Sınıf mücadelesinin yansımaları hemen her gün tüm işyerlerinde farklı şekillerde görülüyor. Türkiye ekonomisinin emek yoğun sektörler üzerinden ihracatla büyüme modeli düşük ücret ve ağır çalışma koşullarını dayatırken, sermaye ile emek arasındaki gerilim ve çelişkiler de belirginleşiyor. Her iki tarafın da gücüyle orantılı olarak sınıf mücadelesi sertleşiyor, her ay birçok işyerinde direniş örgütleniyor. 25 gündür devam eden Lezita Grevi de, her aşaması itibariyle Türkiye burjuvazisinin örgütlü bir işçi sınıfı karşısında hangi sınıf reflekslerini göstereceğinin ve ne tür hilelere başvurabileceğinin provasına dönüştü.

Abalıoğlu Lezita’nın ilk hamlesi, kendi sınıfının hukukunu yani burjuva hukukunu tanımamak oldu. İşçiler arasında çoğunluğu elde eden Öz Gıda-İş Sendikası, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı'ndan yetki belgesini almasına karşın patronlar, bizzat Anayasal bir hak olan sendikalaşma hakkını tanımadı. Sendikanın itiraz davası işçilerin lehine sonuçlansa da şirket grevdeki işçileri işten çıkardı. Şirketin ikinci hamlesi, doğrudan bir yıldırma harekâtı başlatarak, işçilerin hem kendi işyerleriyle hem de diğer işçilerle temasını kesmek ve mekânsal aidiyeti ortadan kaldırmaya yönelikti. Önce fabrika alanında işçilerin direnişe geçtiği alanı tellerle çevirdiler. Direnişin kararlılıkla devam etmesi karşısında grev alanına toprak döktürdüler.

Lezita grevini halihazırda devam eden direnişlerden ayıran bir diğer özellik, şirketin “üretimin devamlılığını sağlama” gerekçesiyle, işten çıkartılan işçiler yerine Hindistan’dan çok düşük ücretlere çalışacak göçmen işçileri getirerek grev kırmaya çalışması. Öz Gıda-İş Sendikası, göçmen işçiler üzerinden yürütülecek hamasete karşı grevin ve direnişin saptırılmaması için bir açıklama yaptı ve odak noktasına şirketi yerleştirdi: “Derdimiz Hintli işçiler değil, onları grev kırıcılığına zorlayan Abalıoğlu Lezita yöneticileridir. Buraya getirilen Hintli garibanlara kimse yaklaşmasın ancak bunun hesabı bölge halkı tarafından şirket yetkililerine sorulmalıdır.”

Bu yılın başında DİSK / Limter-İş öncülüğünde toplanan tersane işçileri de Sefine Tersanesi’ndeki düşük maaşlara, belirsiz zam oranlarına karşı eylem düzenlerken, bir konu başlığı da tersane patronunun ücret kırıcılığı ve emek maliyetlerini düşürmek için Hindistan’tan düşük ücretlere çalışacak kaynakçı istihdam etmesi, işçiler arasında ikilik ve gerilim yaratma çabasıydı.

Burjuvazinin düşük ücretlere çalıştırdığı göçmen işçileri sendikal mücadele ve ücretler üzerinde baskı unsuruna dönüştürme taktiği, birçok boyutu olan bir konu: küresel göç ve nedenleri; küresel emek coğrafyaları; ulusal ekonomilerin demografik (nüfus artışı, iç/dış göç vb.) ve sosyo-kültürel yapısı; savaşlar ve entegrasyon politikaları bunlar arasında yer alıyor. Şirketlerin ve işçi simsarlarının mülkleri haline gelen, modern kölelerden farksız göçmen işçilere neden ihtiyaç duydukları bu yazıda iki açıdan incelenebilir. Birincisi, “kullan-at işçiliğin” sınıfsal yapısı. İkincisi, küresel sermayenin açlığı ve Türkiye’de ekonomik programa nasıl ve neden dahil edildiği.

Karl Marx, Kapital’in ilk cildinde köle ile işçinin farkını ya da başka bir açıdan benzerliğini şöyle ortaya koyar: “Romalı köle, sahibine zincirlerle bağlıydı; ücretli işçi görünmeyen iplerle bağlıdır. Ücretli işçinin görünüşteki bağımsızlığı kendisini çalıştıran efendilerinin sürekli değişmesiyle ve sözleşmenin fictio juris’iyle (hukuki sanallığı ile) ayakta tutulur”. Sermaye, özgür işçi üzerindeki mülkiyet hakkını gerekli gördüğünde yasa zoruyla geçerli kılardı. Örneğin İngiltere’de makine işçilerinin göç etmeleri yani serbest dolaşmaları 1815 yılına kadar ağır cezalarla yasaklanmıştı. Çünkü işçi sınıfının yeniden üretim süreci aynı zamanda hünerlerin birikmesini ve bir kuşaktan diğerine aktarılmasını da içerir. Burjuvazi, stabil bir üretim faktörünü yitirmek istemez.

