Memlekette bir klişe var ya hani: 20 sene geriye gitsek 100 yıl ileri gidiyoruz. 1950 sene geriye gittim ve Seneca’nın Tanrısal Öngörü’sünü okudum. Bazı satırlarda, kümeden düşmesi beklenirken sezon başında cana gelip şampiyonluğu zorlayan takım, 90+2’de maçın golünü atmış gibi dizlerimin üzerinde evin koridorunda kaymak istedim.

1950 sene önce yapılan felsefeyi bugün hiçbir yerde bulamıyoruz. Bizde felsefe anca okullarda bir ders ve biçki dikiş kadar bile alan tanınmıyor kendisine gündelik hayatta. Mis gibi organik, kaynağından felsefe, ne çok özlemişim. Canım bir şey çekiyor ama ne diyordum, buymuş. Altını çizdiğim uzun paragraflardan zorlanarak seçtiğim cümleleri paylaşmak isterim:

“Siz bana kendisiyle mücadele edebileceğim değerde birini bulun; yenilmeye dünden hazır bir insanla dövüşmek bana utanç verir.”

Acınmak gurur kırıcıdır, başkasının utancı olacak kadar zayıf bir rakip olmak ise hepten onursuzluk. Yani diyor ki üstat “Ayağa kalk ve onlara kiminle dans ettiklerini göster.”

“İşte size kendi eserinin üstüne titreyen Tanrı’nın seyredebileceği soylu bir gösteri, işte Tanrı’ya yaraşır bir rakip: Kötü yazgısıyla yüz yüze gelmiş bir insan, hele bir de ona meydan okuyabilmişse!”

Seneca sen delisin, gerçek bir çılgın. Allah’a şirk koştu diye kelleler kesiliyor senden 1950 sene sonra, taharetlenirken makat kaslarını gevşek bırakma ki içeri su kaçıp orucu bozmasın üzerine vaaz veriliyor. Biz bu hafta şeriatın eleştirilemezliği, eleştirilebilme üslubu üzerine atıştık, sen kadere meydan okuyarak Tanrı’ya layık bir rakip olmaktan bahsediyorsun. Dur tamam meydan okuyalım biz de ama önce sen hiçbir şey yazmamışsın gibi yeniden tespitler, analizler ve bizim hubrisin asıl niyetini uzun uzun sorgulayacağız daha, hatta bir daha ve bir daha daha...

“Neye katlandığın değil, nasıl katlandığın önemlidir” demişsin.

Biz genelde kahır çekerek beklemek üzerine kurmuştuk stratejimizi, önemli bir konuya parmak basmışsın. Katlandığımız şeyi koymuştuk özneye, giderse her şey düzelecek gibisine. Çıkışın yolu; katlanmanın şeklinde, “nasıl”da yani bir eylemliğin öğretisinde olabilir doğru, bu inan hiç gelmemişti aklımıza.

“Felaket erdemin sergilenme fırsatıdır” diyorsun, zamanın hızı çağın yangını. Afet anında erdemliyiz hepimiz, iş ki gün ertesiye devrilmesin. Yeni bir felaket arıyor oluyoruz en süslü cümlelerle erdemimizi vitrine koymak için. Bunca seri felaket yaşanmıyor muydu döneminizde? Daha mı ağır akıyordu zaman yoksa yazıya dökmek zor diye erdem gözle görülür, elle tutulur bir varlık gibi mi beliriyordu çağınızda? Tüm stoacıları üzmek istemem ama erdem bir bahşiş kadar bile işler akçe değil günümüz dünyasında, anca işte üç fav getiriyor beş de rt.

Tanrısal Öngörü demişken Seneca, ben de öngörülü kabulün tartışma kapılarını açayım. Felsefe bulaşıcıdır, bir mevzuyu tartışmaya açtın mı, hele de seninle bunu sakin tartışacak sağlam birilerini buldun mu ruhu çatlayana kadar doyurur, tadı damağında kalır, ha bire canın çeker. Öngörülü bir kabule mi yenildik biz?

