Seçimler bitti. Sadede geldik.

Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in adıyla simgeleşen kemer sıkma politikasının katıksız bir şekilde uygulanacağı ilan edildi. Başka bir deyişle IMF’siz IMF programı.

İlan seremonilerinden biri 5 Nisan 2024 tarihinde ironik bir biçimde Merkez Bankası tarafından Şimşek’e yazılan, asgari ücrete ikinci bir zam yapılmaması istemini içeren mektuptu.

Peki… Alım gücü zaten alabildiğine düşmüş emekçilere yönelik, “beter olun” manasına gelen bu düşmanlığın sebebi ne olabilir?

İktidar ve muhalif “iktidar-benzerleri” için çok meşru ve kutsal bir gerekçe var: Enflasyonu düşürmek.

Güzel… Enflasyon düşmeli. Ama nasıl?

İşte sorun da burada başlıyor.

Açıkça ifade etmekten çekinmiyorlar.

Kısa bir süre önce, ücret artışlarının enflasyona yol açtığını vurgulayan Şimşek, “Bundan sonra ücret düzenlemeleri hedef enflasyona göre yapılacak” demişti. Orta Vadeli Programda da (OVP 2024-26) kayıt altına alınmıştı.

Bu ne demek?

OVP’ye göre 2025 sonu enflasyon hedefi yüzde 15,2. 2024 sonu itibarıyla iyimser bir tahminle yıllık enflasyonun yüzde 50 civarında olduğu düşünelim. Şimşek’e göre asgari ücret artışı yüzde 15,2 olmalı. Böylece ücretler enflasyonun altına kalmalı. Bunun anlamı, ücret geliriyle geçinen insanların alım gücünün, yani gerçek ücretlerin yüzde 35 oranında düşmesidir.

Peki, bunun enflasyonla ne alakası var?

Şimşek ve havarilerine göre çok alakası var.

Ücreti düşen emekçi daha az tüketecek. Ürünlere olan talep azalacak. Talep azalınca fiyatlardaki artış hızı yavaşlayacak, yani enflasyon düşecek.

Öyleyse şunu söylemek mümkün: Hükümetin enflasyon karşısındaki politikasının temel yönlerinden biri; emekçileri daha da yoksullaştırmak suretiyle enflasyonu düşürmektedir.

Adını açıkça koyalım: Bu emekçi düşmanlığıdır.

Ortodoks iktisadi önermenin kendi içinde bir mantığı var. Ücretler düşecek, talep azalacak, fiyat artışı yavaşlayacak. Ancak bu kuram kendi iç mantığı açısından sorunlu olmakla birlikte, mevcut enflasyonun nedenlerini anlama konusunda da gerçekliğe gözlerini kapamıştır. Bunun bir kısmı ideolojik körlükle bir kısmı da sınıfsal tutumla ilgilidir.

Ortodoks kuramda ünlü “denge”ye varmak için neredeyse her şey istisna sayılmıştır. Örneğin, ücretler düştüğünde, Şimşek’in varsaydığının tersine, her ürünün talebi otomatik olarak azalmaz. Ücreti düşen işçi daha az tatile çıkar, doğru. Daha az et tüketir, doğru. Ancak daha az makarna tüketmez. Reel ücreti düştükçe daha düşük kaliteli ve ucuz ürünlere yönelir: Makarna, ekmek, patates gibi ürünlere talep artar. Dolayısıyla talep açısından daha büyük sorunlara yol açabilir. Yine ücretle geçinenlerin tüketim ve talep bileşimi ile zenginlerin tüketim-talep “fonksiyonları” farklıdır. Emekçiler için gıda enflasyonu önemliyken, zenginler için lüks tüketim talebi öne çıkar.

Ücretler arttığında talep ve fiyatların artacağı fikri de problemlidir. Bazı ürünler için bir ölçüde doğrudur, ama her ürün için değil. Örneğin ücretine zam geldi diye haftada bir kilo domates tüketen bir hane, mutluluktan 5 kilo domates tüketmez. Kirada otururken “bir ev daha kiralayayım, arada ikinci evimde oturayım” demez. Yani ücret artışı, bir çok üründe otomatik talep artışına neden olmaz. Farklı sınıfların ve gelir gruplarının farklı tüketim talepleri vardır.

Ana akım iktisat bunları, yanı sıra ürün maliyetleri içinde ücretlerin payını, ekonomideki üretim bileşimini ve daha birçok problemi yok sayarak tek bir çözüm önerir: “Enflasyonu düşürmek için yoksullaştır, kredileri kıs, talebi düşür.”

