Bir bayramın daha sonuna geldik. İnsanların kavuştuğu, memleketine ziyarete gittiği, tatilini yaptığı bir haftanın sonunda içimden siyasi konu yazmak pek gelmedi affınıza mağruren. Ne Akşener ve İyi Parti göresim var ne de Uğur Dündar-Kılıçdaroğlu atışması yazasım.

Bayramda semtten çıkmadım, semtimiz Beyoğlu. 30 sene sonunda belediye el değiştirince, semt de bir günde değişmişçesine, sanki ben yeni bir eve taşınmışım da hangi duvara hangi tabloyu asacağımın hevesindeymişim gibi pek de çıkasım gelmedi semtten ne yalan söyleyeyim. Aynı yerde yeniden başlama heyecanı uzak bir tatilden yeğ geldi.

Bu bayram Beyoğlu’dan kimse gitmediği gibi herkes de gezmeye buraya gelmiş gibiydi. Haliç kıyısında yürüyüş yapanlar, Karaköy’de karşılıklı vapur iskelesinde kalabalık, tramvay durakları iğne atsan yere düşmüyor. İstiklal insan seli akıyor. Gezmeye gelen heyecanlı ve hızlı hareket ediyor, semt sakininin adı üzerinde sakin, onlar semtin tadını çıkarıyor.

Anason İşleri’nin sosyal medya hesabında bir paylaşım gördüm: "Unutma bizi dolması, eski İstanbul meyhanecileri arasında yaygın olan bir Ramazan Bayramı geleneği. Osmanlı döneminde meyhaneler ramazan boyunca kapanırdı. Ramazan sona erdiğinde, genellikle bayramın ilk günü, her barba hatırlı müşterilerinin evine birer büyük kayık tabağı içinde midye dolması gönderirdi. İşte buna “Unutma bizi dolması” denirdi. Bu jest bir davet niteliği taşırdı. Yani kibarca “Meyhaneniz açıldı, bekleriz” denmiş olurdu.”

Osmanlı da öyle bir derya ki siyasal İslamcı dilinde bambaşka bir imparatorluk, tarihçiler elinde bambaşka. Tarihçilerin yazdığını dile getirmek cesaret bazen bu ülkede. Bu bayram yazılabildi diye şaşırdım, “Beni unutma dolması” hatırlatılabildi. Öyle yalan bir tedrisattan geçirdiler ki toplumun bir kesimini “Vay sen dini bayramımla meyhaneyi nasıl aynı cümle içinde yazdın, yüce Osmanlı’nın imanına sen dil uzattın” diye kıyametler de kopabilirdi. Üç kıta yedi denizde hüküm sürmüş imparatorluktaki çeşitliliği anlat anlatabilirsen.

İstanbul’da yaşamakla İstanbul’u yaşamak arasında büyük fark var. On altı milyon insan aynı şehirde yaşıyoruz, acaba kaçımız yaşadığımız şehri tanıyoruz? Kaç camii, kaç kilise, kaç müze, kaç kütüphane var, kaçımız biliyoruz? Sosyalleşmenin anlamı, hafta sonu AVM’lere gidip uğultulu yemek katlarında kahve içmek ve indirimden fırsat yakalamaya indirgenmiş. Kaç insan piknik örtüsünü alıp çimenlere yayılarak kitap okuyabileceği parkların, açık hava konserlerinin, girişi ücretsiz sergilerin, uluslararası üne sahip galerilerin farkında? Kültür ve sanatın, tarihin ve mimarinin, estetik zevklerin ve şehre dair yaşamsal keyfin, birçok noktada sınıfsal olmaktan çıkabileceğinin kaç kişi farkında? Açlık ve yoksulluk sınırı konuşup durduğumuz memlekette ruhun açlığı, bilgiye açlık, güzel bir şey görüp, yaşamaya olan açlığı konuşmaya da sıra geliyor mu?

