* Yazı Transatlantik isimli diziye ilişkin spoiler içerebilir

Eskiden bir şarkıyla çocukluğuma, bir filmle gençliğime gitmek, izlediğim bir oyunda hayatın anlamını aramak, romantik komedilerde duygulanmak, aksiyon filmlerinde bir heyecan aramak mümkündü.

Şimdi baktığım her şeyde, “Ne olacak bu halimiz?” cümlesinin öncesi ve sonrasına dair çıkarımlar görüyor, üzerine düşünürken istem dışı mesaj kaygıları güdüyorum.

İktidar yüzünden gerçek bir hayatımız kalmadığı için neye baksam mesele görüyorum. Sanki sıcak çatışmada bir piyade gibi hissediyorum. Kafam dağılsın diye giriştiğim her faaliyet yeni bir sorgulama, endişe ve/veya çabaya sevk ediyor. Bunda yalnız olmadığımı düşünüyorum. Çevremde herkes bir sorgulama halinde zira.

Bir dizi izledim -Burası spoiler içerebilir-

İkinci Dünya Savaşı’nda Marsilya’da geçiyor. Amerikalıların henüz savaşta tarafsız olduğu dönemde kurdukları bir “acil durum kurtarma ekibi”nin çalışmaları anlatılıyor.

Şikago’lu bir iş insanının kızı da konsoloslukla çalışan bu ekipte. Babasının servetini neredeyse fona dönüştürmüş, ABD konsolosu dahil kendisine yapılan aptal, şımarık zengin kız muamelesini çalışmalarına fayda sağlayacak şekilde kullanıp lehine çevirmiş. Ekibin başında Orhan Kemal’in Bekçi Murtaza karakteri gibi bir adam var; Varian Fry.

Karşısında Nazilerden kaçan, eşi ve çocuğu öldürülmüş kadınlara, ailesini kaybetmiş genç yetenekli üniversite öğrencilerine, daha reşit olamamış ergenlere, kendisine verilen talimat, görev uyarınca soruyor: “Uluslararası alanda tanınmış resim, kitap, heykel, araştırma, tiyatro gibi eserleriniz var mı?”

Çünkü filmde geçen cümlenin net ifade ettiği gibi “Burada sürgünde bekleyen faşizmden kaçan mülteciler arasında koca bir ulusu canlandıracak kadar parlak zihin bulunuyor.”

İçlerinde Max Ernst, Marc Chagall, Marcel Duchamp, Walter Benjamin ve Victor Serge’in de bulunduğu dönemin büyük aydın ve sanatçıları Marsilya’da, çoğunun kellesini istiyor faşistler.

Kurtarma ekibinin çabası, dünya sanat ve edebiyattan mahrum kalmasın diye. Emparyalizmin tek derdi gelir kapısı haliyle, o yüzden ismi dünyaya nam salmamış diğer göçmenlerin hükmü yok, gemilerde onlara yer yok, vizedeki mührün mumunu onlar için harcamaya hacet yok.

Bu mini diziyi izlerken kendime maksimum notlar çıkardım. Dizinin bütün tadını kaçırırsın diyenler buradan sonrasını okumasın.

Bir sahnede, gemiye kaçak binmeye çalışırken yakalanan sığınmacılar yani Alman muhalifler, Yahudiler, sosyalistler, kefaletlerini şımarık zengin denilen Amerikalı kadının ödemesiyle serbest ama çaresiz kalıyorlar.

Zira Vichy Hükümetinin Nazi yalakalığı ortadadır ve eninde sonunda Marsilya’da faşizm onları yakalayacaktır. Genç bir kadın haritada bir yol bulduğunu, buradan İspanya’ya oradan Portekiz’e geçebileceklerini söylüyor ve düşüyorlar dağ yoluna. Gerçekten sınırı geçmeyi ve Lizbon’a giden bir otobüse binmeyi başarıyorlar. O aşamadan geri dönüyor 2 kişi, tehlikenin tam göbeğine gerisin geri. Nedeni: “Çünkü bir yol bulduk, geride kalanları kurtarabilecek bir yol ve geride kalanların bundan haberi yok.”

Bunu uzun düşündüm. Çıkışı bulanın çıkışı göstermekteki özverisi, canını ortaya koyarcasına. Mümkün mü neredeyse 85 sene sonra?

