8 Mart haftasına girdik. Martın ilk haftası kadına dair yazılar yazmaya başlayalı kaç sene geçti bilmiyorum, bir ömürdür belki. Yalnız gazetedeki köşe de değil, dergiler, ekler, paneller, söyleşiler. Toplumsal cinsiyet eşitliği, İstanbul Sözleşmesi, 6284, Medeni Kanun’da istenen değişikliklerin kadınların hayatında yaratacağı riskler, kadına şiddet, görünmeyen ev emeği, kayıt dışı çalıştırılan kadınların istatistikleri, anneliğin istihdamdan düşürdüğü kadın yüzdesi, işçi kadınların erkeklere nazaran karşılaştığı toplumsal, ailevi, mahalli baskılar, analığın kutsal kılınması kadın kimliğinin tu kaka olması, iktidarın makbul kadın sınırları, kadına mobbing, mansplaining, başardı sanılan kadının yüzleştiği imposter fenomeni, gaslighterlarla mücadele, iştirak nafakası, başımızdaki namus belası, kravata bağlı ağır tahrik indirimleri karşısında hani öz savunma hakkı...

Bitmiyor ki.

İnsan bir yandan “Bu konu çok devasa, asla bitmeyecek, davası kaç nesil sonra çözülebilecek?” diye düşünüyor bir yandan da “Daha nesini anlatalım, tüy bitti dillerimizde.”

Geldi 8 Mart haftası, yine neresinden, hangi birinden anlatmak lazım diye düşünürken senaristi, yapımcısı, yönetmeni kadın olan Bahar dizisini izledim.

Kahkahalar ve gözyaşları ile aynaya bakar gibi izledim.

Hani bir afet anında, canını kaybedenler, ağır yaralılar ve büyük bir enkaz varken afet ekibine sıra gelmez ya, demek istediğimi en iyi deprem bölgesinde arama kurtarmaya gidenler anlar.

Onca acı, kayıp, yokluk, yoksunluk içinde insan dururken, sıra gelmez onlara “Sen nasılsın?” demeye. Etik de olmaz zaten kimsesi ölmemiş, kendi sakat kalmamış, evinden yurdundan olmamışların durumdan yakınması.

O yüzden o sorulmayan nasılsınların verilmeyen cevapları içeride şişer de şişer.

Bahar, dışarıdan ne güzel görünen hayatların içindeki kadınlara sordu işte birden “Peki sen nasılsın?”

Açıldı kilitli kapılar, sussam olmuyor.

Bir güçlü kadın lafı uydurdu sistem, erkek için hayatın olağan akışını bir kadın başarınca güçlü oluyor. Ekonomik özgürlüğün var, yüzün de gülüyor, lafını esirgememeyi öğrenmişsin, hem de sosyalsin... Ne kadar güçlüsün bebeğim?

Kızının ödül törenini kaçırdı Bahar, gizli gizli çalıştığı TUS sınavına girebilmek için. Kendi kendine söyleniyordu: “Bu seferlik böyle oldu annecim, umarım affedersin.”

Babanın o törenden haberi bile yok, kimse onu gelmedi diye suçlamayacak, babalar çalışır, annelerin öncelikli işi evlatlarına yol açmak.

Babalar oldukları anlarla hatırlanır hayatta, anneler orada olamadıklarında.

Büyüyüp oturursa insan terapist koltuğuna, babada sevilecek huy arar ve anneyi kurban rolünden çıkarmak için ondan nefret edebileceği bir unsur.

Bebekliğinde emzirmek için uyanırsın, biraz büyüdüğünde cesareti babadan öğrenir sanır ama kabus gördüğünde yanında anneyi arar. Ergenlikte baba otoriteyi sağlar, kolaydır aslında yasak ve ceza. Bir ergenin kişilik geliştirmesi için anneyi yıkıp geçmesi gerekir, hele de kız çocuklarının. Annesi gibi olmayacağını ispat etmek ister kendine zira hep yorgundur ve geçmişi genelde pişmanlıkla doludur annenin.

Öylece durursun evladın jiletten keskin sözleri yüzüne söylerken, gözyaşların içine akarken kendini teselli edersin, “Ne de güzel ezip geçiyor beni, güçlü evladım benim.”

Hep büyüdüğünde seni anlamasını umarsın bir de senin hatalarını yapmamasını.

