Baştan aşağı ‘hukuksuz’, ‘karanlık’ bir sürecin finali: TİP Hatay Milletvekili Can Atalay’ın vekilliği düşürüldü!

Adım adım gelindi bu finale.

Üzerinden yıllar yıllar geçmesine aldırılmadı; Gezi davası kapsamında ‘uyduruk’ gerekçelerle davalar açıldı, tutuklanmalar yaşandı.

Beraat… Tekrar yargılama… Tahliye… Tekrar tutuklanma…

İktidarın istediği sonuç çıkana kadar, gitgeller yaşandı dava sürecinde.

***

Son düzlüğü hatırlayalım.

Erdoğan’ın isteği doğrultusunda yeniden yargılamalarla cezalar verildi.

Atalay tutukluyken vekil seçildi.

Seçmen iradesi, ‘dokunulmazlık’ gibi demokrasinin kırıntı teamülleri yok sayıldı; tutukluk devam etti.

Üstüne Anayasa Mahkemesi ‘hak ihlali kararı verdi, hem de iki kere. Yargıtay 3. Ceza Dairesi yine de tahliye kararı vermedi; Anayasa Mahkemesi kararına uymayı iki defa reddetti.

Herkes (Bu reddi savunanlar da dahil) biliyordu ki; bu karar hukuki bir karar değil siyasi bir tavırdı.

İlk de değildi!

Tek adam yönetiminin, ‘ihtiyacına göre’ yapılandırdığı yargı kurumları olarak yüksek mahkemeler böylesi çok karar verdiler.

Fakat…

Atalay kararında -iktidarca atanmış olmalarına rağmen- Anayasa Mahkemesinin yüksek yargıçları, ‘Hak ihlali var’ diyerek yüksek yargı organının karşısına dikildi.

Dikilen bu ülkenin hukuki açıdan en yüksek makamıydı; verdiği karar karşısında hiçbir mahkemenin, ‘Ben buna uymuyorum’ demesi mümkün değildi.

Mahkemelerin verdiği kararların Anayasa’ya uygun olup olmadığına o karar verirdi. Bireysel hak ve özgürlüklerin ihlal edilip edilmediğine de…

İşte böylesi bir yetki ve kudretin sahibi bir yargı organının verdiği kararı, Yargıtayın bir tane ceza dairesinde hakim cübbesi giymiş 5 üyesi tanımadı.

İktidar ortakları da bekledikleri fırsatı kaçırmadı ve Meclisi, Atalay’ın vekilliğini düşürterek, hukuksuzluğa ortak etti.

İki hukuki yorum öne çıktı: Yerel mahkeme Anayasa’yı askıya aldı, Anayasa Mahkemesini ‘takmamanın’ yolu fiilen açıldı.

Meclis de bu gidişi meşrulaştırdı.

Karanlık rejime bir tuğla daha koyan son adıma karşı direnç oluşturmak isteyenlerin hafıza tazelemesi elzem!

Sermayesi, hükümeti el ele yıllardır Anayasa’yı-kişisel değil gayet sınıfsal şekilde-askıya alıp duruyor.

AKP, iktidarı boyunca 20 kez işçi grevi yasakladı; grevler anayasal bir hak olmasına rağmen!

Yasaklarını, 12 Eylül askeri darbenin mirası sendikal yasalara dayandırdı. Ve o yasalara göre, “Genel sağlığı ve milli güvenliği bozucu” grevler yasaklanabilirdi.

AKP milli güvenliği o kadar hassaslaştırdı ki sodadan bile etkileniyordu milli güvenlik!

Şaka değil!

Petrol-İş Sendikasının Soda Sanayii Anonim Şirketine bağlı bazı işyerlerindeki grevi, ‘milli güvenlik’ gerekçesiyle yasaklandı.

Tuz işletmesinde… Şişecam’da… Metal fabrikalarında… Bankada, ulaşımda grevler aynı gerekçe ile defalarca yasaklandı; ‘bunların nesi milli güvenlik’ sorusuna hiçbir yanıt verilmeden.

