Önündeki mavi dalgalı denizi ısırmak için ağzını açan sevimli bir köpek burnuna benzeyen Karaburun’u İzmir’in diğer ilçelerinden ayırmak gerekir. Zaten siz ayırmasanız da o kendini ayırmıştır bir bakıma. Bıraksanız Ege Denizi’ne doğru başını alıp gitmek ister gibi bir hali vardır. Bir ucu Midilli’ye gidelim der, bir yanı Sakız Adası’ndan vazgeçemez…

Tarihle içiçe geçmiştir küçük koyları. Kıyılarında daldığınızda berrak denizinin içinde eski liman kalıntılarını, tekne batıklarını, yüzlerce yıldır içindeki şarap ve zeytinyağları saklayan amforaları bulabilirsiniz rahatlıkla.

Sarp yamaçları makiliklerle kucaklaşır çoğunlukla. Makilerin kümelenmediği yerlerden kırçıl bozkır otları yükselir. Tepeciklerin arasından dolanarak denize inen kurumuş dere yataklarının boylarında ise kırmızı, pembe, beyaz çiçekleriyle zakkumlar dikelmiştir. Tepelerin üzerinden geçen daracık yoldan ne zakkumları ne derecikleri ne de çoktan suyu kuruyup unutulmuş çoban çeşmelerini görebilirsiniz. Dik yamaçtan aşağı inmeli, bükleri dolanmalı ve yanına kadar gitmelisiniz ki bu çeşmelere ulaşabilesiniz.

Parlak köyü ile Badembükü arasındaki yamaçlarda yüz yıl önce buralarda yaşayan Rumların muhteşem bir taş işçiliği ile yaptıkları evler, bugün çatısız, bacasız, penceresiz, harabe bir haldedir. Kapılarının hepsi Ege’ye bakar bu harabelerin. Ege’nin öte kıyısında, belli belirsiz dağları görülen adadan birileri gelecekmiş gibi terkedilmişliğin bütün hüznüyle beklerler. Evlerin bahçelerinde, hatta odalarının içinde bile incir ağaçları büyümüştür. Ocaklarında incir ağacı bitmiştir köylerini gözü yaşlı terk edip adaya gitmek durumunda kalanların.

Yıllar önce, Badembükü’de serin gölgeli dut ağaçlarının altında sohbet ettiğimiz köylüler, mübadele döneminde Sazak köyünden adalara göçmeyen bir Rum’dan bahsetmişlerdi. Doğup büyüdüğü toprakları bırakıp gitmeye yüreği elvermeyen genç bir adammış ve haftalarca yarımadanın sarp yamaçlarındaki mağaralarda, dikenli makiliklerinin arasında saklanmış. Taa ki bir narenciye bahçesinde, ekşi meyveleri ile karnını doyurduğu turunç ağacının altında yorgunluktan uyuyup kalana kadar. Köylüler görmüşler kaçağı. Yakalayıp askere teslim etmişler. Sonrası meçhul…

“Sazak köylüsü Rum’u jandarmalara teslim edenler arasında olan dedem; ‘Garibanın saçı sakalı bir karıştı. Üst baş yırtılmış, gözleri korkudan pörtlemişti. “Yapmayın komşilar” diye ağaca sarılışı bugün bile aklımdan çıkmıyor’ diye pişmanlık ve üzüntüyle anlatırdı o adamı.”

***

Uzun yıllar gazetemizde köşe yazarlığı da yapan Yazar, Düşün ve Eylem Adamı Aydın Çubukçu bundan 12-13 yıl kadar önce Börklüce İsyanı’nın belgeselini çekmek için karış karış dolaştı yarımadayı. Birgün, Börklüce Mustafa ve yoldaşlarının idam edildiği Selçuk’ta çekimler yaparken Karaburun’a dair gençlik yıllarındaki anılarını anlatmıştı. Daha üniversitede genç bir öğrenciyken örgütlenme çalışmaları sürecinde Karaburun’u da gezmişler. O zamanlar yarımadanın tam ortasında kalan Yaylaköy’e de gidip köylülerle uzun sohbetler etmişler. Aralarında Çubukçu’nun da bulunduğu genç devrimcilerin “sömürü, devrim, halk, kurtuluş” söylevlerini ilgi ile dinleyen köylüler kendilerine “Biz de zaten Börekçi Mustafa’nın torunlarıyız” diyerek sahip çıkıyorlarmış. Köylüler Börklüce Mustafa’ya ‘Börekçi Mustafa’ diyorlarmış.

Sonra araya 19 yıl süren bir mahpusluk girmiş. Cezaevinden çıktıktan bir zaman sonra yolu yine Yaylaköy’e düştüğünde o zamanlar kendilerini dinleyen köylü gençlerden biri olan şimdinin muhtarı tanımış hemen Çubukçu’yu. “Sen” demiş, “O gelen öğrencilerdendin”.

45-50 yıl önce gençliklerinin olanca enerjisi ile Anadolu’yu dağ bayır gezerek örgütlenen bu gençlerin uğrak yerlerinden olan Yaylaköy günümüzde Karaburun’un en bahtsız köylerinden birisi halini aldı. Evlerin dibine kadar sırnaşan RES’ler, onların altında GES’ler, meraları dikenli tellerle çeviren sermayedarlar, çakalların kan kokusuna gelmesi gibi para kokusu alan eski milletvekilleri yağma sofrası kurup üşüştüler!

