Geçtiğimiz pazartesi Berkin Elvan’ın aramızdan koparılmasının onuncu yılıydı. Ses Tiyatrosunda gerçekleşen ve canlı yayımlanan etkinliği muhakkak duymuş, görmüş, okumuş ve hatta izlemişsinizdir. Üzerinden 4 gün geçmesine rağmen başka konuya değinmek gelmiyor içimden, on yıl olmuş, iç soğumamış, dört günde etkisi mi soğuyacak?

Bu bir anmaydı, kelimenin gerçek anlamıyla. Yastı, bir acının sessiz paylaşımı. Ağır bir dayak yediğinde, eve gelip ılık su yaralarını yaka yaka temizledikten sonra sızı ve yorgunlukla dizlerinin bağı çözülür ya insanın, bir üşüme gelir hani sonra bir sıcak basar. Boşlukta gibisindir. Öyle bir hisle ayrıldık salondan. Meğer ne çok muhtaçmışız gözyaşlarımızı saklamamaya, içimize atmamaya. Yasın beş evresi var derler hep, hayatın yeniden yolunu bulması için aşılması gereken beş aşama: İnkar, öfke, pazarlık, depresyon, kabul. Biz inkar ile öfke arasına sıkışıp kalmışız. Sloganlarımızda ölümsüzdür gidenler ve hesabı mutlaka sorulacaktır. Ne zaman nasıl soracağız kısmına geçemeyişimiz bir türlü yasımızı tamamlatmadıklarından.

Gülsüm Elvan’ın sözlerini hatırlayın “Cumartesi Annelerinin eylemlerine gidiyorum, utanıyorum bazen mezarları yok, mezar taşları yok. Bizim çocuğumuzu da polis vurdu ama en azından bir mezar taşı var.”

Hep acısı en büyük olanlara düşüyor empatinin en yücesi, hep en acılılara düşüyor memleketin tüm davalarının vicdan yükü, hep en acılılar kalıyor meydanda herkes gitse bile inatla oradalar, onların daha hesabı sorulacak bir davaları var. Canı, evladı bağrından koparılan analar gibi yanmayanlar konuşuyor kürsülerde, biz de yazıyoruz işte böyle. Sanki güçlü olmak, güçlü kalmak, böyle dimdik durmak onlara bir kürek toprakla bahşedilmiş gibi kanıksıyoruz yangınlar içinde metanetle yaptıkları açıklamaları. Oysa akıllarını kaçırmak hakları, izandan şaşmak, ağzından her düşüncesini kaçırıvermek, sitemleri peş peşe dizmek hakları. Her tavır açıklanabilirken en doğru tavrı gösterebilmek hep mi en acılıların yazgısı?

Ne tez kabulleniyoruz bu adaletsizlik içinde ailelerin, katillerin hesap vermesini beklerken tuttuğu sayacı? Gezi’nin çocukları, Çorlu tren kazası, Aladağ yangını, Soma, Ermenek, İliç, deprem, İsias, Suruç, Ankara Garı... Kolay mı her gün elinde bir daha geri gelmeyecek evlat fotoğrafı ile adalet beklerken her güne bir çentik atmak, her gün kaldığı yaşta onu anmak? İnsanız insan.

Yıllar önceden bir an; Çağlayan Adliyesi girişlerde güvenlik önlemini abartmış, neredeyse herkesi soyup arayacaklar. Bir dava için toplanmışız, önümde Berkin’in annesi Gülsüm Elvan. Güvenlik görevlisi sert bir tavırla talimat verdi ve “yoksa...” ekledi sonuna. Ben bir kadının gözünden çıkan yalımı orada gördüm, beni bile kavurdu. Sözü, muhatabını iki kaşının ortasından vurdu: “Yoksa ne? Yoksa ne yaparsın? Oğlumu vurdunuz, çek vur istersen şu an, yoksası mı kalmış. Çekil şimdi önümden.”