Hiç sırası gelmedi, konuşamadık. Bu ülkede sayısı belli anneler vardı karakollarda, adliyelerde kollarına girmiş polisler ellerinde kelepçe, dudaklarında kırmızı ruj, başları dimdik doğru bildiğini savunan.

TUS gibi bir sınavı verdikten sonra alkışlanmak yerine, elinde bir pasta, bir mum, ödül törenini kaçırdığı kızının kapısında affedilmek için ağlayan Bahar gibi, o kelepçeli dimdik duruş evde evlat kapısında “Beni affet mecburdum doğru bildiğimi söylemeye, seni düşünmediğimden değil, en çok da seni düşündüğümden” diye bitmedi mi sanıldı?

Kolay mıydı TOMA’ların önüne çocukları evde bırakıp ne olur olmaz diye yemeği bol yapıp çamaşırları yıkayıp evi toplayıp dikilmek.

Erkekler işe gidiyordu, yalnızca işe.

Biz işe giderken akşama ne pişeceğini, veli toplantı tarihini, özel dersin gerekip gerekmediğini, ilaçlarının bittiğini, bu çocuğun neden bu aralar az yediğini, camların artık silinmesi gereğini saya saya gittik.

Yapılacakları içimizden sürekli tekrarlamasak unuturduk, biz unutursak sistem çökerdi.

Sökükler dikilecek, okul kıyafeti ütülenecek, nevresimi kaç gün oldu mecbur değiştirilecek, biraz dertliydi başarılabilirse akşam azıcık sohbet edilecek.

Dur bakalım akşam da kapanmadan eczaneye uğranacak, market, manav, kırtasiye eli cebinde eve giren anne kaç tane? Kaç anne zil çalarak girebildi evine?

Timur gibi ciğeri beş para etmez adamlar kariyerlerinde hiçbir bariyere takılmasın diye onlarca sene kendini çocuklara adasın da kadın, o diplomalar, hevesler, ukdeler, içte işte o çiçekli Bahar’ı hapsetsin de günü geldiğinde adam çıkıp karşına desin “Herkes kendi seçimini yapar hayatta, sen seçtin bu rolü.” O muhteşem aile kurumunda hiçbir fedakarlık cezasız kalmıyor mu ne?

Bir nimet gibi koysun önüne birlikte inşa edilmiş kariyeri, senin mahrum kaldığın şey olduğunu düşünmeden tek başına otursun üzerine hatta bir tehdit gibi sürsün namluya “Benim bir ismim var, soyadımızın farkında ol” diyen Timur işte.

Erkekler röportaj versinler kariyerleri ile ilgili, hep sokuştursunlar satır arasına en büyük pişmanlıklarının kariyerlerine odaklanıp çocukları ihmal etmek olduğunu. Unutuversinler orada o çocukların kimin sorumluluğunda büyüdüğünü anmayı. Kadın başarınca hani o riyakar güçlü kadın klişesi uyarınca, illa önlerine konulsun o soru: Çocuklarla arası nasıldı, onca işin arasında nasıl büyüttü?

Duymak istedikleri nasıl da çocukları ihmal etmediği, hangi çalışan baba iş yeri tuvaletine kapanıp ağladı çocukların gösterisini kaçırdı diye, hangi baba veli toplantısını unutunca ayıplandı o WhatsApp gruplarında?

Kimse söylemedi bana, ben söylemiş olayım: Annelik ömürlük bir vicdan yüküne gönüllü girmektir. Ne yapsan eksik ne yapsan yanlış, hep bir yetememe hissidir.

O anaların yemeden yediren sabahlara kadar başında bekleyen, hep telefonun ucunda hazır bekleyen, varı yoğu evladı, kadınlığı park edilmiş, kariyeri hep analığından sonra gelen, eğlenmesi tesadüflere bağlı çilekeş, cefakar vefakar rolünü değil yıkmak, kenarından çatlatmak bile bu toplumda yürek işidir. Ayıplayan, yargılayan sıraya dizilir.

Nereye gitsen evde bekleyen bir çocuk olduğu hissi seninle gelir.

Bir ömür kuş telaşı bir panik yüreğinde yaşayacaksın demektir. Annelik, açık bir yarayla yaşamaya çalışmaktır, canını yakmak isteyen oraya bir parmak atsa yeterlidir. “Bahar, kızın sabahlara kadar ağladı evde, doğum gününü kaçırdın diye.”