İspanya’nın tek komünist köyü Marinaleda’da, sıraya giren ayda 15 avroya ev sahibi olabiliyordu ama mesela kış bahçesi yapmak, bahçeyi kapatmak yasaktı. Onların söylemi çok hoşuma gitmişti: Sosyalleşme sokakta olur, yaşayan bir köy var dışarıda.

İnsan insanla sosyalleştikçe birbirinden kimlikler üzerinden nefret ettirmek daha zor oluyor, bu da otoriter rejimlerin işine gelmiyor. İnsanın yaşam tahayyülü genişledikçe, yasaklara ikna etmek zor oluyor, imkansızlıklara da. Bir turist durdurup bir yer sorduğunda, düzgün yol tarif edebilmek, gideceği yerle ilgili bir iki bilgi verebilmek ve güzergahında başka görülmesi gereken yerleri de önerebilmek kaç İstanbullunun harcı olabiliyor acaba?

İBB’nin bazı kütüphanelerini yazayım buraya:

Küçükçekmece Attila İlhan Kütüphanesi

Başakşehir Sabahattin Ali Kütüphanesi

Sultangazi Hacı Bektaş Kütüphanesi

Sultangazi Ahmed Arif Kütüphanesi

Avcılar Fakir Baykurt Kütüphanesi

Arnavutköy Cemil Meriç Kütüphanesi

Esenyurt Gülten Akın Kütüphanesi

Bu isimler birileri için, her gün geçtiği alt geçidin adının Haşim İşcan olduğunu bilip de bunun kimin adı olduğunu merak etmeyenler gibi yalnızca bir bina adı gibi algılanıyor mudur sizce? 2017’de İstanbul müftüsü “İstanbul cami fakiri, en az on bin cami daha yapılması lazım” demişti. 3 bin 369 camii var İstanbul’da. Kaç kişi semtindeki camilerin adını eksiksiz sayabilir? Kaç kişi biliyor Ayasofya’nın İslamiyet’in doğuşundan 73 sene önce inşa edildiğini? Bilmeyince yönetmesi kolay tabii.

158 kilise 20 sinagog var şehirde, kaç kişi kaçının kapısından girmiştir ki?

Şehri tanımak, yalnızca otobüs ve metro hatlarını bilmekten ibaret değil, AVM’deki mağazaların katlarını bulmaktan ibaret değil, şehirle tanış olmak başka bir şey. Sosyal medyada “ılık solcular” diye dalga geçilen ve konforlu bir hayat sürmekle itham edilen Cihangir’de yaşıyorum bir süredir. Dışından dalgasını geçmek birilerine zevk veriyordur eminim ama bu mahallenin kapsayıcılığından fazlasıyla razıyım. Semtin sakinlerine gomalakçı da dahildir, elektrikçi de, çerçeveci de ve nice zanaatkar, sanatkar. Evsizlere el birliğiyle bakılır, düşkünlerin yemeği illa biri tarafından ayarlanır. Bir zamanlar tüm ülkenin tanıdığı ama rejim karşıtlığından, yaş haddinden vs. rütbesi sökülmüş olanlar el üzerinde tutulur. Bu semtten manşetlik eski Yeşilçam oyuncusunun son hali yürekleri burktu haberi çıkmaz, ilgileneni muhakkak bulunur. Cinsel yönelimler çoktan her türlüsüyle kabul görmüştür, izahına gerek kalmaz. Hayvanlara saygı vardır, evcillerden biri evden kaçtığında herkes aramaya çıkar, kapıların önünde el yapımı barınaklar, temiz tutulan yemek kapları vardır. Hasta sokak hayvanı görmek zordur, birileri illaki tutar veterinere götürür. Sokakta herkes herkesle selamlaşır, sosyalleşmek için evden çıkmak yeterlidir, birilerini aramaya gerek kalmaz, parkta, çay bahçesinde, kafede zaten sohbet edilecek bir sürü insan bulunur. Rezerv alan yasası hakkında bilgilendirme toplantıları yapılır, önlemler alınır. Tam bir İstanbul hanımefendisi komşumun apartman grubuna yolladığı mesaj hâlâ gözlerimi doldurur: “6 mahallede bu cumartesi telsiz tatbikatı yapılacaktır. Elinde telsizi olanlar, lisansı ve çağrı kodu olanlar ses etsin lütfen. Tatbikata eğitimli olsun olmasın herkes katılabilir.” Biz depreme şu semtte mahalle mahalle, muhtarlarımız ve sivil toplum sayesinde hazırlanıyoruz işte. Bilemiyorum o “My bir şey, Bir şey world” vs. İngilizce isimler verilen binlerce daireden oluşan lüks devasa sitelerde on binlerce insan böyle organize olabiliyor mu depreme karşı? Dışarıdan alay edeni çok lakin her Onur Yürüyüşü, 8 Mart Feminist Yürüyüşü’nün de bu semtte nihayete ermesi tesadüf değil. Çünkü bu semt hak savunusunda cesurdur, esnafıyla, sakinleriyle, park görevlileriyle, evsiziyle ve hatta sokak hayvanıyla birlikte sahip çıkar hakkını arayana. Deprem zamanı dayanışmada eşyalar elden ele kamyonlara yüklenirken insan zinciri vardı: Meyhaneci, ödüllü oyuncu, otopark görevlisi, yatalak hasta bakıcısı, okul hademesi, elektrikçi, öğretmen, hekim, masör, basketbolcu, yazar, şair, akademisyen, öğrenci, veteriner, manav, kapıcı, berber, bakkal...

