Yerli kültürün faili bireydir. Kitle kültürünün ise topluluktur.

Kitle kültürü suni ruhsuz kaba görünüm arz eder. Öyle ki bu kültürün kullanacağı enstrümanlar maddidir. Malumunuz 1800-1900 yılları sanayileşme ve teknoloji çağıdır. Dolayısıyla kitle kültürü bu çağın ürünü olarak karşımıza çıkar. Sanayileşmenin getiresi olduğu gibi götüresi de söz konusu. Teknolojik gelişmeler adeta yerli kültürleri kurutup yerini kitle kültürüne terk etmiştir. Derken şehir hayatının stresi ferdi yalnızlığa itip ruhsuz yığınlar türetmiştir. Bundan daha da öte bunalımın eşiğine gelmiş kitleler ruhunun susuzluğunu telafi edecek hemen her sese kulak kabartmak mecburiyetini hissetmişlerdir. Amerikan sağının kültür meseleleriyle ilgilenmesi bu yüzdendir. Örnek mi? İşte kürtaj politikalarıyla siyasi arenada güç kazanmaları bunun en bariz örneğini teşkil eder.

Hele insanlığın içinde bulunduğu medeniyetin yapısı bozulmaya bir görsün, ister istemez kültür hayatı düzensiz bir hale girip kitleler bozulan medeniyetin yıkılmasını daha da çabuklaştırır hale gelebiliyor. Hele fertler kendi öz kimliğini yitirmeye bir görsün ister istemez böylesi fertlerin oluştuğu toplumda kargaşalıklar içinde yüzen kitleler oluşması kaçınılmazdır. Hatta bu kitleler göçebe yapısını andıran totaliterleşme eğilim gösterir de. Faziletten ve maneviyattan nasibini almamış kitleler bu çağın problemidir maalesef. Sayıları azda olsa fazilet ve maneviyat içeren topluluklarda var olup bunlar maddi ve manevi dengeyi sağlamış kitleler olarak telakki edilirler. O halde bu iki tip kitleleri şöyle kategorize edebiliriz:

“-Kaba ve zevksiz görünüm arz eden suni kitleler,

-Hayırhah ve fazileti içeren kitleler” diye.

Şayet faziletli ve erdemli şehirlerin vücut bulmasını istiyorsak tarihi misyonumuza uygun bilge insan ve ‘alperen’ tipi insan yetiştirmemiz gerekiyor. Zaten Türk-İslam medeniyeti bu iki insan tipi sayesinde üç kıtada damgasını vurabilmiştir. Belli ki Osmanlı yükselişten düşüşe geçmesinin arka planında yatan ana unsur sebep gazi insan tipinin yerine tüccar, sanayici ve üretici insan tipine dönüştürememesidir. Tarihi süreçte alpliği tarif ederken yiğitlik kahramanlık ve cesaret timsali bir tip insan olarak tarif ederiz hep. Tabii kavramları tanımlamak iyi hoşta, fakat bugünün sanayi toplumunda bu tanımlamayla bir yere varamayız. Oysaki günümüzde gelinen noktada alpliği at üzerinde kılıç sallayıp üç kıtada hüküm süren kahraman yerine atın üzerinden inip bilgisayarın başına geçmiş kahraman olarak tanımlarsak daha bir gerçekçi ve inandırıcı oluruz. Hala geldiğimiz noktada geçmişe özlem duyaraktan Türk’ün Ergenekon’dan çıkış destanıyla demiri dövmesiyle kendimizi avutuyorsak bu demektir ki yaşadığımız sanayileşmiş bilgi toplumuna bizim verebileceğimiz herhangi bir katkımız yok demektir. Yaşadığımız çağda asıl maharet eren’lik vasfımızı yitirmeksizin çağın gerçekleriyle yüzleşebilecek; bir elde Kur’an, diğer elde bilgisayar donanımlı alperen gençlik yetiştirebilmektedir. İşte böylesi donanıma haiz alperen gençliğin oluştuğu toplumda hayırhah kitlelerin doğması an meselesidir diyebiliriz. Bakınız bir Müslüman âlimi; ‘Türkler idare ve hukuku, İranlılar edebiyat ve sanatı, Araplarda ilmi temsil etmek suretiyle üçü bir arada millet oluşturur’ der. Tabii, gönül ister ki bugünde gelinen noktada millet olarak idare ve hukukun yanında edebiyat, sanat, ilim ve batının teknolojisini kucaklayan, aynı zamanda tüm alanlarda var olduğumuzu gösterebilen toplum olabilsin. İşte o gün gelip çattığında ancak o zaman modern çağın üst seviyesine sıçramaktan söz etmek daha bir anlam kazanacaktır.

