Türkiye’de ezici çoğunluğun üç büyük İstanbul kulübünün taraftarı olması bu coğrafyanın yüzlerce yıldır İstanbul’a sıkıştırılmasının yan etkilerinden sadece birisi. Bu yan etkilerin sıralandığı bir genel tablo oluştursak futbolun zararlı etkileri muhtemelen devede kulak kalır ama özellikle sosyal medyadan kaçamadığımız son 10 yılda bu atmosferin zehrini solumadan futbolsever olmak da imkansızlaştı. Dışarıdan çok az tehdit görmenin de etkisiyle (Trabzon dışında istikrarlı, gerçek bir rakip hiç var olmadı) şımardıkça şımaran ve kendi içinde de rekabetini bu şımarıklığın getirdiği kibir, mızıkçılık, oyunbozanlık, hazımsızlıkla sürdüren “üç büyük” kültürü, nüfuzunun genişliği sayesinde yerel akımları da etkiliyor. Onların tuttukları takıma her şeyi hak gören sempatizanlık alışkanlığı maalesef Ankara’yı, İzmir’i, Trabzon’u, Adana’yı, Bursa’yı, Eskişehir’i de şekillendiriyor. Dolayısıyla “Ülkedeki futbol taraftarları neden her yerde böyle” sorusunun yanıtı bu artık kendi geçmişine, kültürüne, zenginliğine ihanet edecek denli yavanlaşan İstanbul tekeliyle başlıyor. Ancak elbette burada bitmiyor, koca koca “adam”ları temel muhakeme becerilerinden, öfke kontrolünden, empatiden yoksun hale getiren, “Ne olursa olsun kazanalım”cı, “hayatsız” ruh durumunu şekillendiren spor dışı birçok başka etmen var. Dönem dönem bu köşede bu tartışmalara girişmeye çalıştık, sonra gazetedeki arkadaşlarla bu sorunların “Devrimden sonra bile çözülemeyeceğinde” mutabık kaldık! Eh önümüzde örnekler var sonuçta; devrim ülkelerinde dahi, eşitsiz, rekabetçiliğin hüküm sürdüğü koşullarda “büyük kulüpçü” anlayışlar, takım/adam kayırmacılığı ve fanatizm de bir yandan yaşamaya hatta yer yer yaygınlaşmaya devam etmiş. Rekabetin düşmanlaştırıcı etkileri günlük yaşama bu kadar hakimken, tekelcilik ulusal/küresel düzlemde bu kadar güçlüyken bunların futbolda belirleyici olmaması imkansız. Türkiye’deki “üç İstanbul büyüğü” yavanlığının ardında da bunlar yatıyor.

Ancak insan yine de bazen hayret etmekten kendini alamıyor. Bu kadar eşitsiz şartlarda rekabet edip, bu kadar kayırılmayı kendine hak görmek, biraz tarafsız bir hakem yönetimiyle, diş gösteren bir rakiple karşılaştığında hemen komplo teorilerine sığınmak, hadi bu imtiyazlarla yaşamaya alışmış, zengin çocuğu yöneticileri anlarım da ekmeğini hakkıyla kazanan insanlar için nasıl bu kadar normalleşebiliyor?

Şampiyonluk yarışındaki takımların rakibi ilk yarıda gol yemezse başlıyor “teşvik primi” söylentileri. Yahu bu oyunu sadece sizin takımın oyuncuları mı oynayabilir? Rakibin varlık nedeni size direnç göstermeden kaybetmek mi? Bu futbolcular sahaya çıkıp yeteneklerini en iyi şekilde göstermek için maaş almıyor mu? Siz öfkenizi kontrol edemiyorsunuz diye birinci dakikadan beyaz bayrak çekip, cumburlop küme mi düşsünler?

Bir başka “büyük takım taraftarlığı” garabeti de bunun tersi şekilde işliyor. Eskiden rakipte forma giymiş bir kalecisiniz ve gol mü yediniz, üstelik golde biraz hatanız mı var? Aynı durumdaki bir forvetsiniz ve gol mü kaçırdınız? Tebrikler, onursuz, şerefsizsiniz, maçı satmışsınız! Bu kadar kolay! Her maç sayısız fahiş hata oluyor futbolda ama yoo, illa sizin o günkü rakibinizin futbolcusu satılmıştır!