Berkin şimdi 25’inde olacaktı, kim bilir boyu ne kadar uzayacaktı, belki sakal bırakacaktı belki her sabah sinek kaydı tıraş olacaktı. İstediği bölüm olmazsa belki bir sene daha bekleyip yeniden sınava girecekti, belki de ilk yıldan ilk tercihine yerleşecekti. Ortaokuldan mezun olamadı, şimdiye çoktan üniversite diplomasını almış olacaktı. Bunları anlatmıyor atılan sloganlar, o uzun konuşmalar. Öyle çok kaybımız ve öyle derin acılar var ki öldürülen kendi ölümünün bile öznesi olamıyor. Bu sefer öyle olmadı; gerçek bir yastı.

Berkin sahnede kendini anlattı, o daha çocuktu, baba yanağına kocaman öpücük konduran, annesinin boynuna sarılan, kız kardeşleriyle kıkırdayan, sokakta oynayan, ağzına erikler tıkan, kocaman kahkaha atan, şarkılar söyleyen, sınıfta parmak kaldırdığında heyecanlanan, kostümüyle 23 Nisanlarda sorumluluk aldı diye ciddi durmaya çalışan, ödevlerini bazen özenle bazen aceleyle yapan. Biz onu pankartlardaki fotoğraflarıyla bildik. Yasın ilk iki adımı arasında bir oraya bir buraya gidip geldik hep bir.

O yas, elle tutulur, gözle görülür oldu 11’i gecesi.

Hiç olmamıştı böylesi, sanatçıların adı anons edilmedi, hiçbiri tek kelam etmedi, hiçbir siyasetçinin eline mikrofon verilmedi, tek bir uyarıya gerek kalmadı, bir kişi bile alkışlamaya kalkmadı, sahnede Berkin en son videodan bizi selamlayana kadar. Etkinlikte yer alan müzisyen, dansçı, tiyatrocu, kimsenin tek bir şartı, talebi olmadı. Geldiler sessizlik içinde, Berkin’in görüntüleri eşliğinde ona ses verip yalnızca onu selamlayıp çekildiler sahneden öylece.

İklim Tamkan’ın elinde damar yolunu açık tutan branül takılıydı hâlâ, o halde çaldı piyanoda ağıtı. Koridorlarda giyindi dansçılar, farklı nesillerden müzisyenler birbirlerine hürmetle, saygıyla yan yana kuliste beklediler. Ne bir alkış ne bir plaket beklediler, aileden birer mektup, yakalarında martı kaşlı bir broşla herkes gibi gözleri yaşlı izlediler. Muktedirin çözemediği bir sırdır, bunca yıl sonra, bunca insan, bunca emek, bunca eser, bunca organize olma becerisi, sanat yetisi, ellerinde hiçbir erk yok gibi görünürken, bu insanlar nasıl becerir bu işleri?

Gökyüzünü kim boyar, denizi kim diker, bu ülkenin çelik çekirdeği kimlerdedir? Asıl güç budur, muktedirin elinde bundan yoktur. “Yalnız değildir” cümlesinin altı, muktedirin öteki eylediği kesimde doludur.

Tarihi Ses Tiyatrosu, İstiklal’in ortasında, iki saate yakın gözyaşlarıyla yıkandı. Hasan Ferit’in, Ali İsmail Korkmaz’ın anneleri, Cumartesi Anneleri, Aziz Güler’in ailesi, Göktepe’nin ablası, sevdikleri tutsak olanlar, kendisi de bir zamanlar tutuklanmış olanlar, işkenceyi yaşamış olanlar, şu memleket için en ağır bedel ödeyenler, gençliği, baharları elinden kayıp gidenler, sorulacak hesapların davasında yarasına pansuman yapamamış herkes, birbirinden çekinmeden, ardına geçmek için bir kapalı kapı aramadan, el ele, sarıla sarıla, hıçkırarak ağladı.