İşin ilginci, Şimşek ile onun iktidar ve muhalefetteki fanlarının toplamı çok önemli bir gerçekliği ısrarla gizlemektedir. O da şu: Türkiye ve dünyadaki yüksek enflasyonun temel nedeni ücret artışları değildir.

Üç olası nedenden bahsedebiliriz:

Şimşek ve havarileri, ilk iki başlığı enflasyonun temel nedeni olarak görüyor.

Bu nedenle, döviz kurunu belirli bir seviyede tutmak için Merkez Bankası rezervleri hunharca kullanıldı. Ülkeye döviz çekebilmek için tüm dünya dilenci gibi gezildi. Faizler alabildiğine arttırıldı.

Bu konuda yapılan yapıldı. Şimdi, liberal imana göre yapılacak esas iş; talebi baskılamak. Bunun için de ücret artışlarını enflasyonun altında tutmak, yani reel ücretleri düşürmek.

Ancak, enflasyondaki bileşenlerin payı, ileri sürüldüğü gibi değil. 2023 yılında bizzat IMF yazarları Hansen, Toscani ve Jing Zhou tarafından yapılan araştırmaya göre AB ekonomilerinde enflasyonun yüzde 40’ı ithal girdi maliyetleriyle (Rusya-Ukrayna savaşı), yüzde 4,5’i ücret maliyetleriyle ilgili.[1]

Peki, kalan kısmı?

İşte, ortodoks imanın görmek istemediği ya da görmezden geldiği kısım burası: Enflasyonun yüzde 45’i kâr marjlarındaki artıştan kaynaklanmaktadır. Son yıllarda, bu olgu “satıcı-enflasyonu” ya da “kâr itilimli enflasyon” kavramlarıyla ortaya konulmaktadır.

Yeldan, Köse ve Boratav’ın yaptığı ayrıntılı çalışmaya göre, enflasyonla kâr marjları arasında güçlü bir paralellik bulunmaktadır. Yani, maliyetleri artan şirketler, maliyetlerinin ötesinde fiyat artışlarıyla kâr marjlarını radikal bir şekilde arttırmıştır. Üretici fiyatları enflasyonu 2019’da yüzde 10 civarından 2021’de yüzde 80’e yaklaşırken, aynı tarihlerde tarım dışı sektörler toplamında kâr marjı yüzde 14’ten yüzde 21’e, sanayide ortalama kâr marjı yüzde 12’den 19’a yükseldi.[2] Tek tek örnekler ise çok daha çarpıcı. Mesela TÜPRAŞ’ın kârı bir yıl içinde yüzde 1100 arttı.[3] Nasıl mı? Ana akım dilinle “eksik rekabet”, ama doğrusu, fiyatları belirleme kudretine sahip tekelleşme sayesinde.

Türkiye’deki enflasyon da ücret artışı ve buna bağlı “yüksek talep”le ilgili değil. Ücret artışları enflasyon yaratmak bir yana ona yetişmeye, alım gücündeki kaybı telafi etmeye çalışıyor. Başaramıyor, reel ücretler düşüyor. Yüksek talep söz konusu değil. Tüketim düzeyi ancak borçlanarak korunabiliyor. “Kafeler, AVM’ler tıklım tıklım” biçimindeki görüntü, yüksek talep seviyesinin değil olsa olsa çay-kahve sevgisinin kanıtı olabilir. Reel ücretlerin düştüğü, ücretlerin toplam gelir içindeki payının azaldığı, adeta bir bölüşüm şokunun yaşandığı ülkede, emekçi sınıflarının tüketim talebinin enflasyonu arttırdığı iddiası Bakanlık düzeyinde bir saçmalıktan ibarettir.

Enflasyonun temel nedeni yüksek ücretler değilse, çözüm de reel ücretleri düşürmek olamaz.

Ücretleri düşürmekle de yetinmiyorlar.

Onlara göre işsizliği de artırmak gerekir.

Nasıl mı?

Ekonomiyi “soğutarak”.

Parasal sıkışma ve yüzde 50’ye ulaşan politika faizinin temel motivasyonu budur. “Tasarruflar” mevduat, tahvil gibi faiz getiren alanlara aktarılacak, böylece reel yatırımlar azalacaktır.

