2021 yapımı “Don’t Look Up” (Yukarı Bakma) filmini hatırlar mısınız? Çokça konuşmuştuk hani? İklim krizi için sesini duyurmaya çalışan akademisyenlerin, aktivistlerin halini hicvediyordu bir nevi.

Günlük siyasi tartışmalar içerisinde hızla yaklaşan acı sonu göremeyenlerin hikayesi iklim kadar başka başlıklarda da geçerliydi. Ne fırtına estirmişti ama...

Biz, “Bir kitap okudum, hayatım değişti” insanları değiliz artık. Sanatın hangi dalından tokat yersek yiyelim, kızarıklığıyla bir, etkisi de geçiyor.

Yerel seçime giriyoruz.

İstanbul’da yaşamanın aylık maliyeti 50 bin liraya dayanmamış gibi, yoksulluk sınırı 45 bin 600 liraya yükselmemiş gibi, afet yasası afetin ta kendisine dönüşmemiş gibi, deprem bölgesinde birinci yıla gelirken hâlâ yüz binlerce insan konteyner kentlerde değilmiş gibi, deprem için ekranda tek yürek olduk şovlarıyla toplanan paranın ne olduğundan haberimiz varmış gibi, mafya hesaplaşmalarının arka bahçesi olmamışız, tarikatların cirit alanı değilmişiz, avro 31 TL, enflasyon fezada değilmiş gibi, daha 6 ay önceki hezimeti atlatmışız gibi yerel seçime mi giriyoruz?

“Bu şekilde bu şehir kaybedilir, kaybeden isim ben olmayayım”, “Dünya yansa da ben aday olacağım, en ufak bir şans varsa da aday olacağım, şehrin neyi kaybedeceği umurumda değil”… “Biz kaybedeceksek herkes kaybetsin”, “Partimizin geleceği bir yerel seçimden mühimdir”, “Önümüzdeki genel seçim için yerel seçim riske edilecekse edilir.”

Kürsülerden yine iktidar dilinde hamasi konuşmalar, ipleri koparmalar, gemileri yakmalar, ne alakaysa tanklar, tüfekler cümle içinde.

Partilerin kadroları onu mışmış da bunu muşmuş, bu sefer de onlar mutlu olsunmuş.

2028 görmek için ileri bakmak lazımmış. İleri bakarken yukarı bakmayı unuttu yine birileri.

Bu esnada solun bileşenleri dev kadroyla Defne’de “Yerel Yönetim Çalıştay”ı yapıyor, pusulalık iş çıkarıyorlar, gören, ilham alan yok.

Sol dışında kendini muhalif tarif edenlere bakınca; adayları ya parti içinde dengeleri bozmayacakgiller, ya aday yapmazsak ayıp olacakçılar ya da popülizmin bayrakları.

İki elin parmağını geçmeyecek sayıda iyi aday adayı var, onları tenzih ederim.

Aynı alamete bindirilip benzer kıyamete götürülürken, hep olumludan bakmaya koşullu fıtratım ilk kez bir ışık görmekte bu kadar zorlanıyor.

Yine olması gerekeni değil, başımıza geleni konuşuyor ekrandakiler, çözüm üzerine konuşmak çaba istiyor, herkesi bir kolaycılık sarmış, kutunun dışından bakmayı geçtim, kutudan kafayı çıkarmaya çalışan bile yok.

Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak ne demek bilmiyoruz, bulgur da taşlıydı zaten demek bu sefalet içinde sanki herkes Marie Antoinette.

“Ne olabilirdi?” sorusunun cevabı Defne’deki çalıştayda saklı. Yerelde çalışmalı, halk ne istiyor diye sormak yetmez, değişim birlikte planlanmalı.

İlla masada ittifaklar, deklarasyonlar, üç aldım beş verdim pazarlıkları şart mı? Yerel seçim ile genelin arasında söylemde, adaylıklarda hiçbir fark yoksa insanın burnuna yanık rant kokusu geliyor. Sadece üç tarafımız savaşla çevrili değil, biz de bir yaşam savaşındayız. Kimsenin aklına halkın filika ihtiyacı gelmiyor. Tarihin sosyal yardıma en çok ihtiyaç duyulan, barınma krizinin en derin hissedildiği, beyin göçünün, kentten kırsala göçün, ülkenin savaş bölgelerinden aldığı göçün rekor kırdığı dönemde, tarım yok, üretim yok, ekmek yok, su yok, 2028 için güçlendirmeye çalıştığınız partilerin ucuz alaşım rozetlerini suda kaynatır yeriz artık.