Ve artık sona geldiğini hissettiğinde, bir kadının liderliğine bırakıp kendini dağlara atabilen o saygın beyefendileri düşündüm.

Zengin Amerikalı kadın Mary Jane Gold, ideolojik bir tutumu olmadan, hümanist bir adanmışlıkla, herkesi kurtarmaya çalışıyor. Babası tüm gelirini kestiğinde bedenini dahi kullanmaktan kaçınmayarak, tüm varlığını maddi, manevi ve fiziki ortaya koyarak. Şimdi olsa dedim; hayır hasenat tartışmasında yok ederdik sinirlerini, yaşadığı ilişkiler üzerinden etik tartışma açar intihara sürüklerdik belki kendisini. Hiçbir kazanım elde edemeyenler olarak sosyal medyanın da etkisiyle kalınlaştı hassasiyetlerimizin kırmızı çizgileri. Ve sermayenin temsilcisidir diye babasına bakarak yargılar, kendi yaşam tahayyülü olan bağımsız bir kadın gibi değerlendirmezdik yine. Dünyanın, her kadının ortaya koyduğu işin ardında bir adam gölgesi araması gerçeği de değişmedi ne yazık ki.

Dizinin dünya çapında en beğenilen sahnesi Max Ernst’ün doğum gününü, yokluklar içerisinde, sığındıkları yerde görsel bir sanat şölenine çevirdikleri anlar olmuş. Bense buradan şu mesajı çıkarmıştım kendime: Biz kötülüğün seyrine kaptırdık kendimizi. Mutluluğu, neşeyi, eğlenceyi utanç verici bir lüks gibi konumladık. İnsanlığımızın ölçütünü empatiye odakladık. Onca yokluk ve acı içinde keder yakışırdı bize de. Bir yaşam savaşında, yaşama dair güzel anları yargılaya yargılaya nasıl bir yaşam tahayyülümüz vardı, biz neyi savunuyorduk, kazandığımızda hayal ettiğimiz hayat neye benzeyecekti unuttuk. Ekmek ve nefes kavgasına dönüştü, hayat nefes almak, doymak ve barınmaktan mı ibaretti?

Walter Benjamin’in hayatına son verdiğini biliyordum ancak İspanyollar tarafından sınırı geçerken durdurulduğunda ve pasaportuna el konulduğunda, bu kaçışın çöküntüsüyle hayatına son verdiğini bilmiyordum. Gerçek olaylardan kurgulanan bu dizide Benjamin’in intiharı ne kadar gerçekçi ne kadarı kurgu emin de değilim. Ancak ertesi gün kendisine sınırın açıldığını ve Lizbon otobüsüne binebileceğini göremedi. Pes etmek her zaman erken ve yanlış bir seçim. Bu mesajı aldım kendime. Şakağına bir silah dayansa dahi, alıp tetiği çekmeye gerek yok. Her gün dünden kötü oldu senelerdir ama her yarın kendine münhasır, ne getirecek belli olmaz. Direneceğiz. Yılmaz, yenilmez, havlu atmaz zihinler yetiştirmeliyiz.

Varian Fry ve Mary Jane, ABD’den vize alamadıkları aydınlar için diğer ülke konsolosluklarını deniyorlar. Victor Serge her konsolosluk görüşmesinde Marksist tavrını ve anarşist çıkışlarını dayattığı için İspanya’ya dahi çıkışı imkansız. Bir yerde ikna ediyorlar Victor’u, her ne kadar mevcut rejime eleştirilerin olsa da Meksika en azından devrimcidir ve Konsolos’a olan eleştirilerini sonra iletebilirsin. Yaşasın devrim sloganında birleşsen bir seferlik olmaz mı? Victor Serge’in 1947’de sona eren hayatının nasıl Meksika’ya uzandığını bu vesileyle öğrenmiş oluyorum. Stratejik yaklaşımı denediği çok kritik bir anın sonucu. Bir konsolosun iradesinin böyle bir ismi Meksika’ya kazandırmış olması.

