İnsan kendisiz olabilir mi, kendinden vazgeçebilir mi, altruizm/diğerkamlık işin bir yanı ise diğer yanını da egoizm oluşturuyor, insan tüm dünyayı, tüm evreni kendinde toplayabilir mi, kendinin sayabilir mi?

Dünyaya bugünlerde bir meteor çarpmadı, ama toplumlar, insanlar birbirine çarpmaya devam ediyor.

Geçen hafta felaketler çağından, Türkiye’nin içinden geçtiği felaketler döneminden, bunun bazı öne çıkan emarelerinden/gösterenlerinden söz etmiştik. Görünür olanı, yaşadıklarımızı tespit etmek önemli de daha da önemlisi kavramlaştırılmasıdır, ilkelerini, sebeplerini bulmaktır, teorisini yapmaktır, bizzat daha doğrusunu, pratiğini gerçekleştirmektir.

Felsefenin de bilimlerin de yöntemsel ilkesi, önce problemi tanımlamak, problem neyse kaynağını/teorisini orada aramaktır. Pratiğini de doğru yerde gerçekleştirmektir.

Birinci, en başta, problem tanımını doğru yapmak, yaşadıklarımız, felaketler, her şeyden önce ne kadar doğa kaynaklı ne kadar insan toplum kaynaklı onu analiz edip belirlemek gerekiyor. Doğadan doğal olanın bir kısmı “kader” sayılabilir de ya insan eliyle toplumsal kaynaklı olanları neden sayacağız?

Deprem doğal bir sarsıntı ama afet/ölümlerin büyük kısmı doğal değil toplum eliyle yaptıklarımızdan, ekonomi politikten kaynaklı.

İliç, liç yığını, altın madenciliğinin, madenciliğin bu şekilde sürdürülmesi doğal bir durum değil, tümden toplumsal, tümden insan eliyle yaptıklarımızdan, ekonomi politikten kaynaklı. Emekliler sokakta “Geçinemiyoruz, açız” diye haykırıyor. Okulda yemek koalisyonu, büyük bir çaba içinde, okullarda temiz su, doğru düzgün bir beslenme için uğraş veriyor. Kadın hareketleri kadın cinayetleri son bulsun diye haykırıyor. Eğitimciler empoze telkin son bulsun, doğru düzgün eğitim yapılsın diye haykırıyor. İnsanlar ana dilinde eğitim görmek, ana dillerini yaşatmak için haykırıyor. Okullarda temiz suya erişilememesi, çocuklarımızın doğru düzgün beslenememesi, ülkemizden gençlerin beyinlerin göç etmesi doğa nedeniyle mi, elbette değil, bizim yüzümüzden. MESEM de kadın cinayetleri de, işgaller de çatışmalar da, çevre sorunlarının büyük kısmı da bizim yüzümüzden, toplumsal insani meseleleri oluşturuyor.

Bu yazıyı yazarken şu anda öndeki dersliklerin arasında bir grup öğrenci Gazze’deki zulüm son bulsun diye gösteri yapıyor. Faydası olur diye, Kur’an’dan bir sure okuyorlar, dua ediyorlar, bu sure ve duaların Filistin’e Gazzelilere ne katkısı olacak, aradaki bağ nedir, bir üniversite yerleşkesinde, problemin bir din veya başka bir problem olup olmadığını tanımlamakta güçlük yaşanıyor.

Filistin’de veya Türkiye için mevcut felaketlerde;

“Sınıflaşma, servet, gelir dağılımı” nasıl bir rol oynuyor?“Üretim biçimi, rant rantiye” nasıl bir rol oynuyor?“Aile, hane, sülale, aşiret, memleket, dil” nasıl bir rol oynuyor?“Din, mezhep, tarikat, gelenek” nasıl bir rol oynuyor?“Eğitim, okul modelleri” nasıl bir rol oynuyor?“Siyaset biçimi, güç ilişkileri, otokrasi, demokrasi” nasıl bir rol oynuyor?“Yönetim biçimi, bürokrasi, yargı, adalet sistemi” nasıl bir rol oynuyor? “İç dış göç” nasıl bir rol oynuyor? “Dış ilişkiler, ortaklıklar” nasıl bir rol oynuyor?

Sorular artırılabilir de tüm bunların her şeyden önce problem alanlarını doğru irdelemek ve belirlemek gerekiyor. Tüm bunların müsebbibi doğa veya doğal faktörler değil, bizzat toplum ve insan, yani aktörler.

Machiavelle, Prens’e öğüt veriyordu, “Bunlar babalarının kaybını paralarından kaybından daha çabuk unuturlar.”

Bir yandan insan için aşağılayıcı bir yargı içeriyor bu tümceler, diğer yandan ölüme bile katlanılabileceğini ama haksızlıklara katlanılamayacağını da işaret ediyor gibi.

Para bir değişik aracı olmaktan çıkıp bir temel değer haline geldiğinde, servet mülk ana değer haline geldiğinde, sorun başka bir boyuta evriliyor.