Gerçekten mevzu memleket meselesi olsaydı, il ve ilçelerde parti kimliğine bakılmaksızın meslek odalarından, demokratik kitle örgütlerinden, yerel derneklerden o şehre senelerce emek vermiş insanlar adaylık için teşvik edilir, memleket tarihinin en çok bağımsız belediye başkanı çıkacak seçimine gidilirdi. Tek bir alanı daha iktidara kaptırmamak üzerine bir strateji yürütülürdü. Belediye başkanını geçtim, meclisinde görev alabilmek için bile dönen tartışmalar inanılmaz. Kamu hizmetinin adı, anlamı kalmadı. Herkes yöneteceği bütçenin, titrin hesabında. Bunlar öyle vazifeler olmalıydı ki aslında meslek erbabına teklif edildiğinde bile yüreği olanın dahi “Başarabilir miyim?” diye düşünmesi gerekirdi.

Halka konuşmak için yerel seçim beklenmez, genel seçimin hemen ertesi Filistin mitingleri iktidara karşı yapılırdı. O, ulaşılamayan muhafazakar semtlere bangır bangır İsrail ordusunu kimlerin gemilerinin beslediği anlatılırdı. Afet yasası uyarınca rezerv alan belirleme yetkisinin tehlikesini, kiracıların sokakta kalacağı, ev sahiplerinin müdahale edemeyecekleri bir arsa bedeline mecbur bırakılacağı anlatılırdı. Anayasa ve Yargıtay arasında yaratılan çatışmanın rejime olan tehdidi bir gün bile gündemden düşürülmez, adliyeler önünde halkın başlattığı nöbet kitlesel desteklenirdi. Kitleselin altını çizelim: Kitlesel.

Agrobay’dan sonra Özak işçilerini de zaten sosyalistler savunuyor rahatlığı bitirdi bu diğer siyasi muhalefeti. Urfa’da başörtülü kadın işçiler haklarını alabilmek için yerlerde sürüklenirken hâlâ kürsüden 28 Şubat ithamlarına cevap hazırlamak zorunda kalmak, emek hareketini desteklemekten daha kolay birilerine.

Seri seçime maruz bırakılmak toplumda da seçimden başka yurttaşlık hakkı yok gafletine kapılmaya yol açtı.

Yoksulluk, yoksunluk, baskı, tehdit ve yenilgi yorgunuyuz.

Bu seçimden sonra 2028’e kadar görünen seçim takvimi yok. Olağanüstü kurultaylar gündem olur belki, onun da bize net bir faydası yok.

Geldiğimiz noktada sürekli ve sadece seçim konuşmanın da payı çok.

Artık biraz da kendi hayatlarımızı sağaltmanın, bazı alanları belirleyip kurtarmanın, birilerinin kurtarıcı gücünü beklemenin çaresizliğinden çıkmanın zamanı gelmedi mi?

Müstehcenlik suçuyla ters kelepçeyle gözaltı yapıldı bir kadına mesela. Bunca dram içinde o kadını savunamamak yakında kıyafetlerimize karışacak ahlak polislerinin önünü açmak olmayacak mı?

Afet Yasası’na karşı büyük bir ses çıkaramamak kentlerimizden sürülmek anlamına gelmeyecek mi?

Okullarda namaz saatlerine göre ayarlama yapılmaya çalışılması hepimizin geleceğini etkilemeyecek mi?

Biz o kentsel hafızayı yıkmaya kararlı dozerlerin önünde sağlam durabileceğimize inandığımız sürece, büyük projeler kisvesiyle açılan rant kapılarını bedenimizde duvar olup kapatabildiğimiz sürece, biz birilerini işini yapmaya mecbur bırakacak bir güç olabildiğimizde, bizim için koltuklara oturanlar bir isimden ibaret kalır ancak.

Bir arada ve sağlam durmanın yolunu seçim gündemsiz arayabilmenin bekleyişindeyim.

Dimyat’a pirince demişken yukarıda; ilginç bir bilgi edinmiştim Felipe Fernandez’in kitabından. ”Günümüzde insanlar aldıkları kalorilerin yüzde 20’sini, proteinlerin yüzde 13’ünü pirinçten elde ediyorlar” diyordu. Bu bana 2. Dünya Savaşı hakkında okuduğum bir başka gerçeği anımsattı. Toplama kamplarında günde tek öğün ve bir kaşık verilen pirinç lapası böcekli olurmuş.