Günümüze geldiğimizde sermayenin serbest dolaşımı, 1990’larda Dünya Ticaret Örgütü’nün başını çektiği GATS, TRIPs gibi anlaşmalarla, AB fasılları ve diğer uluslararası sözleşmelerle hızlanırken, emeğin üzerindeki denetim ve kontrol de artırıldı. Emeğin küresel dolaşımı ise uluslararası sermayenin planladığı yatırımlara, talep ve ihtiyaçlara göre kısıtlandı. Küresel finans kuruluşları ve çokuluslu şirketlerin çıkarları çerçevesinde belirli bölgeler emek rezervleri olarak şekillendirildi.

Şirketlerin ve işçi simsarlarının mutlak kontrolünde dolaşıma sokulan göçmen emeği, Kapital’de “Kapitalist Birikimin Genel Yasası” başlıklı bölümde kavramsallaştırılan “yedek sanayi ordusu” ve “göreli artık nüfus”un izlerini taşır. Artık nüfus, “mutlak olarak sermayeye ait olan tek kullanılmaya (disposable) hazır yedek sanayi ordusu oluşturur”. Artık nüfus, sermayenin değişen değerlenme ihtiyaçları için, gerçek nüfus artışının sınırlarından bağımsız olarak, “her an sömürülmeye hazır insan malzemesini” yaratır.

Fred ve Harry Magdoff’un “Disposable Workers: Today’s Reserve Army of Labor” makalesinde Marx’ın yukarıdaki saptamalarından hareketle modern emek ordusu yapısının büyük bölümü “kullan-at” (disposable) harcanabilir işçiler olarak tanımlanır. Kapitalistler fabrika binalarına, işyerlerine, ofislerine özen gösterirken, çeşitli makine ve ekipman parçalarına periyodik bakım ve onarım yaptırırken, işçileri tek kullanımlık üretim girdileri olarak görürler. Sermaye emeği kontrol etmek ve ihtiyaç duyduğunda kullanmak, ihtiyaç duymadığında kolayca işten çıkarmak ister. Emeğin üretim sürecinin tek kullanımlık ve kolayca değiştirilebilir bir parçası olarak görülmesi, kapitalizmin temel itici gücünü, yani tükenmeyen servet biriktirme dürtüsünü teşvik eder.

Modern köle tacirleri tarafından Hindistan, Pakistan, Nepal, Bangladeş, Filipin gibi ülkelerden toplanarak çalışmaya getirilen işçilerin hak arama güvencesi ve ücret pazarlığı imkânı neredeyse yoktur. Kullan-at durumundaki işçiler, durgun artık nüfus haline geldikçe faal işçi ordusunun bir bölümünü oluşturur. Marx, göreli artık nüfusun bu bölümünün “sermayeye tükenmek bilmeyen kullanılabilir emek gücü kaynağı” sağladığını, yaşam koşullarının işçi sınıfının ortalama düzeyinin altında olduğunu, bunun da onları “sermayenin özel sömürü dallarının geniş temeli” haline getirdiğini yazar. Göreli artık nüfus üretimi, kaçınılmaz şekilde sefalet üretimini içerir ve bu da kapitalist üretimin ve zenginlik artışının varlık koşuludur.

ILO’nun 2021 yılında yayınladığı rapora göre, uluslararası göçmen işçi sayısı 164 milyondan 169 milyona yükseldi. Uluslararası göçmen işçilerin üçte ikisinden fazlası yüksek gelirli ülkelerde. Toplam 169 milyon uluslararası göçmen işçinin 63,8 milyonu (yüzde 37,7) Avrupa ve Orta Asya’da.

Kuşkusuz devletlerin kayıt altına al(a)madığı, insan ticareti ve kaçaklığıyla yerinden edilen göçmen işçilerin bu rakamlar içerisinde ne kadar yer tuttuğu bilinmiyor. 2021 yılına ait Küresel Kölelik Endeksi'ne göre zorla çalıştırılan insanların sayısı 27,6 milyon ve bunların dörtte biri çocuk.

Kullan-at göçmen işçi ordusunun büyümesi kapitalizmin ihtiyaçlarından birisidir. Dünya Bankası’nın “World Development Report 2023” raporunda küresel nüfus artış hızının yavaşlamasından ötürü İspanya, Meksika, Tayland, Tunus ve Türkiye gibi ülkelerin fazla yabancı işçiye ihtiyaç duyacağı belirtiliyordu. Hatırlanacağı üzere dönemin Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da işgücüne ihtiyaç olduğu için göçmen işçilerin tamamının gönderilemeyeceğini söylemişti.

AKP, şirketlere “tükenmek bilmeyen kullanılabilir emek gücü kaynağı” olan kullan-at işçi tahsisini garantilemek amacıyla Orta Vadeli Programa şu maddeleri koydu:

- Yurtiçinden temininde zorluk yaşanan hallerde işgücü piyasasının farklı vasıflarda ihtiyaçlarını karşılamak üzere göç ve istihdam politikalarının dengeli bir şekilde uyumlaştırılması sağlanacaktır.