Çünkü hâlâ insanız. Gülüşümüzü çaldırmamak kadar insanca bir tavır, yasımıza sarınmak, onu yaşamak. Gözyaşlarımız güçsüzlükten değil, acıyı paylaşabilmekten, yüreğimiz var hâlâ, birbirimiz için atıyor da.

O geceye katılan kimse, sanmam kolay atlatsın. Ama bir eşiği aştık o gün, yası yaşamayı öğrendik hepimiz. Onsuzluğun onuncu yılında öğrendik. Biliyoruz ezberine düşmeden, hâlâ öğreniyoruz. Bu iyi bir şey. Yası yaşamak, öfkeyi distile ediyor, üzerindeki kara üzüntü gölgesinin yükünü dağıtıyor. Gözyaşı, söyleyemediklerinin üzerindeki tozu siliyor. Artık “Hesap soracağız” cümlesi, inkar ve öfke arasından azat olup gerçeğe doğru ilerleyebilir...

QOSHE - Zor Yazı - Ayşen Şahin
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Zor Yazı

35 9
16.03.2024

Geçtiğimiz pazartesi Berkin Elvan’ın aramızdan koparılmasının onuncu yılıydı. Ses Tiyatrosunda gerçekleşen ve canlı yayımlanan etkinliği muhakkak duymuş, görmüş, okumuş ve hatta izlemişsinizdir. Üzerinden 4 gün geçmesine rağmen başka konuya değinmek gelmiyor içimden, on yıl olmuş, iç soğumamış, dört günde etkisi mi soğuyacak?

Bu bir anmaydı, kelimenin gerçek anlamıyla. Yastı, bir acının sessiz paylaşımı. Ağır bir dayak yediğinde, eve gelip ılık su yaralarını yaka yaka temizledikten sonra sızı ve yorgunlukla dizlerinin bağı çözülür ya insanın, bir üşüme gelir hani sonra bir sıcak basar. Boşlukta gibisindir. Öyle bir hisle ayrıldık salondan. Meğer ne çok muhtaçmışız gözyaşlarımızı saklamamaya, içimize atmamaya. Yasın beş evresi var derler hep, hayatın yeniden yolunu bulması için aşılması gereken beş aşama: İnkar, öfke, pazarlık, depresyon, kabul. Biz inkar ile öfke arasına sıkışıp kalmışız. Sloganlarımızda ölümsüzdür gidenler ve hesabı mutlaka sorulacaktır. Ne zaman nasıl soracağız kısmına geçemeyişimiz bir türlü yasımızı tamamlatmadıklarından.

Gülsüm Elvan’ın sözlerini hatırlayın “Cumartesi Annelerinin eylemlerine gidiyorum, utanıyorum bazen mezarları yok, mezar taşları yok. Bizim çocuğumuzu da polis vurdu ama en azından bir mezar taşı var.”

Hep acısı en büyük olanlara düşüyor empatinin en yücesi, hep en acılılara düşüyor memleketin tüm davalarının vicdan yükü, hep en acılılar kalıyor meydanda herkes gitse bile inatla oradalar, onların daha hesabı sorulacak bir davaları var. Canı, evladı bağrından koparılan analar gibi yanmayanlar konuşuyor kürsülerde, biz de yazıyoruz işte böyle. Sanki güçlü olmak, güçlü kalmak, böyle dimdik durmak onlara bir kürek toprakla bahşedilmiş gibi kanıksıyoruz yangınlar içinde metanetle yaptıkları açıklamaları. Oysa akıllarını kaçırmak hakları, izandan şaşmak, ağzından her düşüncesini kaçırıvermek, sitemleri peş peşe dizmek hakları. Her tavır açıklanabilirken en doğru tavrı gösterebilmek hep mi en acılıların yazgısı?

Ne tez kabulleniyoruz bu adaletsizlik içinde ailelerin, katillerin hesap vermesini beklerken tuttuğu sayacı? Gezi’nin çocukları, Çorlu........

© Evrensel


Get it on Google Play