İyi yaşam koşullarından gelenler bu böcekleri ayıklar öyle yermiş, dar gelirli bir hayattan gelenler içindeki böceğe bile bakmadan.

Hayatta kalabilenlerin çoğu lapayı böcekle yiyenler olmuş, bir tık daha fazla protein alabildiklerinden.

Bu satırları okuyorsanız, yorumu size bırakıyorum.

Seçim konuşmayacağımız, insanca yaşam tahayyülümüze odaklanacağımız günleri merakla bekliyor, paramparça olmasınlar diye tüm heveslerimi sarmalayıp saklıyorum.

Yukarı bakmayın diyenlere aldırmadığımız günler diliyorum zira onlar bize de hiç bakmadılar, görmediler.

QOSHE - Seçimsiz takvimlere dair - Ayşen Şahin
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Seçimsiz takvimlere dair

29 12
10.12.2023

2021 yapımı “Don’t Look Up” (Yukarı Bakma) filmini hatırlar mısınız? Çokça konuşmuştuk hani? İklim krizi için sesini duyurmaya çalışan akademisyenlerin, aktivistlerin halini hicvediyordu bir nevi.

Günlük siyasi tartışmalar içerisinde hızla yaklaşan acı sonu göremeyenlerin hikayesi iklim kadar başka başlıklarda da geçerliydi. Ne fırtına estirmişti ama...

Biz, “Bir kitap okudum, hayatım değişti” insanları değiliz artık. Sanatın hangi dalından tokat yersek yiyelim, kızarıklığıyla bir, etkisi de geçiyor.

Yerel seçime giriyoruz.

İstanbul’da yaşamanın aylık maliyeti 50 bin liraya dayanmamış gibi, yoksulluk sınırı 45 bin 600 liraya yükselmemiş gibi, afet yasası afetin ta kendisine dönüşmemiş gibi, deprem bölgesinde birinci yıla gelirken hâlâ yüz binlerce insan konteyner kentlerde değilmiş gibi, deprem için ekranda tek yürek olduk şovlarıyla toplanan paranın ne olduğundan haberimiz varmış gibi, mafya hesaplaşmalarının arka bahçesi olmamışız, tarikatların cirit alanı değilmişiz, avro 31 TL, enflasyon fezada değilmiş gibi, daha 6 ay önceki hezimeti atlatmışız gibi yerel seçime mi giriyoruz?

“Bu şekilde bu şehir kaybedilir, kaybeden isim ben olmayayım”, “Dünya yansa da ben aday olacağım, en ufak bir şans varsa da aday olacağım, şehrin neyi kaybedeceği umurumda değil”… “Biz kaybedeceksek herkes kaybetsin”, “Partimizin geleceği bir yerel seçimden mühimdir”, “Önümüzdeki genel seçim için yerel seçim riske edilecekse edilir.”

Kürsülerden yine iktidar dilinde hamasi konuşmalar, ipleri koparmalar, gemileri yakmalar, ne alakaysa tanklar, tüfekler cümle içinde.

Partilerin kadroları onu mışmış da bunu muşmuş, bu sefer de onlar mutlu olsunmuş.

2028 görmek için ileri bakmak lazımmış. İleri bakarken yukarı bakmayı unuttu yine birileri.

Bu esnada solun bileşenleri dev kadroyla Defne’de “Yerel Yönetim Çalıştay”ı yapıyor, pusulalık iş çıkarıyorlar, gören, ilham alan yok.

Sol dışında kendini muhalif tarif edenlere bakınca; adayları ya parti içinde dengeleri bozmayacakgiller, ya aday yapmazsak ayıp olacakçılar ya da popülizmin bayrakları.

İki elin parmağını geçmeyecek sayıda iyi aday adayı var, onları tenzih ederim.

Aynı alamete bindirilip benzer kıyamete götürülürken, hep olumludan bakmaya koşullu fıtratım ilk kez bir ışık görmekte bu kadar zorlanıyor.

Yine olması gerekeni değil, başımıza geleni konuşuyor ekrandakiler, çözüm üzerine konuşmak çaba istiyor, herkesi bir kolaycılık sarmış, kutunun dışından bakmayı........

© Evrensel


Get it on Google Play