- Geçici ve/veya uluslararası koruma statüsündekilerin, kayıtlı olduğu ilde ikamet başta olmak üzere Türkiye’de bulunma şartlarına riayet etmeleri gözetilerek, işgücü temininde güçlük çekilen alanlar öncelikli olmak üzere kayıtlı bir biçimde çalışmaları tesis edilecektir.

Görüleceği üzere tek kullanımlık işçi ordusunun büyütülmesi küresel sermaye stratejilerinden birisidir. Kullan-at işçilik, işçi sınıfının tüm katmanlarında sefaleti artırırken, sermaye bu yolla emek maliyetlerini düşürmede, sendikasızlaştırmada, ücret ve grev kırıcılığında kullanabileceği operasyonel gücü yedekler. Kullan-at işçiliği istihdam üzerinde sopa gibi kullanmak bir sınıf politikasıdır. Bu tablonun sorumlusu kullan-at işçiler değil, modern köle tacirlerine dönüşen şirketler ve bunlara yol veren iktidardır. İşçi sınıfı örgütlendikçe patronların daha fazla ali cengiz oyunlarına başvuracağı ortadadır.

QOSHE - Türkiye’nin modern köle tacirleri ve kullan-at işçileri - Kansu Yıldırım
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Türkiye’nin modern köle tacirleri ve kullan-at işçileri

25 3
31.03.2024

Sınıf mücadelesinin yansımaları hemen her gün tüm işyerlerinde farklı şekillerde görülüyor. Türkiye ekonomisinin emek yoğun sektörler üzerinden ihracatla büyüme modeli düşük ücret ve ağır çalışma koşullarını dayatırken, sermaye ile emek arasındaki gerilim ve çelişkiler de belirginleşiyor. Her iki tarafın da gücüyle orantılı olarak sınıf mücadelesi sertleşiyor, her ay birçok işyerinde direniş örgütleniyor. 25 gündür devam eden Lezita Grevi de, her aşaması itibariyle Türkiye burjuvazisinin örgütlü bir işçi sınıfı karşısında hangi sınıf reflekslerini göstereceğinin ve ne tür hilelere başvurabileceğinin provasına dönüştü.

Abalıoğlu Lezita’nın ilk hamlesi, kendi sınıfının hukukunu yani burjuva hukukunu tanımamak oldu. İşçiler arasında çoğunluğu elde eden Öz Gıda-İş Sendikası, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı'ndan yetki belgesini almasına karşın patronlar, bizzat Anayasal bir hak olan sendikalaşma hakkını tanımadı. Sendikanın itiraz davası işçilerin lehine sonuçlansa da şirket grevdeki işçileri işten çıkardı. Şirketin ikinci hamlesi, doğrudan bir yıldırma harekâtı başlatarak, işçilerin hem kendi işyerleriyle hem de diğer işçilerle temasını kesmek ve mekânsal aidiyeti ortadan kaldırmaya yönelikti. Önce fabrika alanında işçilerin direnişe geçtiği alanı tellerle çevirdiler. Direnişin kararlılıkla devam etmesi karşısında grev alanına toprak döktürdüler.

Lezita grevini halihazırda devam eden direnişlerden ayıran bir diğer özellik, şirketin “üretimin devamlılığını sağlama” gerekçesiyle, işten çıkartılan işçiler yerine Hindistan’dan çok düşük ücretlere çalışacak göçmen işçileri getirerek grev kırmaya çalışması. Öz Gıda-İş Sendikası, göçmen işçiler üzerinden yürütülecek hamasete karşı grevin ve direnişin saptırılmaması için bir açıklama yaptı ve odak noktasına şirketi yerleştirdi: “Derdimiz Hintli işçiler değil, onları grev kırıcılığına zorlayan Abalıoğlu Lezita yöneticileridir. Buraya getirilen Hintli garibanlara kimse yaklaşmasın ancak bunun hesabı bölge halkı tarafından şirket yetkililerine sorulmalıdır.”

Bu yılın başında DİSK / Limter-İş öncülüğünde toplanan tersane işçileri de Sefine Tersanesi’ndeki düşük maaşlara, belirsiz zam oranlarına karşı eylem düzenlerken, bir konu başlığı da tersane patronunun ücret kırıcılığı ve emek maliyetlerini düşürmek için Hindistan’tan düşük ücretlere çalışacak kaynakçı istihdam etmesi, işçiler arasında ikilik ve gerilim yaratma çabasıydı.

Burjuvazinin düşük ücretlere çalıştırdığı göçmen işçileri sendikal mücadele ve ücretler üzerinde baskı unsuruna dönüştürme taktiği, birçok boyutu olan bir konu: küresel göç ve nedenleri; küresel emek coğrafyaları; ulusal ekonomilerin demografik (nüfus artışı, iç/dış göç vb.) ve sosyo-kültürel yapısı; savaşlar ve entegrasyon politikaları bunlar arasında yer alıyor. Şirketlerin ve işçi simsarlarının mülkleri haline gelen, modern kölelerden farksız göçmen işçilere neden ihtiyaç duydukları........

© Evrensel


Get it on Google Play