***

Sonsuz bir ‘milli güvenlik’ sorundan bahsedilemeyeceği için ‘yasak’ değil ‘erteleme’ kararı veriliyordu; bu da fiilen ‘yasak’ demekti. Çünkü ertelenen her grev Yüksek Hakem Kuruluna gidiyor ve son kararı kurul veriyordu.

Kurul kararına uyulması zorunlu olduğu için de grev tarihe gömülüyordu. ‘Grev 60 gün ertelendi’ denince sanki 61. gün greve devam edilebilirmiş algısı oluşturuluyordu; oysa kurula gittiğinde greve devam etme imkanı yoktu, külliyen aldatıcı bir algıydı bu.

AKP hükümetlerinin sıkça bu yola (çakallığa ya da işçi hakkı düşmanlığına) başvurmasını sendikalar defalarca Anayasa Mahkemesine götürdü.

Anayasa Mahkemesi de 2014’teki Şişecam grevinin ertelenmesinde… 2015’teki Birleşik Metal-İş sendikasının metal sektöründeki grevinin ertelenmesinde de… Ve daha nicesinde ‘hak ihlali’ kararı verdi.

Hatta 2014 yılında… Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nda yer alan, “Kamu kuruluşlarınca yürütülen şehir içi toplu ulaşım hizmetleri” ve “bankacılık” sektöründeki grev yasaklarını da iptal etti.

İki yasağı da ‘Anayasa ile güvence altına alınan sendikal hakların ihlali’ olarak değerlendirdi.

Karar karşısında AKP hükümetleri ne yaptı?..

Anayasa mahkemesini takmadı! Şişecam grevinde görüldüğü gibi cam sektöründe, İzmir Banliyö Taşımacılığı (İZBAN) grevinde görüldüğü üzere ulaşımda grev yasaklamaya devam etti.

***

Grev kararları sonrası Anayasa Mahkemesinin ve Anayasa’nın askıya alınması adeta olağanlaştı.

AKP iktidarı, ne zaman çağırsalar metal patronlarının örgütü MESS başta olmak üzere tüm sermaye örgütlerinin yardımına koştu.

Hükümetin sermayeden yana, Anayasayı askıya alan açık tutumuna sonsuz güvenen MESS Yönetim Kurulu Başkanı Özgür Burak Akkol-Anayasa Mahkemesinin daha önce vermiş olduğu ‘ihlal’ kararlarına rağmen-2019-2021 sözleşmesi grev sürecine gittiği bir aşamada televizyona çıkıp şu sözü edebildi: Grev yasaklanacak.

Aslında hep aynı yoldan ilerleniyor. Önce emeğin kolu kanadı kırılıp emek güçsüzleştiriliyor, emeğin ezilmesi diktaya giden yolun kilometre taşlarını döşüyor.

AKP de ‘tek adam diktası’na emeğin üzerinden açılan yoldan ulaştı.

AKP’nin altın yılları denen ilk 10 yılında emeğin tepesine binildi: Çalışma yasaları işçi aleyhine düzenlendi, kuralsız, güvencesiz çalışma yaygınlaştı, sendikalaşma oranı düştü, grevler yasaklandı.

Bu politikanın iki hedefi vardı!

Birincisi: Yatırıma gelecek yabancı sermayeye ucuz emek sunabilmek. İkincisi ise faize gelen sıcak paranın, borç paranın faizini ödeyebilmek için daha fazla artı değer biriktirebilmek.

O süreci birçokları ayakta alkışladı; tıpkı şimdi emeğin üzerinde tepinen ‘faiz’ politikasının, ‘Hükümet nihayet doğru yolu buldu’ denilerek alkışlanması gibi!

Lakin o dönem emek üzerinde inşa edilen dikta ardından kente ve doğaya uzandı; kuralsızca yağma ve talan başladı.