Çağdaş toplum, dayanışma ve rekabet ikilemi arasında bocalamakta şundan besbellidir ki hayatla didişip boğuşaraktan insanların işbirliği duygusu rekabete dönüşmüş durumdadır. Şöyle etrafımıza gözlemci olarak baktığımızda kitleler işbirliği ile rekabet arasında çatışma içerisinde hemen herkes yığın yığın, öbek öbek bir halde çözülmenin eşiğinde olduğunu görürüz.. Kuru kalabalıklar bir topluluk gibi görünse de aslında koyun sürüsünden hiçbir farkı yoktur. Kalabalıklar sayıca üstünlük ifade etmesine rağmen, toplum imajı daha ağır basmaktadır. Kitleler arasında dayanışma ve işbirliği ruhu gelişmediği için fert toplum içerisinde kendini yalnız hissetmektedir. Bu noktada Hasan Sağındık’ın ‘Zindan Şehirler’ klipi içine düştüğümüz hazin manzarayı ortaya koyuyor zaten. Gerçektende şehirler faziletlikten çıkmış, suni bir yapıya dönüşerek zindanlaşmıştır. Şehirlerin zindanlığı şuradan belli ki, kimi zaman geçmişe özlem duyarak bir dizi cevabını bulamadığımız sorular eşliğinde;

“ Hani o kerem, keramet ve selamet sahibi Medine nerede?

Hani nerde o cesaret, şecaat ve kuvvet örneği Şam?

Hani nerede o ilim ve fikir ve hikmet dolu Bağdat?

Hani nerede o hürriyet ve adalet şehri İstanbul?

Hani nerede o mucizeler diyarı Mekke” diyerek habire hayıflanmaktan kendimizi alamayız da.

İşte bütün bu adını andığımız şehirlerde yaşayan insanların yeniden dünyaya gelmeleri mümkün olsa, bize emanet bıraktıkları erdemli şehirleri tanımaz halde görüp bütün değerlerin alt üst olduğuna yanacaklardır.

Düşünsenize bir zamanlar İslam medeniyetinin şehirciliği ve sitelerine ‘Erdemlilik’ hâkim olup bu uğurda atalarımız ilim, aşk, üretim ve sanat gibi değerleri yücelten erdemli şehirlerin imarını oluşturabilmişlerdir. Öyle ki gelen müşteriye “Ben siftah yaptım, diğer alış verişi de yandaki dükkândan yap” erdemliliğini gösterecek insanlardan müteşekkil şehirler kurmuşuz. Türk-İslam medeniyeti geliştikçe ve şehirleştikçe cehalet, bilgisizlik ve göçebe değerlerle yok olmuş, yerine erdemli topluluklardan müteşekkil yerleşik hayat medeniyet hamlesine dönüşmüştür. Keza Roma sitesinde ise estetikliğin egemen olduğu bir medeniyet hamlesi gerçekleşmiştir.

Artık çağımızda insanlar yığın halde yaşamaktan bir türlü kurtulamadıkları gibi fazilet yüklü topluluklar haline gelemediler. Teknoloji insanı mutlu edemediği gibi bireyi kitle içinde yalnız bırakmıştır. Bir gün insanlık yeniden kaybettiği değerlere döner mi, dönmez mi pek bilinmez ama yine de bu konuda kutsala dönüş olacak mı sualine Daniel Bell:

-“Hiç şüphem yoktur ” cevabıyla karşılık verir

Nitekim Avrupalılar, manevi boşluk içinde yüzdüklerinin fark etmiş olsalar gerek ki, medeniyetlerine çok defa Hıristiyan medeniyeti adıyla anıp “Dimağımız Yunanistan, kalbimiz Suriye” demekten kendilerini alamamışlardır. Madem öyle pekâlâ bizde tekrar yeniden dirilişe geçmek adına, çok rahatlıkla kalbimiz Kâbe’dir deme erdemliliğini gösterebiliriz pekala.. Zira hayırhah kitlelerin kalbi her daim Kâbe için atmak için vardır.