Bu hesabın enflasyonla bağlantılı en az iki sonucu var:

İlki, dövize geçiş yerine TL mevduatlar artacak, böylece döviz kuru kontrol altında tutulacak. Ki, bu pek gerçekçi olmayabilir. Çünkü, a) kuru kontrol altında tutmak için faizi yükseltmenin de bir sınırı vardır ve yüksek faiz sadece ekonominin soğumasına değil, yatırımların durmasına ve bir krize yol açabilir; b) Türkiye gibi ihtiyacı olan-olmayan herkesin döviz hesabı açabildiği istikrarsızlıklarla malul bir ülkede, her “sıcak” gelişme bir kur krizine dönüşebilir. 2018 yılında Rahip Brunson gerginliği ile döviz kurunun yüzde 90’a yakın artışı hatırlanmalı.

İkinci sonuç ise çok daha garabet: Yatırımların azalması işsizliğin artması demektir.

Yani?

İşsizlik arttıkça emekçinin tüketim ve talebi azalacak, böylece enflasyon düşecek.

Evet. Gerçekten hesap bu…

Gizli saklı değil.

2023 sonumda işsizlik oranı yüzde 9,4 idi. OVP’deki 2024 sonu hedefi yüzde 10,4.

Açıkça işsizliği artırmak istiyorlar. Ne için? Enflasyonu düşürmek için!

Şimşek’i alkışlayan Ortodoks iktisat müritleri, kemer sıkma programını eleştirenleri eski bakan Nurettin Nebati’nin uygulamalarını savunmakla, enflasyonu önemsememekle, hatta bu nedenle emekçinin yanında olmamakla suçluyor. Saçma.

Yoksulluk sınırının üstünde bir ücret deyince, “şirketler iflas eder” deyip “sermaye düşmanı” olmakla itham ediyorlar.

Haklılar.

“Emek düşmanı” bir kemer sıkma programı ilan edildiyse, “sermaye düşmanı” bir program, emekçiler açısından neden makul olmasın?

Enflasyon düşürülmeli. Bunun bir bedeli var.

Peki, bu bedeli kim ödeyecek?

İşte burası “tercih”, yani politika meselesi.

Bu bedeli enflasyonun altında ezilmiş, geçim derdi ve borç yükü ile boğuşan, her ay kredi kartında binlerce lira faiz ödeyen (hesap ekstrelerinin son günü saat 00.00’a bakın) emekçi sınıflar değil sermaye ödemeli.

Sermaye ödemeli ve dezenflasyon (enflasyonu düşürme) süreci bu temelde yürütülmeli.

Dolayısıyla Fatih Yaşlı’nın açtığı tartışmayı[4] sürdürecek olursak, enflasyon karşısında emekten yana bir program, kaçınılmaz olarak “sermaye düşmanı”dır. Mevcut enflasyonun en güçlü tetikleyicisi, yukarıda tartışıldığı üzere, şirketlerin aşırı kârları olduğundan, bu kârların azaltılması/vergilenmesi enflasyonda yavaşlamanın zeminini oluşturacaktır. Elbette, tek başına değil. Bütünlüklü bir programla. Bu programın ilk maddelerinde emekçilerin yaşam koşullarının iyileştirilmesi olmalıdır.

Bunun için öncelikle emekçilerin ücretleri yoksulluk sınırının üzerine çıkarılmalıdır. Asgari ücret ve bununla bağlantılı tüm ücretler açısından Temmuz ayı kritik bir mücadele dönemidir. Bu, tüketici talebindeki artışla kimi ürünlerde enflasyona yol açma tehlikesini içermektedir, ancak talep artışı üretimde bir artışla (eksik kapasiteden tam kapasite geçiş) karşılandığında ya da planlı bir şekilde üretime müdahale edildiğinde, fiyat artışı olmaksızın yükselen talep arz artışı ile dengelenebilecektir. Ayrıca kritik sektörlerde, toplam maliyet içinde ücret payı oldukça düşüktür ve bu nedenle ücret artışının maliyet ve fiyatlar üzerindeki etkisi oldukça sınırlı kalacaktır. Ücret artışı, enflasyonun üzerinde olduğu sürece, sermaye pek memnun olmasa da emekçilerin yaşam koşulları iyileşmiş, reel ücretleri artmış olacaktır. Yine planlı bir politikayla verimlilik artışı sağlandığı ölçüde enflasyon riski en aza indirilecek ve emekçiler korunacaktır.

İkincisi, başta temel tüketim maddelerinden alınan KDV ve ÖTV gibi dolaylı vergiler kaldırılmalıdır. Tarımsal üretim desteklenmeli, korunmalı ve teşvik edilmelidir. Bu maddelerin fiyatlarındaki düşme enflasyonda ciddi bir yavaşlama, emekçilerin reel ücretlerinde iyileşme sağlayacaktır.