Sonrasında ayak bağı olacağı düşünülen her yere; Meclise, yargıya... İş, ‘başkanlık sistemi’ diktasına kadar geldi.

***

‘Aşırı sağ’, ‘sağ popülist’, ‘sağ otoriter’, ‘sivil dikta’, ‘Faşist’ vb. adlarla adlandırılan ve de… Şimdi dünya genelinde ya iktidar olan ya da güç kazanan parti, siyasi hareket ve liderler de aynı yoldan ilerledi.

Önce emek karşıtı piyasacı politikalarda ‘sağ’ ve ‘sol’ birleşti; ‘küreselleşmenin gereği’ denilerek.

Partiler emek karşısında benzeşti.

Sonra…

Özelleştirmeler yayıldıkça ‘devlet’ dengeleyici olmaktan uzaklaştı.

Sürecin sonunda sermaye güçlenip emek örgütsüz kalınca emeğin payına yoksullukve yoksunluk düştü.

Süreç içinde örgütsüz kalanlar, ‘Göçmen işçiyi göndereceğini’, gelecekte ‘Eski güzel günleri geri getireceğini’ söyleyenlerin yani çözüm yerine ‘hayal’ pazarlayanların peşine düştü! Gördüğümüz diktatörler de o pazarlamacılardan başkası değil.

Ülkede işçilerin en basit hakları bile askıda. Sendikalaşan işten atılıyor. Cezalandırılan patron değil işçi oluyor.

Son bir yıla bakmak yeterli!

Aluform Pekintaş’tan Özak’a, Agrobay Seracılık’tan Yasin Çakır Un fabrikasına sendikalaşan işçiler tazminatsız kapı önüne konuldu; patronlar hakkında tek bir soruşturma yok ama işçilere sayısız gözaltı var.

Devlet polisiyle jandarmasıyla, yargısıyla valisiyle işçi haklarını hiçe sayan patronun yanında.

Hal böyle olunca da… Ek zam talebinde bulunan kamu işçilerine, Türk-İş ve Hak-İş yöneticileri çalışma bakanıyla el ele adeta operasyon düzenleyip, hiçbir şey vermeden süreci sonlandırabiliyor.

Böylesi ortamda gelir eşitsizliğinin büyümesi normal! Nüfusun yüzde 80’i bu ülkenin toplam gelirinin yarısına talim ederken, gelirin geriye kalan yarısını yüzde 20 kendi arasında pay ediyor.

***

Tarih göstermiştir ki…

İşçi sınıfının geriletildiği, güçsüzleştiği durumda faşizm kendine zemin bulmuştur.

Ülkemizde de iktidar işçi sınıfının belini kırdıkça, din ve kimlikler üzerinden otoriterliğini pekiştirebiliyor.

Sınıf bilinçli örgütlülüğün güçlü olduğu dönemlerde ise tersine demokratik alan genişlemiştir. Örnek: Sıkıyönetimin dayatması Devlet Güvenlik Mahkemelerinin 1976 yılında DİSK’in mücadelesiyle rafa kaldırılması.

***

Şimdi hukukçular bağırıyor: Artık ülkemizde hiçbir bireyin hukuk güvenliğinin varlığından söz edilemez.

Doğrudur!

Fakat unutmamak gerekir ki… Meclisin Anayasa’ya darbeye ortak kılındığı o herkes için güvensiz ortama uzanan sürecin ilk halkası işçi kazanımlarına yapılan darbelerdi!

Emeği dövdürtmeyecektiniz! Ama direnç için bir şans var: Sorunun sınıfsallığını görüp ona göre pratik geliştirmek!

‘Yeni’ diktanın kancası eski ve paslı!

QOSHE - ‘Yeni’ diktanın 40 yıllık askısı - Bülent Falakaoğlu
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

‘Yeni’ diktanın 40 yıllık askısı

18 6
01.02.2024

Baştan aşağı ‘hukuksuz’, ‘karanlık’ bir sürecin finali: TİP Hatay Milletvekili Can Atalay’ın vekilliği düşürüldü!