Başımıza gelebilecekleri, başımıza gelmiş bulunanların tecrübesiyle öngörüp henüz başımıza gelmeden, gelmiş gibi kabul edip kabuğumuza mı kaçtık? Geçmişteki mağlubiyetlerden ders çıkarmak yerine biz gidip mağlubiyetin psikolojisini giyindik de yaktı, kavurdu, terletti diye bir daha giymemek için yarıştan mı düştük?

Mesela ne zaman çıkıp desem ki “Yabancı sermaye ile ancak kölelik rejimi harlanır, emeğimizi ucuza sattığımız için geliyor yabancı sermaye, toprağı bedavaya verdiğimiz için. Bizim üretimden kazanan bir ülke olmamız lazım yeniden. Bunun da bir yolu işçilerin, devlet hangi tutara kanaat getirirse getirsin, kendi asgari ücretlerini belirleyecek, fabrikadan fabrikaya sıçrayan direnişleridir. An gelir sarı sendikaların imzaladığı kağıtlarda yazan tutar, grevle, direnişle işçilerin büyük çoğunluğu için iki katına çıkar. Beyaz yakalı dediğimiz kesim; bir bakar sistemin fersah fersah gerisinde, örgütlenmeyi öğrenir. Örgütlenme pratiği hak arayışlarına saygıyı öğretir. Sağlık emekçisi greve gittiğinde hürmet görür hastalardan, davasına girmeyen avukat grevde diye vekaletinden vazgeçmez insanlar. Hak mücadelesi buradan yayılır ve iktidar ne buyurursa buyursun, asıl kuralı; il il, fabrika fabrika, plaza plaza direnişe geçen kitleler koyar. Sonra gidip istedikleri kadar anlaşma imzalasınlar İsrail’le, örgütlü liman işçisi greve gitse, hani gemisi nereden kalkacak bu Netanyahu’nun yahu? Dış politikayı bile belirlersin emek hareketiyle...”

Karşımda birileri müstehzi güler; Ayşen Hanım, yalnız ülke ekonomisi öyle dönmüyor, siz bilmezsiniz tabii ama bizim bu neoliberal politikalar...

Yani uzaya parasıyla turist göndermenin milli bir hamle olduğuna inanıyorsun da emeğin gücüyle rejimin değişeceğine inanmıyorsun öyle mi? Sonrası bilirsiniz, uzun uzun tespitler “AKP öyle etti de böyle etti de, bu böyle olmaz da şu şöyle gitmez de...” Soruyoruz: Ne yapalım?

“Valla işte bizim halkımız biraz böyle, yapacak bir şey yok, gelmez bize sol havalar.”

Sanki bu halk; ders kitabından Türklerin bir günde İslamiyet’e geçtiğini okuya okuya bir günde yattı kalktı aaaa birden dincileşmişiz, liberalleşmişiz, pasifleşmişiz. Üretim araçları, madenler, doğal kaynaklar, limanların devletin elinde olması bir anda abesleşmiş, bu ülkede on beş bin Ulaş, sekiz bin Taylan, yüz altmış dört bin Deniz, otuz bin Mahir yokmuşçasına; sanki hemen bir önceki nesil kırklarında emekli olmamışçasına ‘EYT'linin maaşını ben mi ödeyeceğim’ diyecek kadar devlet işleyişinden, sosyal güvenlik kurumundan bihaber milyonlar mı olduk?

Sosyalizm lafı geçtiğinde, stüdyoya aniden gökkuşağı renkli bir unicorn girmiş gibi bir haller, tepkiler, şaşkın ama müstehzi gülüşmeler.

“Buyurun peki sizin önerinizi alalım?”

“Biz daha öneriler konusuna gelmedik, işlemedik henüz o konuyu sayın bağyan.”

Şunu kabul edelim: Bizim başımıza her şey geldi, dahası da gelir. Bütün strateji o zaten, “Ona bunu yapan bize ne yapmaz ki” dedirtmek. Böylece hiçbir şey yapmayalım ki değirmenleri dönsün. Yeni dünya tanrıları, Seneca’nınkinden farklı, kendine rakip seyirlik, doyumluk bir mücadele istemiyor, öngörülü yılgınlıktan haz alıyor kendileri, yağ gibi akıyor böylece sistemleri.