Sosyal medyadaki o her biri yüz binlerce takipçili taraftar hesaplarına bakın. Özellikle şampiyonluk yarışındaki takımların maçlarının hakemleri açıklanır açıklanmaz başlıyorlar: “Maçı Ali Sami Yen yönetseydi, maçı Lefter yönetseydi, maçı Süleyman Seba yönetseydi…” Haklı ya da haksız şekilde mimlemediğiniz hakem var mı? Statlarınızda maça çıkıp da titremeyen hakem var mı? Geçen sene yönettiği maçın ardından yapılan “Ligi bitirtmeyiz” çıkışı sonrası toparlayamayan hakem bugün mesleği bırakmış durumda. Sezon başı bir kulüp başkanı taraftarlarına açıkça hakemleri sosyal yaşamlarında baskı altına alma çağrısı yaptı. Bir hakem maç sonu kulüp başkanından dayak yedi. Pazar akşamı bir tanesi kameralar önünde tehdit edildi ve korkudan kart bile çıkaramadı. Tüm bunlar olup biterken bizim sözde “Oynamaya çalışan”, rakiplerinin 20 katı bütçeli şampiyonluk adaylarımız hakemleri “Maçları oynatmadıkları”, “Çok düdük çaldıkları” için eleştiriyorlar. E oyuncularınıza en ufak temasta yere düşmeleri talimatını veren siz değil misiniz? En kariyerli futbolcular bile buraya geldikten sonra kendini atma ustasına/şaklabana dönüşmüyor mu? VAR marifetiyle tespit edilen bu mikro temaslarla 2 maçta bir penaltı kazanmıyor musunuz?

Özellikle şampiyonluk yarışı içindeki takımların taraftarları* biraz mantık, biraz izan lütfen… Ne oldu “uçan kaçan” Fenerbahçe ile Galatasaray arasındaki maçta? Top bir o kalede, bir bu kalede miydi? Tempo mu vardı? Kaleyi tutan tek şut vardı, ona da en fazla “şutumsu” denir! Süper Lig bu haldeyse esas sorumlu, komik bütçelerle sizle rekabet etmeye çalışan “küçük” kulüpler ya da her hafta sizi idare etmeye çalışan “emir kulu” hakemler, kifayetsiz ve iradesiz, Beştepe ataması federasyon başkanı değil. İstanbul’un büyüklerinin gücü, etki alanı bunların hepsini aşıyor. O yüzden şikayet gerçekten “kalite”ye ise okları kendi camianıza döndürün, aksi her durumda bozacı ile şıracı kavga ediyormuş gibi görünüyor.

*Şampiyonluk yarışından düşünce VAR’ın tespit ettiği mikro temaslar da bir anda düşüyor nedense!

QOSHE - Bozacılar ve şıracılar - Mithat Fabian Sözmen
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Bozacılar ve şıracılar

27 5
12.03.2024

Türkiye’de ezici çoğunluğun üç büyük İstanbul kulübünün taraftarı olması bu coğrafyanın yüzlerce yıldır İstanbul’a sıkıştırılmasının yan etkilerinden sadece birisi. Bu yan etkilerin sıralandığı bir genel tablo oluştursak futbolun zararlı etkileri muhtemelen devede kulak kalır ama özellikle sosyal medyadan kaçamadığımız son 10 yılda bu atmosferin zehrini solumadan futbolsever olmak da imkansızlaştı. Dışarıdan çok az tehdit görmenin de etkisiyle (Trabzon dışında istikrarlı, gerçek bir rakip hiç var olmadı) şımardıkça şımaran ve kendi içinde de rekabetini bu şımarıklığın getirdiği kibir, mızıkçılık, oyunbozanlık, hazımsızlıkla sürdüren “üç büyük” kültürü, nüfuzunun genişliği sayesinde yerel akımları da etkiliyor. Onların tuttukları takıma her şeyi hak gören sempatizanlık alışkanlığı maalesef Ankara’yı, İzmir’i, Trabzon’u, Adana’yı, Bursa’yı, Eskişehir’i de şekillendiriyor. Dolayısıyla “Ülkedeki futbol taraftarları neden her yerde böyle” sorusunun yanıtı bu artık kendi geçmişine, kültürüne, zenginliğine ihanet edecek denli yavanlaşan İstanbul tekeliyle başlıyor. Ancak elbette burada bitmiyor, koca koca “adam”ları temel muhakeme becerilerinden, öfke kontrolünden, empatiden yoksun hale getiren, “Ne olursa olsun kazanalım”cı, “hayatsız” ruh durumunu şekillendiren spor dışı birçok başka etmen var. Dönem dönem bu köşede bu tartışmalara girişmeye çalıştık, sonra gazetedeki arkadaşlarla bu sorunların “Devrimden sonra bile çözülemeyeceğinde” mutabık kaldık! Eh önümüzde örnekler var sonuçta; devrim ülkelerinde dahi, eşitsiz, rekabetçiliğin hüküm sürdüğü koşullarda “büyük kulüpçü” anlayışlar, takım/adam kayırmacılığı ve fanatizm de bir yandan yaşamaya hatta yer yer yaygınlaşmaya devam etmiş. Rekabetin........

© Evrensel


Get it on Google Play