Adım adım gelindi bu finale.

Üzerinden yıllar yıllar geçmesine aldırılmadı; Gezi davası kapsamında ‘uyduruk’ gerekçelerle davalar açıldı, tutuklanmalar yaşandı.

Beraat… Tekrar yargılama… Tahliye… Tekrar tutuklanma…

İktidarın istediği sonuç çıkana kadar, gitgeller yaşandı dava sürecinde.

***

Son düzlüğü hatırlayalım.

Erdoğan’ın isteği doğrultusunda yeniden yargılamalarla cezalar verildi.

Atalay tutukluyken vekil seçildi.

Seçmen iradesi, ‘dokunulmazlık’ gibi demokrasinin kırıntı teamülleri yok sayıldı; tutukluk devam etti.

Üstüne Anayasa Mahkemesi ‘hak ihlali kararı verdi, hem de iki kere. Yargıtay 3. Ceza Dairesi yine de tahliye kararı vermedi; Anayasa Mahkemesi kararına uymayı iki defa reddetti.

Herkes (Bu reddi savunanlar da dahil) biliyordu ki; bu karar hukuki bir karar değil siyasi bir tavırdı.

İlk de değildi!

Tek adam yönetiminin, ‘ihtiyacına göre’ yapılandırdığı yargı kurumları olarak yüksek mahkemeler böylesi çok karar verdiler.

Fakat…

Atalay kararında -iktidarca atanmış olmalarına rağmen- Anayasa Mahkemesinin yüksek yargıçları, ‘Hak ihlali var’ diyerek yüksek yargı organının karşısına dikildi.

Dikilen bu ülkenin hukuki açıdan en yüksek makamıydı; verdiği karar karşısında hiçbir mahkemenin, ‘Ben buna uymuyorum’ demesi mümkün değildi.

Mahkemelerin verdiği kararların Anayasa’ya uygun olup olmadığına o karar verirdi. Bireysel hak ve özgürlüklerin ihlal edilip edilmediğine de…

İşte böylesi bir yetki ve kudretin sahibi bir yargı organının verdiği kararı, Yargıtayın bir tane ceza dairesinde hakim cübbesi giymiş 5 üyesi tanımadı.

İktidar ortakları da bekledikleri fırsatı kaçırmadı ve Meclisi, Atalay’ın vekilliğini düşürterek, hukuksuzluğa ortak etti.

İki hukuki yorum öne çıktı: Yerel mahkeme Anayasa’yı askıya aldı, Anayasa Mahkemesini ‘takmamanın’ yolu fiilen açıldı.

Meclis de bu gidişi meşrulaştırdı.

Karanlık rejime bir tuğla daha koyan son adıma karşı direnç oluşturmak isteyenlerin hafıza tazelemesi elzem!

Sermayesi, hükümeti el ele yıllardır Anayasa’yı-kişisel değil gayet sınıfsal şekilde-askıya alıp duruyor.

AKP, iktidarı boyunca 20 kez işçi grevi yasakladı; grevler anayasal bir hak olmasına rağmen!

Yasaklarını, 12 Eylül askeri darbenin mirası sendikal yasalara dayandırdı. Ve o yasalara göre, “Genel sağlığı ve milli güvenliği bozucu” grevler yasaklanabilirdi.

AKP milli güvenliği o kadar hassaslaştırdı ki sodadan bile etkileniyordu milli güvenlik!

Şaka değil!

Petrol-İş Sendikasının Soda Sanayii Anonim Şirketine bağlı bazı işyerlerindeki grevi, ‘milli güvenlik’ gerekçesiyle yasaklandı.

Tuz işletmesinde… Şişecam’da… Metal fabrikalarında… Bankada, ulaşımda grevler aynı........

© Evrensel


Get it on Google Play