Savaş; insanlık onuruna tezat. İnsanın gücünün ve güçsüzlüğünün gerçek sınırı. Bir kişinin neler yapabileceğinin en uç örneklerini yaşadığı süreç. Can alıyorsun ya da can veriyorsun. Onurunu ortaya koyuyorsun, tüm kırmızı çizgilere yaşam adına basabiliyorsun. Film boyunca bir memur olarak izlediğimiz Hanna, bu acil kurtarma ekibinde görev yapıyor ancak kendisinin Amerikan listelerine alınması imkansız. Varian Fry’a konuyu her açtığında “Elimden geleni yaparım ancak imkansız görünüyor.” cümlesini duyuyor. Sonunda memleketsiz kalmanın ne demek olduğunu anlatıyor Fry’a ve diyor ki elinden geleni yapmak demek gerçekten elinden ne geldiğini keşfetmekle olur. Bu diziyi asıl yazmak istediğim an bu oldu. Elinden geleni yapmak ve elinden geleni ardına koymamak dilimizde iki farklı deyim. Elinden geleni yapmak olumlu, elinden geleni ardına koymamak olumsuz anlamda. Ve olumlu olanın sınırları olumsuz olandan daha dar, düşününce fark ettim. Biz “Elimden geleni yaparım” derken bir nevi el elin eşeğini ıslıkla arayacak sinyali veriyoruz. Diyoruz ki “Kendimi zora sokmadan, düzenimi bozmadan, tüm kredilerimi harcamadan, risk almadan ne yapabilirim bir bakarım.” Elimden geleni ardıma koymam demekse neler yapabileceğimi aklın havsalan almaz tehdidi içeriyor.

Filmde de Fry’ın aydınlandığı an bu oldu. ABD Hükümeti, konsolosu ne buyurduysa buyurdu. Bu insanlar savaşın ortasında Naziler tarafından öldürülecekleri aşikar, sanatçısı da emekçisi de. Bir gemi kalkıyorsa limandan, kaptanı insanlık onuru sınavından geçmiş bir adam, bir iyi adam da konsoloslukta var, bir memur. Herkes kelimenin gerçek anlamıyla elinden geleni yapsa yani insanları kurtarmak için elinden geleni ardına koymasa üç yüz göçmen hemen yarın demir alabilecek bu ölüm çukurundan.

Elinden gelenin ne olduğu üzerine düşünmek için bombardımanı beklemek mi gerek? Hanna Arendt bu soruyu doğru şekilde sorabildiği için, Fry’a sorgulatabildiği için sağ kaldı, o üç yüz kişiden biri olarak gemiye bindi ve “Kötülüğün Sıradanlığı”nı kaleme alabildi.

Kendime çıkardığım son mesaj: Sivil toplum diyebileceğimiz bu oluşum insanları faşizmin elinden kaçırmaya, sanatçılar eserlerini ve canlarını kurtarmaya çalışırken faşizmle mücadele önerisi, “Fight back” çağrısı ve örgütlü direniş liderliği bir işçiden geliyor, ülkesi Fransız sömürgesi, bir Otel İşçisi Siyahi Paul’dan. “Sömürgeci ile özgürlük mücadelesinin yolu faşizmle örgütlü mücadeleden geçer.” İlk direniş çağrısı ezilenlerden, işçilerden geliyor “Vive la résistance”

Pusulamızın ve önderliğin işçi sınıfında olduğunu, kültür ve sanatı korumanın aydınlığın fitilini kaybetmemek olduğunu hatırlatan, stratejik davranışın ödün üzerinden değerlendirilmesini ve ‘elinden gelen’ ne demektiri düşündürten bir iş oldu.

Açtım farklı dillerde diziye yapılan yorumları inceledim.

Dadaizm, sürrealizm, cinsel çekim, ertelenen aşk, Amerikan seçimleri, 1940’lar modası vs. gördüklerimden öyle uzak şeylere dikkat çekmişler ki...

Algıda seçicilik işte dedim. Ben eskiden pazar günleri böyle köşe yazıları okumayı severdim; film, kitap, seyahat. Şimdilerde hep ekonomi hep siyaset.

Bu pazar Ernst’ün doğum günü gibi, savaşlar ortasında, asgari ücret pazarlığında ve yerel seçim gündeminde dizi anlatmış oldum.

Affınıza sığınırım.

“Elimizden gelen”i düşünmek üzere, düşünceli pazarlar dilerim.

QOSHE - Transatlantik ne anlatıyor? - Ayşen Şahin
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Transatlantik ne anlatıyor?