Üçüncüsü, aşırı kâr etmiş şirketlere, kâr oranına göre yüzde 80-90’lara varabilen bir tür “süper kâr” vergisi getirilmelidir. Korkmaya gerek yok, ABD’de gelir vergisinin üst sınırı 1932-1980 yılları arasında yüzde 80’di. Bu kaynak, yüksek enflasyon vesilesiyle adeta soyulmuş emekçi sınıflara çeşitli biçimlerde aktarılmalıdır. Süper kârların engellenmesi kar-itilimli enflasyonu sınırlayacaktır. Özellikle hammadde ve ara mamullerdeki fiyat artışının engellenmesi genel fiyat düzeylerini de olumlu etkileyecektir.

Dördüncüsü, emekçiler üzerine çökmüş bulunan vergi sistemi köklü bir biçimde değişmelidir. Dolaylı vergiler kaldırılmalı, emekçilerin üzerindeki vergi yükü hafifletilmeli, çok kazanandan çok az kazanandan az vergi alınmalıdır. Sermayeden alınan kurumlar vergisi lafta kalmamalı, bin türlü kıyakla lağvedilmemeli, gerçekten toplanmalıdır. Bu bağlamda, en zengin, içinde dolar milyarderlerini de bulunduran %10’luk dilimden, servetine göre yükselen oranda servet vergisi alınmalıdır. Bayraktarlar (Baykar) gibi kolay kamu ihaleleriyle, yani emekçilerin cebinden biriktirilen milyar dolarlar yeniden emekçinin cebine dönmelidir.

Bu talepler elbette eksik. Genel bir emek programı ile tutarlılık ve bütünlük sağlanmalıdır.

Enflasyonla halkın yoksullaşmadığı bir ülke, elbette sadece “paylaşım” değil aynı zamanda üretimle ilgilidir. Bu da, yıllardır görüldüğü üzere, emekçiyi, doğayı ve toplumu sömüren ve talan eden sermayeye bırakılabilecek bir iş değildir.

Piyasanın sınırlarının ötesine geçen, kolektif bir üretim ve paylaşım ufku entelektüel bir tartışma alanı olmanın ötesinde, emekçilerin hakkını aradığı bir mücadelenin, taleplerin ve programın konusudur.

Evet, bu, “emek düşmanları”nın karşısında duran, “sermaye düşmanı” bir programdır. Dolayısıyla öznesi de emekçi sınıflar ve onların siyasetini yapanlar olmalıdır. Aksi, zaten mümkün değildir.

[1] Hansen, Niels-Jakob; Frederik Toscani; Jing Zhou (2023) “Euro Area Inflation after the Pandemic

and Energy Shock: Import Prices, Profits and Wages”, IMF Staff Working Paper, No WP/23/131.

[2] Yeldan, A. Erinç, Ahmet Haşim Köse, Korkut Boratav (2023) “Türkiye’de Derinleşen Yapısal Kriz Eğilimi ve Kâr İtilimli Enflasyonun Dinamikleri”, İktisat ve Toplum, 158: 8-30, s. 21.

[3] Bkz. https://x.com/meeeeenekseee/status/1589004854688878592

[4] https://x.com/fatih_yasli/status/1778495277999030563

QOSHE - Alternatif program: Sermaye düşmanlığı - Arif Koşar
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Alternatif program: Sermaye düşmanlığı

25 53
15.04.2024

Seçimler bitti. Sadede geldik.

Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in adıyla simgeleşen kemer sıkma politikasının katıksız bir şekilde uygulanacağı ilan edildi. Başka bir deyişle IMF’siz IMF programı.

İlan seremonilerinden biri 5 Nisan 2024 tarihinde ironik bir biçimde Merkez Bankası tarafından Şimşek’e yazılan, asgari ücrete ikinci bir zam yapılmaması istemini içeren mektuptu.

Peki… Alım gücü zaten alabildiğine düşmüş emekçilere yönelik, “beter olun” manasına gelen bu düşmanlığın sebebi ne olabilir?

İktidar ve muhalif “iktidar-benzerleri” için çok meşru ve kutsal bir gerekçe var: Enflasyonu düşürmek.

Güzel… Enflasyon düşmeli. Ama nasıl?

İşte sorun da burada başlıyor.

Açıkça ifade etmekten çekinmiyorlar.