Aslında Avrupa:

-Yarı Asya,

-Yarı Amerika yapıda çift kutuplu bir yapı arz eder,

Amerika denilince daha çok maddiyat, Asya denilince de maneviyat akla gelir. Malumunuz din konusunda Asya daima insanlığa rehber olmanın yanı sıra insanlığını hatırlatacak erdemlilikler aşılamıştır. Bu yüzden Dostoyevski;

-“Bizim geleceğimiz Asya’dadır. Nankör Avrupa’yı bırakalım. Ruslar Avrupalı olduğu kadar Asyalıdır” itirafıyla bu gerçeğe işaret etmiştir.

Evet, Batı beynin iki yarım küresi misali bir yanı maddi zenginlik, diğer yanı ise manevi sefaletin adı bir dünyadır. İşte Batının manevi boşluk sefaletini giderecek tek kaynak doğudur. Ama gel gör ki teknolojik keşifleri doruğuna ulaşan batı, vücut tekniklerini keşfetmekten bihaberdir. Hiç kuşkusuz vücudun iç âlemine ait keşiflere dair bilgiler doğunun engin kaynağında kodludur. Dolayısıyla Cemil Meriç’in “Işık doğudan doğar” sözü çok yerinde bir tespittir. Nitekim gıptayla özenilen batı dünyası aslında eski Yunanı bile Müslümanlardan öğrenmişlerdir. Hele kültür tarihi derinlemesine incelendiğinde kültür kodlarının köklerinde doğu kültürünün varlığı görülecektir. Örnek mi? İşte Aristo mantığı ve Eflatun incelendiğinde Hint kültürünün vedalarına ait izlerin varlığı bunun en bariz örneğini teşkil eder. Düşünsenize Sokrates’i Eflatun’u, Aristo’yu ve Eski Yunanı bizden öğrenmişler, milattan sonra IX asırda İbn-i Sina ve Farabi’nin, XIV ve XV asırlarda ise İbn-i Rüşd’ün çabaları olmasaydı eski Yunan gerçeği gün yüzüne çıkamayacaktı. Bundan daha da öte Batılılar bize ait bilgileri Arapçadan kendi dillerine tercüme etmeselerdi hala karanlıkta yüzüyor olacaklardı. Nitekim Osmanlıda Molla Feneri’nin Aristo mantığının kritik edecek şekilde eserler vermesi bunun bariz göstergesi sayılır.

Demek oluyor ki; Batıyı ayağa kaldıran sır Haçlı seferlerinde bizimle yüzleşmenin getirisi olarak bizim tercüme ettiğimiz eserlerden ilham almalarıdır. Bir başka ifadeyle Haçlı seferleri batının doğuyu tanımasına vesile olmuştur. Hümanistler ilk Yunan metinlerini tercüme ederek Roma ve Yunan’a ulaştırıcı vesikaları batıya kazandırmışlardır. Böylece ileride Rönesans hareketine ivme kazandıracak orijinal metinlerin asıllarına kavuşmuşlardır. İşte Batının büyümesindeki sır budur. Tabii bu arada deniz aşırı soygunların Avrupa’ya büyük bir sermaye kazandırıp sanayi inkılâbını hazırladığını da unutmamak gerekir.

Velhasıl-ı kelam dünyamızda teknolojik atılımlara şahit olduğumuz halde, kitlelerin gerçek manada mutluluğu ancak manevi huzur ikliminde yaşayabilecekleri gerçeğini her nedense görmezden geliyoruz hep. Oysa Doğunun da batının da asıl ihtiyacı maddi ve manevi dengeyi yakalayabilmiş hayırhah kitlelerin doğa gelmesidir.

Vesselam.


QOSHE - KİTLE KÜLTÜRÜ VE HAYIRHAH KİTLELER - Selim Gürbüzer
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

KİTLE KÜLTÜRÜ VE HAYIRHAH KİTLELER

4 1
08.12.2023

Yerli kültürün faili bireydir. Kitle kültürünün ise topluluktur.