Kınalızade Ali Çelebi’nin (1511-1572) “Ahlâk-ı Alâî” adlı eseri islam ahlak (insan, iş, yönetim, padişanlık) anlayışını aktarmakta, ana ilkelerini “dâyire-i adliye” altında toparlamış bulunmaktadır. Kınalızade, “Dâyire-i Adliyye”yi Aristoteles’in İskender’e yazdığı mektuptaki öğütlerden toparladığını ifade etmektedir. Adalet “daire” şeklinde tasarlanmış olup şartlar birer uç teşkil etmekten çok bir bütünün unsurları veya bu unsurlardan örülü bir döngü olarak görülmektedir:

“Dâyire-i Adliyye

Adldir mûcib-i salâh-ı cihân [Adalettir gereği doğruluğu dünyanın]

Cihân bir bâğdır dîvarı devlet [Dünya bir bahçe, duvarı devlettir]

Devletin nâzımı şeriattır [Devletin düzeni şeriattır]

Şeriate olamaz hiç hâris illâ mülk [Şeriat hırsla olmaz, [olur] ancak saltanatla]

Mülk zabt eylemez illâ leşker [Saltanat zapt eyleyemez, [zapt eyler] ancak askerle]

Leşkeri cem’ edemez illâ mal [Asker toplanamaz/bakılamaz, [bakılır] ancak malla]

Malı cem’ eyleyen ra’iyyettir [Malı toplayan/üreten halktır/raiyettir]

Ra’iyyeti kul eder padişah-ı âleme adl [Halkı/raiyeyi padişaha kul eden adalettir]”

(Kınalizade Âli Çelebi, 2014:1090, Parantez içinde güncel Türkçesi)

Kınalizade Âli Çelebi, Osmanlı’nın bilimden sanattan dini taassuba doğru hızla yuvarlandığı Sultan Süleyman döneminin anlayışını aktarıyor maalesef. Adalet vurgusu önemli ama adaleti, din, değer ne varsa, Sultan Süleyman’ın iktidarının temel aracı haline getiriyor.

Adalet, tek başına hiçbir şekilde yetmez ama usul ilkesi olarak da adaletten vazgeçilemez. Kuralın nasıl tanımlanmışsa o şekilde yerine getirilmesi şarttır.

Ana problemlerden, devrim niteliğinde olanı ise, “içerikli” olanıdır. “Kural ne olmalı?” problemidir.

QOSHE - Türkiye'de felaketlerin faktörlerinden öte aktörleri kimler? - Adnan Gümüş
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Türkiye'de felaketlerin faktörlerinden öte aktörleri kimler?

9 1
01.03.2024

İnsan kendisiz olabilir mi, kendinden vazgeçebilir mi, altruizm/diğerkamlık işin bir yanı ise diğer yanını da egoizm oluşturuyor, insan tüm dünyayı, tüm evreni kendinde toplayabilir mi, kendinin sayabilir mi?

Dünyaya bugünlerde bir meteor çarpmadı, ama toplumlar, insanlar birbirine çarpmaya devam ediyor.

Geçen hafta felaketler çağından, Türkiye’nin içinden geçtiği felaketler döneminden, bunun bazı öne çıkan emarelerinden/gösterenlerinden söz etmiştik. Görünür olanı, yaşadıklarımızı tespit etmek önemli de daha da önemlisi kavramlaştırılmasıdır, ilkelerini, sebeplerini bulmaktır, teorisini yapmaktır, bizzat daha doğrusunu, pratiğini gerçekleştirmektir.

Felsefenin de bilimlerin de yöntemsel ilkesi, önce problemi tanımlamak, problem neyse kaynağını/teorisini orada aramaktır. Pratiğini de doğru yerde gerçekleştirmektir.

Birinci, en başta, problem tanımını doğru yapmak, yaşadıklarımız, felaketler, her şeyden önce ne kadar doğa kaynaklı ne kadar insan toplum kaynaklı onu analiz edip belirlemek gerekiyor. Doğadan doğal olanın bir kısmı “kader” sayılabilir de ya insan eliyle toplumsal kaynaklı olanları neden sayacağız?

Deprem doğal bir sarsıntı ama afet/ölümlerin büyük kısmı doğal değil toplum eliyle yaptıklarımızdan, ekonomi politikten kaynaklı.

İliç, liç yığını, altın madenciliğinin, madenciliğin bu şekilde sürdürülmesi doğal bir durum değil, tümden toplumsal, tümden insan eliyle yaptıklarımızdan, ekonomi politikten kaynaklı. Emekliler sokakta “Geçinemiyoruz, açız” diye haykırıyor. Okulda yemek koalisyonu, büyük bir çaba içinde, okullarda temiz su, doğru düzgün bir beslenme için uğraş veriyor. Kadın hareketleri kadın cinayetleri son bulsun diye haykırıyor. Eğitimciler empoze telkin son bulsun, doğru düzgün eğitim yapılsın diye haykırıyor. İnsanlar ana dilinde eğitim görmek, ana dillerini yaşatmak için haykırıyor. Okullarda........

© Evrensel


Get it on Google Play