Babalar iş gezisine gider, valizini alıp, genelde anaların yaptığı valizi, Bahar’ın da her seferinde sorgusuz hazırladığı gibi.

Anneler nadir gider, gitmeden dolabı tencereyle doldurur, yapılacakları notlara yazar, çamaşırlar katlanır, tembihler edilir, ev o yokken yürümeye devam etsin diye yokluğu kadar süre önceki güne sıkıştırılıp her şey hazır edilir.

Yerel seçimde neden kadın aday az ve neden siyasete kadın katılımı eksik diye soruluyor bu sıra en çok.

Bir bakın bakalım Bahar’ın hayatına, çok çalışarak, sonsuz uyum göstererek, sabrını sonuna kadar kullanarak değil, evde bıraktığı çocuğuyla da sınanıyor.

Çocuk; bir gülüşüyle, bir başarısı, bir zaferi bir öpücüğüyle sana tüm emeklerin karşılığını verebilir ve aynı çocuk sen dünyanın altını üstüne getirip kazandığın o koca zaferle eve döndüğünde iğne deliği bir dertle dünyanı başına yıkabilir.

Babalar ajanda tutar, anaların ajandası çocuğun iki derece ateşlenmesine bakar.

Bahar’ın içinde gizli kiraz çiçekleri, açıveriyor beklenmedik anda, neşesi, coşkusu, sesi, kahkahası, hayalleri uyarılarla kısılmış tüm kadınlar gibi.

Buket Uzuner’in anlattığı o içimizdeki dizginlenemeyen, birbirimizi bulduğumuzda çiçekleniveren “kız neşesi” boy veriyor.

Bahar, yüz binlerce kadınla birlikte bana da “Peki sen nasılsın?” demiş oldu.

Ben iyiyim, izlerken gözyaşlarımı tutamıyorum ama iyiyim. Ben de hastanede elimdeki telefonda refakatçi ararken yüreğimde hissettim; “Ya sorduğum arkadaşım hayır derse, kırılmadan durabilecek miyim?” Bir işe, bir yerde olmaya özendiğimde, çocukların başında durur musun demek için birini aramak öyle zordu ki belki de bu yüzden bıraktım birilerinden bir bardak su bile istemeyi.

Kırılmam dedim kırıldım. Güçlü kadın dedikleri kırılmayan değil aslında kırığını kendi yeniden kaynatabilendir.

Beyoğlu’da bir gece yarısından sonra, Bahar’ın shotları arka arkaya yuvarladığı an gibi beni dans ederken görenler ardımdan “Yine en çok sen eğlendin” derler.

Boyumdan büyük savururum kollarımı, yarın yok gibi dans ederim. Çünkü ben eğlenmek istediğim günler; sabah 06.50’de kalkarım, çocuklar okula gittikten sonra evi üstün körü toplar çamaşırları makineye atar, bulaşık makinesini boşaltırım, okul kıyafetlerini ütüler, odalarını toplar, üstün körü bir de süpürge tutarım. Camları silmem çünkü düşüp ölmekten korkarım. Tansiyonum hep düşüktür, doğurduğum günden beri vakit buldukça yemek yer, tuvaletim geldiğinde değil banyoyu boş bulduğumda tuvaletimi yaparım. Çünkü benim 18 senedir uykum vardır, çünkü ben uykumu aldığım son günü hatırlamam, mazidir. Sonra mesaim başlar çalışırım, telefonum susmaz, mesajlar bitmez, saat 18.30 gibi iş biterse markete koşarım, eksikleri alır sevecekleri yemekten yaparım. Okuldan geldiklerinde biraz laflar, ağızlarını ararım. Sonra hevesimi koyarım ortaya. “Bu annenizin de ilk hayatı, yaşasın mı biraz?” derim, yalan söylemem, açık davranırım. Onlar uykuya geçmeye yakın tembihlerimi sıralar, 10 dakikada hazırlanır, koşarım.

Genelde aç kalmışımdır, ilaçlarımı atlamışımdır, sokak iyi gelir, neleri unuttuğumu, nelerin yetişmediğini ve yarın yapılması gerekenleri yol boyu kendime elli-yüz kere tekrarlarım ki unutmayayım.