Bu talan sofrasına karşı yarımadalıların verdikleri mücadeleyi izlemek için yıllarca gidip geldim Karaburun’a. Bu gidiş gelişler sırasında yaptığım haberlere sığdıramadığım öyküler geçtiğimiz günlerde “Rüzgarlı Mimas Uyanmazsa/Karaburun Öyküleri” adı altında Sakin Kitap Yayınları tarafından yayımlandı. 13 öykü ve haber-yazısının yer aldığı 86 sayfalık incecik kitapta antik çağlardaki adı Mimas olan Karaburun’un doğasını, insanlarını, rüzgarını, denizindeki nesli tükenen fok balığını anlatmaya çalıştım.

Ekoloji mücadelesinin eş zamanlı direnişlerini edebi bir dille anlatabilme kaygısıyla yazılmış bu öykülere eko kurgu deniyor günümüzde. Bu öykülerde anlatılan olayların, yerlerin, insanların çok büyük bir çoğunluğu gerçek. Hâlâ varlar, oradalar, yaşıyorlar, savaşıyorlar...

Öyküler de bu mücadele sürecinden sızan anlar, anılar…

Devam eden bir hareketin izleri, öfkesi ve kederleri var öykülerde ki özgünlükleri de tam burada zaten. Olmuş bitmişi değil, dün kadar bugün olanları ve geleceği kuranları da anlamak ve anlatmak…

Haberci olduğu kadar aynı zamanda bir öykü derleyicisi de olmaya çalışmalı gazeteci. Yaşadıklarını, duyumsadıklarını, görüp yüreğine akıttıklarını da okurlara aktarmalı. Çoğu hüzünlü o insan ve doğa hikayeleri sadece kendi dağarcığında kalmamalı, acıları tek başına sırtlamamalı. Okurla da paylaşmalı ki acı, acıya başkaldırıyı mayalasın!..

Karaburun Öyküleri’de, yarımadadaki ekoloji mücadelesinin mayalanması, kekik, keçi sütü ve kan kokan toprakların yaşama savaşı var.

Bu öykülerde şunu anlatmak istedim: Ülkedeki emek ve ekoloji mücadelelerinde tutan her bir maya diğer mücadeleleri mayalayacak. Hem yarımada hem ülke bu birbirini mayalayan direnişlerle kurtulacak…

Fotoğraf: Özer Akdemir Evrensel

QOSHE - Karaburun Öyküleri çıktı | Kekik, keçi sütü ve kan kokan toprakların yaşama savaşı - Özer Akdemir
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Karaburun Öyküleri çıktı | Kekik, keçi sütü ve kan kokan toprakların yaşama savaşı

6 31
05.11.2023

Önündeki mavi dalgalı denizi ısırmak için ağzını açan sevimli bir köpek burnuna benzeyen Karaburun’u İzmir’in diğer ilçelerinden ayırmak gerekir. Zaten siz ayırmasanız da o kendini ayırmıştır bir bakıma. Bıraksanız Ege Denizi’ne doğru başını alıp gitmek ister gibi bir hali vardır. Bir ucu Midilli’ye gidelim der, bir yanı Sakız Adası’ndan vazgeçemez…

Tarihle içiçe geçmiştir küçük koyları. Kıyılarında daldığınızda berrak denizinin içinde eski liman kalıntılarını, tekne batıklarını, yüzlerce yıldır içindeki şarap ve zeytinyağları saklayan amforaları bulabilirsiniz rahatlıkla.

Sarp yamaçları makiliklerle kucaklaşır çoğunlukla. Makilerin kümelenmediği yerlerden kırçıl bozkır otları yükselir. Tepeciklerin arasından dolanarak denize inen kurumuş dere yataklarının boylarında ise kırmızı, pembe, beyaz çiçekleriyle zakkumlar dikelmiştir. Tepelerin üzerinden geçen daracık yoldan ne zakkumları ne derecikleri ne de çoktan suyu kuruyup unutulmuş çoban çeşmelerini görebilirsiniz. Dik yamaçtan aşağı inmeli, bükleri dolanmalı ve yanına kadar gitmelisiniz ki bu çeşmelere ulaşabilesiniz.

Parlak köyü ile Badembükü arasındaki yamaçlarda yüz yıl önce buralarda yaşayan Rumların muhteşem bir taş işçiliği ile yaptıkları evler, bugün çatısız, bacasız, penceresiz, harabe bir haldedir. Kapılarının hepsi Ege’ye bakar bu harabelerin. Ege’nin öte kıyısında, belli belirsiz dağları görülen adadan birileri gelecekmiş gibi terkedilmişliğin bütün hüznüyle beklerler. Evlerin bahçelerinde, hatta odalarının içinde bile incir ağaçları büyümüştür. Ocaklarında incir ağacı bitmiştir köylerini gözü yaşlı terk edip adaya gitmek durumunda kalanların.

Yıllar önce, Badembükü’de serin gölgeli dut ağaçlarının altında sohbet ettiğimiz köylüler, mübadele döneminde Sazak köyünden adalara göçmeyen bir Rum’dan bahsetmişlerdi. Doğup büyüdüğü toprakları bırakıp gitmeye yüreği elvermeyen genç bir adammış ve haftalarca yarımadanın sarp........

© Evrensel


Get it on Google Play