Kısa bir süre önce, ücret artışlarının enflasyona yol açtığını vurgulayan Şimşek, “Bundan sonra ücret düzenlemeleri hedef enflasyona göre yapılacak” demişti. Orta Vadeli Programda da (OVP 2024-26) kayıt altına alınmıştı.

Bu ne demek?

OVP’ye göre 2025 sonu enflasyon hedefi yüzde 15,2. 2024 sonu itibarıyla iyimser bir tahminle yıllık enflasyonun yüzde 50 civarında olduğu düşünelim. Şimşek’e göre asgari ücret artışı yüzde 15,2 olmalı. Böylece ücretler enflasyonun altına kalmalı. Bunun anlamı, ücret geliriyle geçinen insanların alım gücünün, yani gerçek ücretlerin yüzde 35 oranında düşmesidir.

Peki, bunun enflasyonla ne alakası var?

Şimşek ve havarilerine göre çok alakası var.

Ücreti düşen emekçi daha az tüketecek. Ürünlere olan talep azalacak. Talep azalınca fiyatlardaki artış hızı yavaşlayacak, yani enflasyon düşecek.

Öyleyse şunu söylemek mümkün: Hükümetin enflasyon karşısındaki politikasının temel yönlerinden biri; emekçileri daha da yoksullaştırmak suretiyle enflasyonu düşürmektedir.

Adını açıkça koyalım: Bu emekçi düşmanlığıdır.

Ortodoks iktisadi önermenin kendi içinde bir mantığı var. Ücretler düşecek, talep azalacak, fiyat artışı yavaşlayacak. Ancak bu kuram kendi iç mantığı açısından sorunlu olmakla birlikte, mevcut enflasyonun nedenlerini anlama konusunda da gerçekliğe gözlerini kapamıştır. Bunun bir kısmı ideolojik körlükle bir kısmı da sınıfsal tutumla ilgilidir.

Ortodoks kuramda ünlü “denge”ye varmak için neredeyse her şey istisna sayılmıştır. Örneğin, ücretler düştüğünde, Şimşek’in varsaydığının tersine, her ürünün talebi otomatik olarak azalmaz. Ücreti düşen işçi daha az tatile çıkar, doğru. Daha az et tüketir, doğru. Ancak daha az makarna tüketmez. Reel ücreti düştükçe daha düşük kaliteli ve ucuz ürünlere yönelir: Makarna, ekmek, patates gibi ürünlere talep artar. Dolayısıyla talep açısından daha büyük sorunlara yol açabilir. Yine ücretle geçinenlerin tüketim ve talep bileşimi ile zenginlerin tüketim-talep “fonksiyonları” farklıdır. Emekçiler için gıda enflasyonu önemliyken, zenginler için lüks tüketim talebi öne çıkar.

Ücretler arttığında talep ve fiyatların artacağı fikri de problemlidir. Bazı ürünler için bir ölçüde doğrudur, ama her ürün için değil. Örneğin ücretine zam geldi diye haftada bir kilo domates tüketen bir hane, mutluluktan 5 kilo domates tüketmez. Kirada otururken “bir ev daha kiralayayım, arada ikinci evimde oturayım” demez. Yani ücret artışı, bir çok üründe otomatik talep artışına neden olmaz. Farklı sınıfların ve gelir gruplarının farklı tüketim talepleri vardır.

Ana akım iktisat bunları, yanı sıra ürün maliyetleri içinde ücretlerin payını, ekonomideki üretim bileşimini ve daha birçok problemi yok sayarak tek bir çözüm önerir: “Enflasyonu düşürmek için yoksullaştır, kredileri kıs, talebi düşür.”

İşin ilginci, Şimşek ile onun iktidar ve muhalefetteki fanlarının toplamı çok önemli bir gerçekliği ısrarla gizlemektedir. O da şu: Türkiye ve dünyadaki yüksek enflasyonun temel nedeni ücret artışları değildir.

Üç olası nedenden bahsedebiliriz:

Şimşek ve havarileri, ilk iki başlığı enflasyonun temel nedeni olarak görüyor.

Bu nedenle, döviz kurunu belirli bir seviyede tutmak için Merkez Bankası rezervleri hunharca kullanıldı. Ülkeye döviz çekebilmek için tüm dünya dilenci gibi gezildi. Faizler alabildiğine arttırıldı.

Bu konuda yapılan yapıldı. Şimdi, liberal imana göre yapılacak esas iş; talebi baskılamak. Bunun için de ücret artışlarını enflasyonun altında tutmak,........

© Evrensel


Get it on Google Play