Bazı kadınlar ne giyeceğini bir gece önceden hazırlar, kuaförden çıkar gelir, bazı adamlar önce sporuna gider öyle gelir mekana, ben hep kan ter içinde, koşmuş halde, panikle girerim.

Sonra derler işte “Ne güzel eğlendin.”

Çünkü eğlenebilmek için çok büyük emek verdim, dağları yıktım, tabuları devirdim, görmez misiniz açık yaramı, evde bıraktım ya çocukları, ben eğlenirken öylesine yere basmıyorum ayaklarımı, “Deprem ya şimdi olursa” korkumu eziyorum, “Ya ocağı açık unutup yatarlarsa, ya şimdiye kadar girmeyen hırsız bu geceyi seçerse ve çocuklar da uyumamış olursa” endişelerimi çiğniyorum, gözlerimi kapatıp yuvarlıyorum bir kadeh, boğazım yandığından değil, gözümü kapadığımda 30 yaşında terapist koltuğunda “Annem evde bırakıp eğlenmeye gitti” diye anlatan çocuklarımı görüyorum.

Ben 06.50’de kalkıyorum akşam televizyonda bir programa çağırdıklarında, aynı döngüde evi, yemeği, okul kıyafetlerini hazırlıyorum, hiçbir rutinleri bozulmasın diye.

Sonra onlar evde ödev yaparken, yaşlı sinirli hamasi adamlar canlı yayında yüzüme bağırıyorlar, bölücüsün, teröristsin! Alaycı gülüyorlar doğruluğundan emin olduğum verilerime, sosyal medyada tehditler ve hakaretler yağıyor, söz yalnız benim sözüm değil ki ezilenlerin sözüdür, söylemesen olmaz. Burnumun dikine, alev saçan gözlerinin içine baka baka konuşuyorum. Yarınlar yok gibi. Arada telefonuma bakıyorum: “Anne dolaptaki tatlı olmuş mudur, yiyelim mi? Anne acil kartıma para atar mısın bir şey almam gerekti. Anne kaçta geliyordun sen eve? Anne yarın dilekçe yazılacaktı okula, gelince yazsana, sabaha unutmayalım. Anne evde portakal kalmamış mıydı ya?”

Hepsini yanıtlıyorum, sesler yükseliyor stüdyoda, yayın uzuyor, mesajlar kesiliyor, çocuklar uyumuştur şimdiye.

Sonra sessizce dönüyorum evime, parmak ucumda giriyorum odalarına, yerdeki giysileri alıyorum, alınlarını öpüyorum inceden ateşlerine de bakarak hasta olmasalar da, ertesi gün okul için kumanya hazırlıyorum,

O yüzden dilediğim gibi konuşurum birader, sen bana bağıramazsın, vicdanım acırken, açık yarama rağmen, anneliğimi mutfağa bırakıp çocuğun üzerine kapıyı çekip gelmişim, senden mi korkacağım?

Ben 06.50’de kalkarım seminere çağırdıklarında, dayanışmaya, desteğe, basın açıklamasına, kampanya toplantısına, bir ilave yazı istediklerinde, bir arkadaşım bana ihtiyaç duyduğunda, bir diğeriyle kahve içmek istediğimde.

Yapmak zorunda kaldıkları yapmak istediklerini ezmesin diye sürekli hassas terazide tartan kadınlardanım ben de, arada Bahar gibi evin ihtimal verilmeyen bir yerinde, ayakta metroda, bir umumi tuvalette başımı kapıya dayayarak bir yerde uyur, beş ömürlük hayatı bir canda yaşamaya kalkarım.

Hayat akar gider yolunda ve rayında erkekler için, onların akışında yoktur bunlar, bazısı geçer karşıma “Yorgun görünüyorsun, biraz uyumalısın” derler.

Uzun uzun anlatırdım neden uyumadığımı Aile Yalanları Oyunu’nu izleyene kadar. Şimdi oyundan bir cümle var cebimde hazırda. “Hiç mi yaşamayalım ya?”

Ben öldürülmedim, bıçaklanmadım, enkazda kalmadım, çadırda yaşamadım, sevdiklerimi zamansız kaybetmedim, grev önlüğü giydim de süresiz, belirsiz ayazlarda dikilmek zorunda kalmadım, sığınmaevine ihtiyaç duymadım, ekonomik özgürlüğümü kaybetmedim.

