Baharı karşılamaya hazırlandığımız bugünlerde sonbaharda düşen yapraklar misali tanıdıklarımız, sevdiklerimiz birer birer düşüyor hayat ağacından fakat onlar hayata bıraktıkları silinmez izler, bize bıraktıkları güzellikler nedeniyle solan yapraklar gibi yere düşmüyor, yıldızlara karışıyor unutulmazlar katında.

Bizim kuşak için Yeşilçam’da sonbahar rüzgarları, yaprak dökümü 70’li yıllarda başlıyordu. Sevdiğimiz oyuncular birer birer sinemadan ve hayattan çekilirken bizim hayatımızda da yeri doldurulamaz boşluklar oluşuyordu.

Son yıllarda arka arkaya kaybettiğimiz sanatçıların acısı ve yeri doldurulmazlıklarıyla yarattıkları boşluklar içimizdeki boşlukları büyütmeyi sürdürüyor. Bir yazımda söylediğim gibi ‘onlar orada çoğaldıkça biz burada daha da yalnızlaşıyoruz, anısızlaşıyoruz.’ Birinin acısını, yokluğunu kabullenememişken, bir başka acı haberle sarsılıyoruz.

Henüz Gülbin Eray’ı, Sevda Ferdağ’ı, yönetmen Birsen Kaya’yı kaybetmiş olmanın acısını, üzüntüsünü atlatamamışken tiyatronun, Yeşilçam’ın birikimli, kültürlü, entelektüel, beyefendi, açık sözlü, marjinal, kendine özgü has insanı, duayen oyuncusu Kayhan Yıldızoğlu’nun hayatını kaybettiği haberi geliyordu; fakat ardı arkası kesilmiyordu yaprak dökümünün. “Çiçek Arif” olarak bilinen, sinemamızın önemli filmlerinin önemli yapımcısı olan, yıllarca işlettiği sinemacıların uğrak yeri, buluşma noktası Çiçek Bar’da sinema dünyasının hatıra defteri diyebileceğimiz yaşanmışlıkları ‘kayda alan’ Arif Keskiner’in, hemen ardından yıllardır mücadele ettiği hastalıkların erken yaşında aramızdan aldığı oyunculuğu, sempatisi, “gamzeli güzelliği”yle iz bırakan yaşça benden de küçük Bahar Öztan’ın erken vedası tüm sinemaseverleri derinden sarstı.

Bizden önceki kuşak enfarktüs derdi Nazım'ın şiirlerinden biliriz;

“senin yolunu gözlüyor kuşpalazı boğmaca kara çiçek sıtma ince hastalık yürek enfarktı kanser filan”

Son zamanlarda sürekli olumsuz haberlerle karşılaşıyor olmamın sağlığımı da olumsuz etkilediğini fark ediyordum. Diyabet, kalp-damar gibi önemli sağlık sorunlarım son zamanlarda kontrolden çıkabiliyordu.

Cumartesi günü “Düşen yapraklar” başlığıyla Kayhan Yıldızoğlu ve Arif Keskiner üzerine yazmaya başladığımda bir olumsuzluk olduğunu fark etmiş, hemen şeker ölçümü yapmıştım. Durum iç açıcı değildi, 2008’de yaşadığım felç öncesi belirtilere benzer belirtiler yaşıyordum. ‘Pıhtı atacak, bir kez daha felç geçireceğim’ endişesine kapılmışken göğsümde başlayıp hızla omuzlarımdan kollarıma yayılan şiddetli sancıyla şiddetli bir kalp krizi geçirdiğimi fark etmiştim.

Ambulansı aramaya çabalarken göz kararması, ayakta duramama ve soğuk terler dökme hali yaşarken ilginç rastlantıyla karşı komşumun kapıyı çalması, kapıyı açar açmaz yere yığılırken “kalp krizi geçiriyorum, ambulans çağırabilir misiniz?” diyebilmiş olmam belki de hayatta kalmamı sağlayan ilk adımlardı.

Yıllardır birçok kez yaşadığım gibi bir kez daha ambulansın sarsıcı, can yakıcı yolculuğunda acil hemşireleri çok iyi davranıyor, uyanık tutmaya çalışıyorlardı. Sevk için uğradığımız Söke Devlet Hastanesi’nde ambulans hemşiresinin bilgi verirken “hastanın durumu kritik, oksijen düşük, 70’lerde” dediğini duyduğumda yaşadığım sarsıntının ardından “beni kurtaracaksınız ama değil mi?” dediğim hemşireyle aramızda fıkra gibi şu diyalog yaşandı:

“Kurtulacaksın tabii amca, yaşayacaksın.” Abi faslından amca faslına geçeli ve buna alışalı çok zaman olduğundan takılmıyorum, hatta o anda temelsiz kurtulacağımı söylemesi umutlandırıyor.

Hemşire bu kez “giysilerini, eşyalarını kime verelim?” diye soruyor. Bir an kalıyorum ve sorunun ne amaçla sorulduğunu anlayabilmek için yarı şaka yarı ciddi; “nasıl yani, öldükten sonra mı?” diyorum. Hemşire bir kez daha umut yüklediği gülüşüyle “yok be amca ne ölmesi, anjiyo olacaksın ya, üstünü çıkardığımızda giysilerini kime verelim” diyor.