39 2
17.12.2023

* Yazı Transatlantik isimli diziye ilişkin spoiler içerebilir

Eskiden bir şarkıyla çocukluğuma, bir filmle gençliğime gitmek, izlediğim bir oyunda hayatın anlamını aramak, romantik komedilerde duygulanmak, aksiyon filmlerinde bir heyecan aramak mümkündü.

Şimdi baktığım her şeyde, “Ne olacak bu halimiz?” cümlesinin öncesi ve sonrasına dair çıkarımlar görüyor, üzerine düşünürken istem dışı mesaj kaygıları güdüyorum.

İktidar yüzünden gerçek bir hayatımız kalmadığı için neye baksam mesele görüyorum. Sanki sıcak çatışmada bir piyade gibi hissediyorum. Kafam dağılsın diye giriştiğim her faaliyet yeni bir sorgulama, endişe ve/veya çabaya sevk ediyor. Bunda yalnız olmadığımı düşünüyorum. Çevremde herkes bir sorgulama halinde zira.

Bir dizi izledim -Burası spoiler içerebilir-

İkinci Dünya Savaşı’nda Marsilya’da geçiyor. Amerikalıların henüz savaşta tarafsız olduğu dönemde kurdukları bir “acil durum kurtarma ekibi”nin çalışmaları anlatılıyor.

Şikago’lu bir iş insanının kızı da konsoloslukla çalışan bu ekipte. Babasının servetini neredeyse fona dönüştürmüş, ABD konsolosu dahil kendisine yapılan aptal, şımarık zengin kız muamelesini çalışmalarına fayda sağlayacak şekilde kullanıp lehine çevirmiş. Ekibin başında Orhan Kemal’in Bekçi Murtaza karakteri gibi bir adam var; Varian Fry.

Karşısında Nazilerden kaçan, eşi ve çocuğu öldürülmüş kadınlara, ailesini kaybetmiş genç yetenekli üniversite öğrencilerine, daha reşit olamamış ergenlere, kendisine verilen talimat, görev uyarınca soruyor: “Uluslararası alanda tanınmış resim, kitap, heykel, araştırma, tiyatro gibi eserleriniz var mı?”

Çünkü filmde geçen cümlenin net ifade ettiği gibi “Burada sürgünde bekleyen faşizmden kaçan mülteciler arasında koca bir ulusu canlandıracak kadar parlak zihin bulunuyor.”

İçlerinde Max Ernst, Marc Chagall, Marcel Duchamp, Walter Benjamin ve Victor Serge’in de bulunduğu dönemin büyük aydın ve sanatçıları Marsilya’da, çoğunun kellesini istiyor faşistler.

Kurtarma ekibinin çabası, dünya sanat ve edebiyattan mahrum kalmasın diye. Emparyalizmin tek derdi gelir kapısı haliyle, o yüzden ismi dünyaya nam salmamış diğer göçmenlerin hükmü yok, gemilerde onlara yer yok, vizedeki mührün mumunu onlar için harcamaya hacet yok.

Bu mini diziyi izlerken kendime maksimum notlar çıkardım. Dizinin bütün tadını kaçırırsın diyenler buradan sonrasını okumasın.

Bir sahnede, gemiye kaçak binmeye çalışırken yakalanan sığınmacılar yani Alman muhalifler, Yahudiler, sosyalistler, kefaletlerini şımarık zengin denilen Amerikalı kadının ödemesiyle serbest ama çaresiz kalıyorlar.

Zira Vichy Hükümetinin Nazi yalakalığı ortadadır ve eninde sonunda Marsilya’da faşizm onları yakalayacaktır. Genç bir kadın haritada bir yol bulduğunu, buradan İspanya’ya oradan Portekiz’e geçebileceklerini söylüyor ve düşüyorlar dağ yoluna. Gerçekten sınırı geçmeyi ve Lizbon’a giden bir otobüse binmeyi başarıyorlar. O aşamadan geri dönüyor 2 kişi, tehlikenin tam göbeğine gerisin geri. Nedeni: “Çünkü bir yol bulduk, geride kalanları kurtarabilecek bir yol ve geride kalanların bundan haberi yok.”

Bunu uzun düşündüm. Çıkışı bulanın çıkışı göstermekteki özverisi,........

© Evrensel


Get it on Google Play