Dert yanmıyorum.

Esaretin bedeli ile özgürlüğün bedelini teraziye koysam emekten yana özgürlük ağır basar.

Bu çok yorucu özgürlüğümle gurur duyuyorum.

Varlığım, varlığımız bilinmiyor sanıyordum. Selamını aldım Bahar’ın, buradayım.

Ellerimle çiçeklendirdiğim ömrüme bahara bakar gibi bakıyorum, Bahar gibi yaşıma bakmadan sevindiğimde hâlâ zıplıyorum.

Yıkmışım bendimi, artık hiçbir şeyden korkmuyorum; ne rezil olmaktan ne hata yapmaktan ne başarısızlıktan. Baharlar gibi. Gerçek özgürlük bu bize, tanımıyorum artık makbullük listelerinizi.

Aşkım da değişebilir, gerçeklerim de.
Pırıl pırıl dalgalı bir denize karşı
Yan gelmişim diz boyu sulara,
Hepinize iyi niyetle gülümsüyorum,
Hiçbirinizle dövüşemem.
Siz ne derseniz deyiniz
Benim bir gizli bildiğim var,
Sizin alınız al inandım,
Sizin morunuz mor inandım,
Ben tam dünyaya göre,
Ben tam kendime göre,
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız.

8 Mart’ta kartona yazılan sloganından ibaret değil şu cümle, ta içinde yaşıyorum:

Bıraktım evi bok götürsün, ben sokaklarda geziyorum.
Laf içimde kalacağına, dünya üzerime gelsin.
Dengemi buldum, bozdurmuyorum.

Bahar geldiğinde mi ben böyle olurum?
Yoksa böyle olduğumda mı gelir bahar?
Ayrıca bunun seninle ne ilgisi var?
Tabii ki ben böyle olduğum için bahar!

Herkes hakkını alana kadar çok yolumuz var, ama işte n’apalım yine göründü ertelenemez bir bahar.
Bu 8 Mart’ta da emeğimize sağlık kızlar!

QOSHE - 8 Mart bir bahar - Ayşen Şahin
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

8 Mart bir bahar

28 23
02.03.2024

8 Mart haftasına girdik. Martın ilk haftası kadına dair yazılar yazmaya başlayalı kaç sene geçti bilmiyorum, bir ömürdür belki. Yalnız gazetedeki köşe de değil, dergiler, ekler, paneller, söyleşiler. Toplumsal cinsiyet eşitliği, İstanbul Sözleşmesi, 6284, Medeni Kanun’da istenen değişikliklerin kadınların hayatında yaratacağı riskler, kadına şiddet, görünmeyen ev emeği, kayıt dışı çalıştırılan kadınların istatistikleri, anneliğin istihdamdan düşürdüğü kadın yüzdesi, işçi kadınların erkeklere nazaran karşılaştığı toplumsal, ailevi, mahalli baskılar, analığın kutsal kılınması kadın kimliğinin tu kaka olması, iktidarın makbul kadın sınırları, kadına mobbing, mansplaining, başardı sanılan kadının yüzleştiği imposter fenomeni, gaslighterlarla mücadele, iştirak nafakası, başımızdaki namus belası, kravata bağlı ağır tahrik indirimleri karşısında hani öz savunma hakkı...

Bitmiyor ki.

İnsan bir yandan “Bu konu çok devasa, asla bitmeyecek, davası kaç nesil sonra çözülebilecek?” diye düşünüyor bir yandan da “Daha nesini anlatalım, tüy bitti dillerimizde.”

Geldi 8 Mart haftası, yine neresinden, hangi birinden anlatmak lazım diye düşünürken senaristi, yapımcısı, yönetmeni kadın olan Bahar dizisini izledim.

Kahkahalar ve gözyaşları ile aynaya bakar gibi izledim.

Hani bir afet anında, canını kaybedenler, ağır yaralılar ve büyük bir enkaz varken afet ekibine sıra gelmez ya, demek istediğimi en iyi deprem bölgesinde arama kurtarmaya gidenler anlar.