“Yalnızım, ben, kimsem yok” dediğimi ve giysilerimin, telefon ve kimliklerimin “güvenlik”e emanet edildiğini anımsıyorum.

Biraz sert bir kalp kriziydi yaşadığım. Cumartesi günü apar topar anjiyo yapıldı; 2 gün yoğun bakımda, 2 gün de normal odada gözetim altında tutuldum. Sona tekrar evde “normal hayat”a dönmeye çabalıyorum.

O gün yürek enfarktı nedeniyle yarım kalan yazımı tamamlayıp size ulaştırıyorum.

Onlarca yıl müziğe, sinema, tiyatro oyunculuğuna emek vermiş bir sanatçı olmasına rağmen o, bir kitabıma ad yaptığım gibi “mülksüz ve çıplak”tı. 67 yıl oyuncu olarak çalışan fakat evi olmayan bir mülksüz; olduğu gibi görünen, öyle yaşayan, maskesiz, kendini gizlemeyen, apaçık kendi olan ruhen bir ‘çıplak.’

“Paraya değil insana önem verdim” diyen Kayhan Yıldızoğlu’nun kendine ait bir evi yoktu, Türker İnanoğlu’na ait bir evde kalıyordu. Oynadığı filmlerden, dizilerden gelen parayla ve emekli maaşıyla yaşıyordu. Param yok, olan paramı da kitaplara harcıyorum. (…) Apartmanlar da burada kalacak, senin götüreceğin oraya ruhunun yaptığı iyilikler, sevaplar, dürüstlükler” diye açıklıyordu onca role, şöhrete rağmen zengin olmayışını, paraya, mala mülke önem vermeyişini.

2000 yılında yaşamaya başladığım Cihangir’de Cihangir Parkı’na gittiğimde o günlerde oturduğu parkın karşısındaki binadan torunuyla birlikte çıkarken ya da binaya girerken görürdüm. Çok kibar, nazik bir insan olduğunu biliyordum fakat yıllar önce yine Cihangir’de bir süre Şener Şen’le 3,5 yıl aynı evde kaldıklarını bilmiyordum o zamanlar.

Tarihi kostüme filmlerde, fantastik filmlerin fantastik rollerinde çokça izlediğim Kayhan Yıldızoğlu fiziksel görünümü, giyimi, tavrıyla da fantastik bir duruşa sahipti.

Not: Haftaya Kayhan Yıldızoğlu, Arif Keskiner ve Bahar Öztan’ın yaşam öykülerinden, sinema serüvenlerinden söz ederek sürdüreceğiz yazımızı.

QOSHE - Düşen yapraklar (1) - Mesut Kara
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Düşen yapraklar (1)

19 7
27.03.2024

Baharı karşılamaya hazırlandığımız bugünlerde sonbaharda düşen yapraklar misali tanıdıklarımız, sevdiklerimiz birer birer düşüyor hayat ağacından fakat onlar hayata bıraktıkları silinmez izler, bize bıraktıkları güzellikler nedeniyle solan yapraklar gibi yere düşmüyor, yıldızlara karışıyor unutulmazlar katında.

Bizim kuşak için Yeşilçam’da sonbahar rüzgarları, yaprak dökümü 70’li yıllarda başlıyordu. Sevdiğimiz oyuncular birer birer sinemadan ve hayattan çekilirken bizim hayatımızda da yeri doldurulamaz boşluklar oluşuyordu.

Son yıllarda arka arkaya kaybettiğimiz sanatçıların acısı ve yeri doldurulmazlıklarıyla yarattıkları boşluklar içimizdeki boşlukları büyütmeyi sürdürüyor. Bir yazımda söylediğim gibi ‘onlar orada çoğaldıkça biz burada daha da yalnızlaşıyoruz, anısızlaşıyoruz.’ Birinin acısını, yokluğunu kabullenememişken, bir başka acı haberle sarsılıyoruz.

Henüz Gülbin Eray’ı, Sevda Ferdağ’ı, yönetmen Birsen Kaya’yı kaybetmiş olmanın acısını, üzüntüsünü atlatamamışken tiyatronun, Yeşilçam’ın birikimli, kültürlü, entelektüel, beyefendi, açık sözlü, marjinal, kendine özgü has insanı, duayen oyuncusu Kayhan Yıldızoğlu’nun hayatını kaybettiği haberi geliyordu; fakat ardı arkası kesilmiyordu yaprak dökümünün. “Çiçek Arif” olarak bilinen, sinemamızın önemli filmlerinin önemli yapımcısı olan, yıllarca işlettiği sinemacıların uğrak yeri, buluşma noktası Çiçek Bar’da sinema dünyasının hatıra defteri diyebileceğimiz yaşanmışlıkları ‘kayda alan’ Arif Keskiner’in, hemen ardından yıllardır mücadele ettiği hastalıkların erken yaşında aramızdan aldığı oyunculuğu, sempatisi, “gamzeli güzelliği”yle iz bırakan yaşça benden de küçük Bahar Öztan’ın erken vedası tüm sinemaseverleri derinden sarstı.

Bizden önceki kuşak enfarktüs derdi Nazım'ın şiirlerinden biliriz;

“senin yolunu gözlüyor kuşpalazı boğmaca kara çiçek sıtma ince hastalık yürek enfarktı kanser filan”........

© Evrensel


Get it on Google Play