dünyamızla ilgili ihtiyaçlardır. Nitekim saygınlık görme ihtiyacı da öyledir. Dördüncüsü hiç kuşkusuz doygunluk ihtiyacıdır. İnsanoğlu hayat süreci içerisinde kendine belirlediği bir hedefe ulaşmak için mücadele verir. İşte bu mücadele içerisinde ulaşmak istediği hedefe eriştiğinde kemale erme noktası diyebileceğimiz doygunluk ihtiyacını gidermiş olur. Maalesef hedeflerimizi belirlerken hep dünya metası üzerine kurguluyoruz. Niye derseniz, çünkü insanoğlunun gözü doymaz bir şekilde hırs bürüyebiliyor, birincisini elde etti mi ikincisi de benim olsun der hep. Fakat ilim bundan istisnadır. Zira ilim yolunda hırs iyidir. Zaten ilim pazara kadar değil, mezara kadar devam eden bir süreçtir. Anlaşılan o ki beşer olarak birçok maddi ve manevi ihtiyaçlarımız var, olması da gayet tabiidir. Önemli olan bu ihtiyaçlarımızı meşru çerçevede yürütebilmektir. Şöyle ki önce ihtiyaçları genel hatlarıyla belirledikten sonra meşru ve helal yoldan belli bir plan doğrultusunda hareket etmemiz gerekir. Şurası muhakkak plansız ve programsız bir hayata alıştığımız için yemek ihtiyacımızı gidermede bile birtakım adap ve kurallara riayet etmediğimiz açığa çıkabiliyor. Yani en temel ihtiyacımız olan gıdanın bile........

© Enpolitik


Get it on Google Play