Mahalle işte tam da böyle bir şeydir ve insanın yaşam tahayyülünü besler. Köklerini sağlam hissettirir, köklendirir. Yalnızlık ve çaresizlik hissini alır.

Bunun da en büyük destekçisi aslında muhtarlardır. Mahallemizde Christmas için sıcak şarap buluşmaları da yapılır, birlikte aşure etkinliği de bayram kutlamaları da. Düzenli takas stantları açılır evlerin önünde, tüketmek yerine değişmeyi, ikinci el değerlendirmeyi rutin sayarız. Mahalle kendi içinde görür ihtiyaçları, biri diğerinin çocuğuna ders verir, eşyalar ev değiştirir, ustalar birbirini tanır ve bir evin elektrikçisi, tesisatçısı bellidir. Berbere gitmek için otobüse binmezsin mesela.

Bundan önce de devrimcilerin ağırlıklı yaşadığı, sakinlerinin verdiği isimle Çayan Mahallesi’nin dibindeydi evim. Benzer bir dayanışma orada da vardı. Mahalle kültürü. Ama işte muhtarların etkisi o kadar belli ki. Sözün özü; insan mahallesiyle dost olmalı, semtiyle arkadaş, şehriyle tanış.

Bir bayramı sevdiklerinden uzak geçireceksen bari ait hissettiğin yerde geçirdiğini hissetmek için, kendi bayramların dışında bu ülkede nice farklı bayramın, kutlamanın, adetin olduğunu görebilmek için, çeşitliliğinle yüzleşmek için, insanı yalnızca insan olduğu için değerli bulabilmek, nefreti hayatından söküp atabilmek, adımlarını sağlam atabilmek, bir dönüşümü hayal ederken kendi hayatında katılığına sıkışıp kalmamak için, hayal ettiğin yaşamı ta İspanya köylerinde, Kuzey Avrupa soğuğunda, Güney Afrika sıcağında aramak zorunda kalmamak için, insan önce mahallesiyle dost olmalı, sonra semtiyle arkadaş, şehriyle tanış.

Güzelsin İstanbul.

Geçmiş bayramın kutlu olsun, güzel geçti sayende.