Yaptırmazlar denmez, yapılır, söyletmezler denmez söylenir, bu halk öyledir denmez bu halk biziz, vermezler denmez alınır. Alan böyle belirlenir, zafer böyle gelir.

20 yıl geriye gidemeyecek kadar ezberinde boğulanlara 1950 sene önceyi öneririm, başlayınca geliyor gerisi, Seneca diyor ki Ahlak Mektupları’nda:

“İnsan her şeyden kuşkulanırsa hiçbir yaşama nedeni kalmaz, hiçbir felaketin sınırı olmaz. Kimi zaman bir öngörü yetişsin imdadına, kimi zaman da apaçık gelen korkuyu ruhunun gücüyle sök at içinden! Hiç olmazsa bir güçsüzlüğü yine bir güçsüzlükle yen, korkuyu bir umutla azalt.”

Felsefi hafta sonları dilerim...

QOSHE - 2024’ten Seneca’ya - Ayşen Şahin
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

2024’ten Seneca’ya

38 23
24.02.2024

Memlekette bir klişe var ya hani: 20 sene geriye gitsek 100 yıl ileri gidiyoruz. 1950 sene geriye gittim ve Seneca’nın Tanrısal Öngörü’sünü okudum. Bazı satırlarda, kümeden düşmesi beklenirken sezon başında cana gelip şampiyonluğu zorlayan takım, 90 2’de maçın golünü atmış gibi dizlerimin üzerinde evin koridorunda kaymak istedim.

1950 sene önce yapılan felsefeyi bugün hiçbir yerde bulamıyoruz. Bizde felsefe anca okullarda bir ders ve biçki dikiş kadar bile alan tanınmıyor kendisine gündelik hayatta. Mis gibi organik, kaynağından felsefe, ne çok özlemişim. Canım bir şey çekiyor ama ne diyordum, buymuş. Altını çizdiğim uzun paragraflardan zorlanarak seçtiğim cümleleri paylaşmak isterim:

“Siz bana kendisiyle mücadele edebileceğim değerde birini bulun; yenilmeye dünden hazır bir insanla dövüşmek bana utanç verir.”

Acınmak gurur kırıcıdır, başkasının utancı olacak kadar zayıf bir rakip olmak ise hepten onursuzluk. Yani diyor ki üstat “Ayağa kalk ve onlara kiminle dans ettiklerini göster.”

“İşte size kendi eserinin üstüne titreyen Tanrı’nın seyredebileceği soylu bir gösteri, işte Tanrı’ya yaraşır bir rakip: Kötü yazgısıyla yüz yüze gelmiş bir insan, hele bir de ona meydan okuyabilmişse!”

Seneca sen delisin, gerçek bir çılgın. Allah’a şirk koştu diye kelleler kesiliyor senden 1950 sene sonra, taharetlenirken makat kaslarını gevşek bırakma ki içeri su kaçıp orucu bozmasın üzerine vaaz veriliyor. Biz bu hafta şeriatın eleştirilemezliği, eleştirilebilme üslubu üzerine atıştık, sen kadere meydan okuyarak Tanrı’ya layık bir rakip olmaktan bahsediyorsun. Dur tamam meydan okuyalım biz de ama önce sen hiçbir şey yazmamışsın gibi yeniden tespitler, analizler ve bizim hubrisin asıl niyetini uzun uzun sorgulayacağız daha, hatta bir daha ve bir daha daha...

“Neye katlandığın değil, nasıl katlandığın önemlidir” demişsin.

Biz genelde kahır çekerek beklemek üzerine kurmuştuk stratejimizi, önemli bir konuya parmak basmışsın. Katlandığımız şeyi koymuştuk özneye, giderse her şey düzelecek gibisine. Çıkışın yolu; katlanmanın şeklinde, “nasıl”da yani bir eylemliğin öğretisinde olabilir doğru, bu inan hiç gelmemişti aklımıza.

“Felaket erdemin sergilenme fırsatıdır” diyorsun, zamanın hızı çağın yangını.........

© Evrensel


Get it on Google Play