Kitle kültürü suni ruhsuz kaba görünüm arz eder. Öyle ki bu kültürün kullanacağı enstrümanlar maddidir. Malumunuz 1800-1900 yılları sanayileşme ve teknoloji çağıdır. Dolayısıyla kitle kültürü bu çağın ürünü olarak karşımıza çıkar. Sanayileşmenin getiresi olduğu gibi götüresi de söz konusu. Teknolojik gelişmeler adeta yerli kültürleri kurutup yerini kitle kültürüne terk etmiştir. Derken şehir hayatının stresi ferdi yalnızlığa itip ruhsuz yığınlar türetmiştir. Bundan daha da öte bunalımın eşiğine gelmiş kitleler ruhunun susuzluğunu telafi edecek hemen her sese kulak kabartmak mecburiyetini hissetmişlerdir. Amerikan sağının kültür meseleleriyle ilgilenmesi bu yüzdendir. Örnek mi? İşte kürtaj politikalarıyla siyasi arenada güç kazanmaları bunun en bariz örneğini teşkil eder.

Hele insanlığın içinde bulunduğu medeniyetin yapısı bozulmaya bir görsün, ister istemez kültür hayatı düzensiz bir hale girip kitleler bozulan medeniyetin yıkılmasını daha da çabuklaştırır hale gelebiliyor. Hele fertler kendi öz kimliğini yitirmeye bir görsün ister istemez böylesi fertlerin oluştuğu toplumda kargaşalıklar içinde yüzen kitleler oluşması kaçınılmazdır. Hatta bu kitleler göçebe yapısını andıran totaliterleşme eğilim gösterir de. Faziletten ve maneviyattan nasibini almamış kitleler bu çağın problemidir maalesef. Sayıları azda olsa fazilet ve maneviyat içeren topluluklarda var olup bunlar maddi ve manevi dengeyi sağlamış kitleler olarak telakki edilirler. O halde bu iki tip kitleleri şöyle kategorize edebiliriz:

“-Kaba ve zevksiz görünüm arz eden suni kitleler,

-Hayırhah ve fazileti içeren kitleler” diye.

Şayet faziletli ve erdemli şehirlerin vücut bulmasını istiyorsak tarihi misyonumuza uygun bilge insan ve ‘alperen’ tipi insan yetiştirmemiz gerekiyor. Zaten Türk-İslam medeniyeti bu iki insan tipi sayesinde üç kıtada damgasını vurabilmiştir. Belli ki Osmanlı yükselişten düşüşe geçmesinin arka planında yatan ana unsur sebep gazi insan tipinin yerine tüccar, sanayici ve üretici insan tipine dönüştürememesidir. Tarihi süreçte alpliği tarif ederken yiğitlik kahramanlık ve cesaret timsali bir tip insan olarak tarif ederiz hep. Tabii kavramları tanımlamak iyi hoşta, fakat bugünün sanayi toplumunda bu tanımlamayla bir yere varamayız. Oysaki günümüzde gelinen noktada alpliği at üzerinde kılıç sallayıp üç kıtada hüküm süren kahraman yerine atın üzerinden inip bilgisayarın başına geçmiş kahraman olarak tanımlarsak daha bir gerçekçi ve inandırıcı oluruz. Hala geldiğimiz noktada geçmişe özlem duyaraktan Türk’ün Ergenekon’dan çıkış destanıyla demiri dövmesiyle kendimizi avutuyorsak bu demektir ki yaşadığımız sanayileşmiş bilgi toplumuna bizim verebileceğimiz herhangi bir katkımız yok demektir. Yaşadığımız çağda asıl maharet eren’lik vasfımızı yitirmeksizin çağın gerçekleriyle yüzleşebilecek; bir elde Kur’an, diğer elde bilgisayar donanımlı alperen gençlik yetiştirebilmektedir. İşte böylesi donanıma haiz alperen gençliğin oluştuğu toplumda hayırhah kitlelerin doğması an meselesidir diyebiliriz. Bakınız bir Müslüman âlimi;........

© Enpolitik


Get it on Google Play