Onca acı, kayıp, yokluk, yoksunluk içinde insan dururken, sıra gelmez onlara “Sen nasılsın?” demeye. Etik de olmaz zaten kimsesi ölmemiş, kendi sakat kalmamış, evinden yurdundan olmamışların durumdan yakınması.

O yüzden o sorulmayan nasılsınların verilmeyen cevapları içeride şişer de şişer.

Bahar, dışarıdan ne güzel görünen hayatların içindeki kadınlara sordu işte birden “Peki sen nasılsın?”

Açıldı kilitli kapılar, sussam olmuyor.

Bir güçlü kadın lafı uydurdu sistem, erkek için hayatın olağan akışını bir kadın başarınca güçlü oluyor. Ekonomik özgürlüğün var, yüzün de gülüyor, lafını esirgememeyi öğrenmişsin, hem de sosyalsin... Ne kadar güçlüsün bebeğim?

Kızının ödül törenini kaçırdı Bahar, gizli gizli çalıştığı TUS sınavına girebilmek için. Kendi kendine söyleniyordu: “Bu seferlik böyle oldu annecim, umarım affedersin.”

Babanın o törenden haberi bile yok, kimse onu gelmedi diye suçlamayacak, babalar çalışır, annelerin öncelikli işi evlatlarına yol açmak.

Babalar oldukları anlarla hatırlanır hayatta, anneler orada olamadıklarında.

Büyüyüp oturursa insan terapist koltuğuna, babada sevilecek huy arar ve anneyi kurban rolünden çıkarmak için ondan nefret edebileceği bir unsur.

Bebekliğinde emzirmek için uyanırsın, biraz büyüdüğünde cesareti babadan öğrenir sanır ama kabus gördüğünde yanında anneyi arar. Ergenlikte baba otoriteyi sağlar, kolaydır aslında yasak ve ceza. Bir ergenin kişilik geliştirmesi için anneyi yıkıp geçmesi gerekir, hele de kız çocuklarının. Annesi gibi olmayacağını ispat etmek ister kendine zira hep yorgundur ve geçmişi genelde pişmanlıkla doludur annenin.

Öylece durursun evladın jiletten keskin sözleri yüzüne söylerken, gözyaşların içine akarken kendini teselli edersin, “Ne de güzel ezip geçiyor beni, güçlü evladım benim.”

Hep büyüdüğünde seni anlamasını umarsın bir de senin hatalarını yapmamasını.

Hiç sırası gelmedi, konuşamadık. Bu ülkede sayısı belli anneler vardı karakollarda, adliyelerde kollarına girmiş polisler ellerinde kelepçe, dudaklarında kırmızı ruj, başları dimdik doğru bildiğini savunan.

TUS gibi bir sınavı verdikten sonra alkışlanmak yerine, elinde bir pasta, bir mum, ödül törenini kaçırdığı kızının kapısında affedilmek için ağlayan Bahar gibi, o kelepçeli dimdik duruş evde evlat kapısında “Beni affet mecburdum doğru bildiğimi söylemeye, seni düşünmediğimden değil, en çok da seni düşündüğümden” diye bitmedi mi sanıldı?

Kolay mıydı TOMA’ların önüne çocukları evde bırakıp ne olur olmaz diye yemeği bol yapıp çamaşırları yıkayıp evi toplayıp dikilmek.

Erkekler işe gidiyordu, yalnızca işe.

Biz işe giderken akşama ne pişeceğini, veli toplantı tarihini, özel dersin gerekip gerekmediğini, ilaçlarının bittiğini, bu çocuğun neden bu aralar az yediğini, camların artık silinmesi gereğini saya saya gittik.

Yapılacakları içimizden sürekli tekrarlamasak unuturduk, biz unutursak sistem çökerdi.

Sökükler dikilecek, okul kıyafeti ütülenecek, nevresimi kaç gün oldu mecbur değiştirilecek, biraz dertliydi başarılabilirse akşam azıcık sohbet edilecek.

Dur bakalım akşam da kapanmadan eczaneye uğranacak, market, manav, kırtasiye eli cebinde eve giren anne kaç tane? Kaç anne zil çalarak girebildi evine?

Timur gibi ciğeri beş para etmez adamlar kariyerlerinde hiçbir bariyere takılmasın diye onlarca sene kendini çocuklara adasın da kadın, o diplomalar, hevesler, ukdeler, içte işte o........

© Evrensel


Get it on Google Play