QOSHE - Mahalle Savunusu - Ayşen Şahin
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Mahalle Savunusu

38 1
13.04.2024

Bir bayramın daha sonuna geldik. İnsanların kavuştuğu, memleketine ziyarete gittiği, tatilini yaptığı bir haftanın sonunda içimden siyasi konu yazmak pek gelmedi affınıza mağruren. Ne Akşener ve İyi Parti göresim var ne de Uğur Dündar-Kılıçdaroğlu atışması yazasım.

Bayramda semtten çıkmadım, semtimiz Beyoğlu. 30 sene sonunda belediye el değiştirince, semt de bir günde değişmişçesine, sanki ben yeni bir eve taşınmışım da hangi duvara hangi tabloyu asacağımın hevesindeymişim gibi pek de çıkasım gelmedi semtten ne yalan söyleyeyim. Aynı yerde yeniden başlama heyecanı uzak bir tatilden yeğ geldi.

Bu bayram Beyoğlu’dan kimse gitmediği gibi herkes de gezmeye buraya gelmiş gibiydi. Haliç kıyısında yürüyüş yapanlar, Karaköy’de karşılıklı vapur iskelesinde kalabalık, tramvay durakları iğne atsan yere düşmüyor. İstiklal insan seli akıyor. Gezmeye gelen heyecanlı ve hızlı hareket ediyor, semt sakininin adı üzerinde sakin, onlar semtin tadını çıkarıyor.

Anason İşleri’nin sosyal medya hesabında bir paylaşım gördüm: "Unutma bizi dolması, eski İstanbul meyhanecileri arasında yaygın olan bir Ramazan Bayramı geleneği. Osmanlı döneminde meyhaneler ramazan boyunca kapanırdı. Ramazan sona erdiğinde, genellikle bayramın ilk günü, her barba hatırlı müşterilerinin evine birer büyük kayık tabağı içinde midye dolması gönderirdi. İşte buna “Unutma bizi dolması” denirdi. Bu jest bir davet niteliği taşırdı. Yani kibarca “Meyhaneniz açıldı, bekleriz” denmiş olurdu.”

Osmanlı da öyle bir derya ki siyasal İslamcı dilinde bambaşka bir imparatorluk, tarihçiler elinde bambaşka. Tarihçilerin yazdığını dile getirmek cesaret bazen bu ülkede. Bu bayram yazılabildi diye şaşırdım, “Beni unutma dolması” hatırlatılabildi. Öyle yalan bir tedrisattan geçirdiler ki toplumun bir kesimini “Vay sen dini bayramımla meyhaneyi nasıl aynı cümle içinde yazdın, yüce Osmanlı’nın imanına sen dil uzattın” diye kıyametler de kopabilirdi. Üç kıta yedi denizde hüküm sürmüş imparatorluktaki çeşitliliği anlat anlatabilirsen.

İstanbul’da yaşamakla İstanbul’u yaşamak arasında büyük fark var. On altı milyon insan aynı şehirde yaşıyoruz, acaba kaçımız yaşadığımız şehri tanıyoruz? Kaç camii, kaç kilise, kaç müze, kaç kütüphane var, kaçımız biliyoruz? Sosyalleşmenin anlamı, hafta sonu AVM’lere gidip uğultulu yemek katlarında kahve içmek ve indirimden fırsat yakalamaya indirgenmiş. Kaç insan piknik örtüsünü alıp çimenlere yayılarak kitap okuyabileceği parkların, açık hava konserlerinin, girişi ücretsiz sergilerin, uluslararası üne sahip galerilerin farkında? Kültür ve sanatın, tarihin ve mimarinin, estetik zevklerin ve şehre dair yaşamsal keyfin, birçok noktada sınıfsal olmaktan çıkabileceğinin kaç kişi farkında? Açlık ve yoksulluk sınırı konuşup durduğumuz memlekette ruhun açlığı, bilgiye açlık, güzel bir şey görüp, yaşamaya olan açlığı konuşmaya da sıra geliyor........

© Evrensel


Get it on Google Play